22 Eylül 2007 Cumartesi

12- İNSAN SICAĞI

“Yara ne denli büyük ve derinse, çevresinde oluşan zırh da o kadar güçlü olur. (…) Başlangıçta hiçbir şey fark etmezsin, zırhının hâlâ seni sıkıca sardığını sanırsın, ama bir gün birdenbire, aptalca bir şey karşısında nedenini bilemeden ağlamaya başlarsın”. (1)

En olmadık zamanda…
En olmadık yerde, en olmadık cümleye kapılıyorsun, sonra sızıveriyorsun o birinin hayatına.
Hesaplar geliyor ardından, nereden çıktı şimdi’ler, neden daha önce değil’ler, ne işi var hayatımda’lar, neden bunu hissediyorum’lar, kim yahu bu’lar… Hiçbir şey bilmeden sızıveriyorsun o birinin hayatına. Onun “pastane şu tarafta / ben de sizin gibi düşünüyorum / sorun yok, sakin olalım” gibi sıradan bir cümleyle daldığı hayatına bir bakıyorsun.
Bu zamanlamanın bir hayrı var, kendi başına bir kaderi, bir yolu diyorsun. Teslim oluyorsun…

“Kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artık çıkış yolu kalmadığını sandığın bir durumda, umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgâr hızıyla her şey değişir, alt üst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun.” (2)

En olmadık zamanda ağlamaya başlıyorsun, yaralarını saklayan, öfkelerini sakinleştiren, hayallerini uyutan, sadece kas yığını olmayan kalbini kollayan zırhın yok olmuş. En olmadık zamanda ağlamaya başlıyorsun. En olmadık zamanda teslim oluyorsun.

İnsan sıcağında zırhını indiren o mahkûmu anlıyorsun ve onun zift gecesini. Büyük suçları olan o mahkûmu zor gecesinde sakinleştirenin bir koğuşdaşının (3) kollarının sıcaklığı olduğunu hatırlıyorsun. (4) Arkadaşının sıcaklığında uyuyan mahkûm gibi, seni yatıştıracak bir sıcaklığa tav oluyorsun. Farkında değilsin.

Oysa benim gibi kendi dünyasını çok sevenler bile arar o sıcaklığı. Hani hepimiz zaman zaman ararız ya… Başka türlü bir şeydir, bir insanın sıcaklığına dokunmak.
Sıcaklığıyla susmak.
Sıcaklığıyla doymak.
Sıcaklığıyla gözlerini açmak kendine.
Birisinin göğsüne uzanıp, inancını yenilemek.
Önünü görmek.
Uyuyan hayalleri dürtmek, Matrix’in ışıklı yolunu anlamak, Faust’un sesiyle, gerçeğin gücüyle evreni keşfetmek.

Çıplak karnına değmek, kolunu tutmak, yanağını okşamak, saçlarını koklamak.
O insanın sıcaklığına sığınıp sarılmak…
Sokulmak..
Ah, ne güzel bir fiildir sokulmak. Ne kadar masum, ne kadar yumuşak. Bir kedi gibi sokulmak, bir çocuk gibi, bir kadın gibi sokulmak… Bir insan gibi sokulmak. Bir adım ötesi sarılmak kadar büyülüdür.

Oysa “şehvet basittir. İnsan anında anlaşmaya varır. Ya iki kişi birden yatmayı arzu ediyordur ya da biri istemiyordur. Ama aşk.” (5)
Bir kahve içelim dersin, günün sonunda anlaşırsın, tatlı yiyelim tatlı konuşalım dersin, günün sonunda işi tatlıya bağlarsın. İki taraf da anlaşmaya varırsa, iş basittir. Basit bir şehvettir. Anlaşma uzarsa, tüm o şehvani gerilimi bekletip, akıntıya karşı, dünyanın hal ve gidişatından bahsedebiliyorsan, içinden “büyülü” şeyler geçerken, hoşça kal deyip elini sıkabiliyorsan, sınanıyorsundur. Ve “çok daha bol gömleklere”, derinliklere hazırlanıyorsundur.
Çünkü yaşam cömertlik ister. Yürek yettirmecelerle ölçülür çünkü yaşam. (6)
Çünkü yürek ruhun merkezidir.

“İnsan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyin özünü görür. Esas olan, göze görünmez” (7)
İşte tam da bu yüzden, en olmadık zamanda, en olmadık cümleye takılır kalırsın, çakılır kalırsın.
İçinde neler olup bittiğini anlamaz hatta sorgulamazsın. Sadece kendi peşine takılır, yolunu bulursun.

“Tabiatın bir dengesi vardır. Aslında kaderin dengesi vardır. Kader karar verir her şeye...” (8) O yüzden rastlantılar yoktur, sadece rastlantının yanılsaması vardır. (9)

İşte öyle bir gün sokuluverirsin birine.
En olmadık zamanda, en olmadık yerde, sızıverirsin birinin hayatına, sokuluverirsin sıcaklığına.
Nedenini sen de bilmezsin. İşleyişin hızına, ilerlemenin yavaşlığına akıl sır erdiremezsin. Proust’çuluk oynayıp takılıverirsin bir cümlenin ardından, bir adamın/kadının peşine, bir bedenin/ruhun peşine, bir tınının/dünyanın peşine, Kayıp Zamanın peşinde…

İşte öyle sıradan bir gün sokuluverirsin birine.
O zamana kadarsa pek kimseyi sokmamışsındır yanına. Gizli bahçene, kristal denizaltına, Freud dehlizlerine, uğultulu koridorlarına…
İstememişsindir, yakıştırmamış, eksik bulmuşsundur...
Sonra bir gün hesabı kitabı bıraktırırlar sana.
Sınanma, teslim olma sıran gelmiştir. Yap-boz’un eksiğini anlama, gerçeğin peşinde tüm evreni keşfetme zamanın.

Ne/kim olduğuna bakmadan, umursamadan, Mevlâna kesilirsin, ne olursa olsun gelsin dersin…
“Sanırım bir insanı 20 yıllık bir ilişkiden çok, ilk 5 dakikada tanıyorsun. O ilk içgüdüsel hisler her zaman doğru çıkıyor. İnsanın karar vermesini gölgeleyen şey zaman ve duygusallık çünkü.” (10)

Hani bazen birine sarılırsın, bedeninin soğuk hava yayan bir mağara gibi bomboş olduğunu hissedersin ya. Bir başkasında ise kat kat örtülerin altında bile olsa, yaşam değer his uçlarına. İçgüdüsel olarak bilirsin. Bazı gerçekler çok basittir, söylendikleri zaman ciddiye alınmamaları bundan.
Sarılmak da basittir.
O yüzden büyülüdür.
Sarılmak… Sokulmanın bir adım ötesi, sevişmenin bir adım gerisi.

Atabek’in mahkûmu gibi sızmak istersin, soğuk hücrende, ağrılı dünyanda susmak, bir insan sıcaklığına sızmak…
O sessizlikte derdinle birlikte susmak.
Yanında olmasını istediğin o insan sıcaklığıyla susmak. Sadece o sıcaklıkta gerinmek, güvenmek, gevremek, derdini düşünüp düşünüp küçümseyebilmek istersin.
Korkuyu korkutur sıcaklık, ağrıyı dindirir, ateşi düşürür, dertleri küçümsetir, yüzleri gülümsetir, kalpleri ferahlatır. Her derde devadır yani insan sıcaklığı.

Bazı dertlere bu yüzden sıcaklık, sessizlikten iyi gelir. Sokulduğun bazen anlamaz; kırılıp dökülen yüzünü, şefkatli sorularla toparlamak ister.
Olmaz.
Kelimelerin gücü buna yetmez.
O sımsıkı kucaklamayı istersin, hani annen gibi, hani baban gibi, hani dostların gibi.
Başka da bir şey istemezsin.
Çoğu zaman izin de vermezsin, bu insanlardan başkalarının sana sokulmalarına.

En olmadık zamanda, en olmadık yerde…
İşte öyle sıradan bir gün sızıverirsin birinin hayatına.
Nedenini bilmezsin, cengâverce açarsın göğsünü rüzgâra, ne olursa olsun gelsin dersin.
Yanağına dokunmak istiyorum dersin, işte bu kadar masum.
Kimseleri istemediğin, yakıştırmadığın Freud dehlizlerinin, uğultulu koridorlarının kapısını da aralık bırakırsın.
Neden o, neden şimdi, neden ben gibi nedenli/nedensiz soruları da sustursun.
Çünkü bu zamanlamanın da bir hayrı, kendi başına bir kaderi, bir yolu vardır.
Hesabı kitabı bırakırsın.
Teslim olma/sınanma zamanın gelmiştir.
Gerçeğin peşinde Faust’un evrenini keşfetme zamanın.

Sonra biraz korkarsın, sıcaklığına sokulmadan önce.
Korkarsın, biraz ama. Sonra da onun korkmasını seyredersin kendininkini gizleyerek. Ve sen sustuğunda, korkmamasını…
Beklersin. Sen sustuğunda, susmamasını beklersin.
“Ne kadar korkusuz olursan/ız o kadar uzağa gideceğinizi” bilirsin. (11)
Kışkışladıktan sonra öcüleri, sıcaklığına sokulursun o birinin.


“Karar vermek zor şey abla, verdikten sonra derin bir nefes alıyorsun. Neden biliyor musun? Çünkü bedeline razı oluyorsun”. (12)

Susma sırası sana geldiğinde, bütün sesler üşüşür kafana o sessizlikte, o beklemede…
Kim Wilde bile söyler gençliğinden gelen parçaları, You Keep Me Hanging On…

“Şu hayatta her şeyi göze alacaksın, yoksa hayattan hiçbir şey alamazsın”.(13)

“Aşk saklanmaz. Saklanmaz. Erkek milleti kör kuyuya benzer. Kör kuyu var ya… aynı… Aşk da o senin kuyuya indirilmiş bir kova. O kovaya tutunacaksın. Ne kadar suyun varsa vereceksin. Vereceksin ki o seni gün ışığına çıkarsın. Aşk durup beklemeye gelmez. Durup beklemenin kimseye faydası yok. Bak karşında durup beklemiş bir adam var. Beklemiş beklemiş, sonunda da kaybetmiş”. (14)

“Ya sana sahip olmalıyım, ya kendimi senden kurtarmalıyım” (15)

Susmaz sesler, sen de konuşursun.
“Seni düşünmekten kendimi alamıyorum. Benim gibi hissetmiyorsan bunu söyle, beni bir daha görmezsin”(16) dersin. Aslında, tamamıyla sahip olamayacağımı bildiğim birine karşı bu kadar savunmasız olamam demek istersin.
Hatta yaşayalım 15 gün dibine kadar, bitecek mi görelim der, sınanandan çıkıp, sınayan olmaya özenirsin. Her seferinde bunu görmeyi istememiş miydin? “Yanılıyorum, bu kez gördüğümde, böyle hissetmeyeceğim ve kurtulacağım” diye diye. Aynı yere toslamamış mıydın? Hayret, ne çabuk unuttun. Balık hafızalı duygular.
Tanrıyı ve insanları deneme diyen Schiller’e inat, sınandığını unutturan, balık hafızalı hayatlar.

Bir düşün peşinde, kendi dünyanın peşine düş ve yaşa. Olmadı mı? Yanıldın mı? Gözün yanlış yere mi kamaştı? Daha gençsin, unutursun. Hep öyle demezler mi?
Daha genç misin? Unutur musun?
“Genç olmanın en güzel yanı, hata olmaması. Gençken her şey araştırma” diyen Erica’yı (17) haklı çıkar, bir böcek uzmanı titizliğinde araştır, sıcaklığı yüzüne bulaştır. Yanıldığını görürsen, “böyle hissettim, peşine düştüm” diyecek cesaretin yok mu? Birine sokulmaktan bu kadar mı korkuyorsun?
Sana sokulmasına izin vermekten?

* * *

İşte öyle sıradan bir gün, sokuluveriyoruz.
Bir insanın sıcaklığına, bir mahkûm insanlığında…
Ve benim gibi uzundur “görmeyi bilen gözlere saklananlar”, bugünlerde en çok da Sezen Aksu’nun sözlerinde ısınıyorlardır…

“İçime attım ne varsa
Anlamaya çalıştım herkesi
Aşkı da sevdim kavgayı da
Anlatamadım ki
Hiç korkmadım çelişkiden
Onaylanmadan ilişkiden
Ne çoğaldım övgüden
Ne azaldım yergiden
Hiç korkmadım yasaklardan
Korunmadım tuzaklardan
Kalktım güvenli kucaklardan
Hep denedim bilerek göstermedim

Kendimi sakladım görmeyi bilenlere
Vitrinime değil, iklimime gelenlere
(…)
Kalbimi vereceğim aslımı görenlere…”


Başka türlü bir şeydir, bir insanın sıcaklığına dokunmak.
Sıcaklığıyla susmak.
Sıcaklığıyla gözlerini açmak kendine.
Birisinin göğsüne uzanıp / sarılıp inancını yenilemek.
Önünü görmek.

İşte öyle sokuluveriyoruz…
Bir insanın sıcaklığına, bir mahkûm insanlığında…



PS. Bu hafta, son dakikada değişiklik oldu. Fani şeyler yazmadım.
Eski düzenimize döneceğiz. 13 Kasım Pazartesi, yeni bir yazı yazacağım ve bugün aldığım bir bilgiyi sizlerle paylaşacağım. Yazılı, görsel, basılı basında ilk defa burada okuyacaksınız!
“İnsan Sıcağı”nın 3 günlük keyfini çıkartın. Pazartesi günü de yeni yazımı öksüz bırakmayın.
* Bugün Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefat yıldönümü. Bugün 10 Kasım. Ne yazsam eksik kalacak. O yüzden…



İzler
1 ve 2- Susanna Tamaro
3- TDK’ya katkımızdır :)
4- Erdal Atabek’in insan sıcağını anlatan bir hikâyesi.
5- John Fowles- Koleksiyoncu
6- Korkularımı Korkuttum yazısına gönderme.
7- Antoine de Saint-Exupéry
8- Feylesof Aksak
9- V for Vendetta
10- Nip/Tuck’tan Costa
11- Korkularımı Korkuttum yazısına gönderme.
12- Hırsız-Polis dizisinden Mavi karakteri
13 ve 14- Feylesof Aksak
15- Notre Dame’ın Kamburu
16- Gerçek bir diyalogdan bir replik
17- Nip/Tuck’tan Erica
10 Kasım 2006

Hiç yorum yok: