22 Eylül 2007 Cumartesi

23- Dolapdere BG


Buralara döndüğüm ilk günlerden, hatta söyleyeceklerimi yetersiz bulup sizden kaçıp saklandığım o ilk cumadan başlıyoruz…
Arayı kapatmaya…

İnternet gazetemizin yemek davetine katıldım.
Birsen Altıner’in evinde. Kendi köşesinde yazmış, anlatmış o geceyi, “Yine gelin” demiş hepimize…
“Bu tür misafirleri ağırlamak çok kolay, çünkü yemekleri Tuncer yapıyor. Çok zor, çünkü hiçbir şey yemiyorlar, hem miktar olarak hem seçenek olarak. Kimi tatlı yemiyor, kimi et… Kimi soğan sevmiyor, kimi çay içmiyor… Kısacası sorunları hiç bitmiyor. Ayşe Selcen’in vejeteryan olduğunu bildiğim için “portakallı kereviz” yapmıştım. Selcen meğer kuru soğanla yapılan yemekleri de yemiyormuş. Sağlıklı beslenme konusuna iyice takmış durumda. Obsesif bir hal onunki ama, körü körüne yapmıyor, bilinçli bir şekilde okuyup, öğrenip; en doğruyu, en sağlıklıyı yemeye çalışıyor.” (Yazının imlasına dokunmadım, bana mal etmeyiniz noktalı virgül ve virgül yerleştirmelerini…)
Yukarda anlatılan kimi tatlı yemiyor, kimi et, kimi soğan, kimi çay içmiyor denilen kişilerin “kimi”si yani tümü benim tabii ki. Maalesef düzeltmeyi gerekli görüyorum, ne vejetaryenim ne de yemek konusunda obsesif. Benim durumumun literatüre giren ve girmeyen tanımlamaları var. Belki başka bir zaman onları da anlatırım.
Evet, takıntılarım vardır, hayatımı güzelleştiren, başkasına zor gelen, oysa benim rutinimi kolaylaştıran ama yemek bunlardan biri değildir. Ben iyileşip, bütün “kimi” abi ve ablalardan uzun ve sağlıklı yaşadığım zaman, onlara açıklamadığım doğruların neler olduğunu “öbür tarafta” çooook merak ediyor olacaklar… Ama iş işten geçmiş olacak. :p
Yazının devamında ise vejetaryenliğin sebepleri gibi kişisel açıklamalarına yer veriyor Birsen Altıner. Vejetaryen misafir en zor misafirdir diye de konuyu bağlıyor. Oysa ben zor misafir değil, zor müşteriyimdir, hani yazdığım gibi profesyonel müşteri.

Neler yaptım neler? Dedim ya anlatacaklar birikti… Tiyatrolar, eğlenceler, gelişmeler…

Bir başka gün akşamüstü Teknosa’ya gidildi. Çünkü 3 aydan beri serviste kalan Nokia marka (ilk ve son) telefonun işlemleri bir sonuca vardı. Haklarını bilen sıradan bir vatandaş gibi baskı yaptım, Tüketici Mahkemeleri, firmanın geçirdiği 15 günlük, 30 günlük iş günü süreleri sonucunda, yeni bir telefon gönderdiler. İstemiyorum dedim, ben gavurellerdeyken aradılar, “telafi etmek için paranızı iade ediyoruz” dediler, faturanızı ve telefonun (2 yıl önce alınan) aksesuarlarını getirin dediler. Teknosa’da fatura bulunmaya çalışırken kasaya bir müşteri yaklaştı. Elinde bir sürü Türk markalı alışveriş poşeti. Üç tane dvd film almış, kasaya yaklaştı ve 50 Euro çıkarttı. Tabii kasiyer arkadaş kabul etmedi. “Aaa, neden kabul etmiyorsunuz?” dedi gavur gönüllü abi. Kasiyer cevap veremedi. Ne demek yahu? Burası Türkiye Cumhuriyeti. Üstelik biz AB üyesi değiliz. Burada ne dolarla alışveriş yapabilirsin ne “avro”yla. Yapabileceğin yerler olsa da, yapmamalısın. Allah Allah… Bunun üzerine “abi” soğukkanlı bir biçimde gülümseyerek, “Bunları alamayacağım o zaman” deyip mağazadan çıktı.

Benim fatura sorunum da hallolmadı, ben de çıktım Taksim’e. Biraz oyalandım, etrafa bakındım, sonra Lütfi Kırdar Rumeli Salonu’ndaki Gastro fuarına. Editör Bey, Asistan Bey ve Johnson Diversey sorumlusu Beyle buluşuldu. Şöyle bir fuar hakkında bilgi alındı, Kopuz Gıda sorumlusu bey (dikkat dikkat :) ) bütün soya mamüllerinin genetik olarak değiştirilmiş olduğu ama bunun sağlığa bir zararı veya faydası olmadığı (!) konusunda bilgi verdi, harika çeşitler çıkarmışlar, karamelli soya, köfte harcı soya, soyalı patates püresi, soyalı börek harcı etc. (kopuzgida.com.tr)
Alt katta, Cabernet Sauvignon 92 yılı mahsulü bir şarap tattık ve yok şarabın bacağı, yok kucağı, yok aroması gibi gurme değerlendirmeler yaptık.

Hadi ordan yemeğe… Nişantaşı mı Beyoğlu mu diye kararsız kalmamıza rağmen, Beyoğlu’nda karar kılındı. Çünkü Taximhill-Taksimoda Cumartesi gecesi için bir davetiye göndermişti bana. Detaylar yoktu davetiyede, sorup gidip gitmeyeceğimize karar vermek gerekti. Hadi Beyoğlu o zaman dedik, ben Hint yemekleri aşerirken, sonunda kararsızlık ve çaresizlikten Saray Muhallebicisi’nde karar kılındı. Saray’ın harika kıvamlı mercimek çorbasının yanında altı pastane fırını tırtıklı üstü kıtır sert sandviçler gelince, ben bu çorbayı böyle içmem dedim içimden ve dışımdan, yandı bizim garson Ertan Bey dedi Editör Bey ve Asistan Bey arkadaşlar.
Nezaketim tüm kapıları açtı, 2 dakika sonra harika pofuduk, kalın dilimli Türk işkembeci usulü ekmek dilimleriyle dolu sepet masamızdaydı, tabii bu dikkatli hizmet yol, su elektrik ve yüzde 10’un üzerinde bahşiş ve içten teşekkürler olarak Ertan Bey’e döndü.

Johnson Diversey sorumlusu Bey’in de bize eklenmesiyle voltranı oluşturduk ve koşuşturarak Balans’a yollandık. Dolapdere Big Gang’in albüm tanıtımı için davet edilmiştik.
Kapıda liste kontrolü yaparken, bir sürü medya grubu için çalıştığımdan, bana sordukları zaman içinden birini seçip bildirmiştim, oysa listede adımın yanında belirli bir dergi yazıyordu. Ben nerden biliyorlar diye şaşırırken, kavalyelerim “Eee, seni tanıyorlar tabii” diye güldürdüler beni. (İçimden gülmedim ama :) )

Davetiyelerde saat 22.00 olarak göründüğünden, 22.30’da gitmeyi uygun bulduk. Maalesef bu bile erkenmiş çünkü kapı açılış saati 22.00, grubun sahne alması 24.00’müş. Beni Dolapdere BG ile tanıştıran annemi de peşimden bu davete sürüklemediğime çok şükrettim. Bir buçuk saat “havadan” ayakta kal, sonra grup çıksın saatinde, 02.30’a kadar da dans ederek kal… Yaşlanmışız galiba diyeceğim ben ama orada tanıştığımız arkadaşlar öyle düşünmüyor. Onlar tam tersi benim “sonsuz hayat pınarı” olduğum konusunda ve kavalyelerimin çok şanslı olduğu konusunda fikir birliğine vardılar. Galiba kavalyelerim de öyle düşünüyor ki, bütün gece beklediğimiz “Can’t take my eyes off of you” şarkısını dizleri üzerinde söylediler bana. Ben de onlar için “Serenade” şarkısını özel istek yaptım Dolapdere BG’nin klavyecisi Gökay kardeşten…
Gecenin eğlenceli kısımları böyle geçerken, sıkıcı olaylar olmadı da değil. Tabii benim ironik nezaketim olayları çözdü ve “Sözlükçü” yeni arkadaşlar (isimlerini vermeyeyim, belki “Sözlük” sebebiyle gizli kalmaları gerekir, hem kendilerinden izin de almadım bu konuda) bana zabıta adını takıverdi.

Olaylar nasıl gelişti anlatayım…

Saatler ilerledikçe mekân tıklım tıklım oldu. Çok iyi bir yere mevzilenmiştik ama yavaş yavaş sonradan önümüze geçenler oldu, teker teker usulünce sepetledik. Hatta ben öne geçmeye çalışanlara, yeriniz var mı önde diye sorup ona göre yol verdim. Ama bir abla vardı ki…
Tamponuna kadar rapunzel saçları olan ve kendisini sırf boyu posu, mavi gözleri ve “mal bulduk dalalım” ruh halindeki sevgilisi yüzünden “kâinat” sanan bir abla… (ama sadece sanıyor, içini dolduramıyor)
Önce nezaketle uyardık. (Biz derken ben diyen haşmetmeap… Ben!) “Bakın saçlarınız elimizin üzerinde, kısa kollu giyindiğim için sürekli kollarıma dolanıyor ve çantamın içinde”…
“Yapabileceğim bir şey yok, üzgünüm” dedi dumanlı ruh haliyle. “Peki, çantamı konser boyunca sırtınızda hissedeceksiniz, benim de yapabileceğim bir şey yok, tampon bölgeye ihtiyaç var, üzgünüm” dedim.
Bu kadarla kalsa iyiydi, yeni tanıştığımız güzel kızlar da aynı abladan ve matrix’te (Editör bey tanımladı bu şekilde) kaybolmuş sevgilisinden yakınıp, onlara şikâyette bulundular.
Bu kadarla kalsa iyi :), sonra bir sıra geriye benim yanıma geldi bu çift. Kızın elindeki sigara pantalonumu yakma girişimleriyle birleşince, nazik olabildiğim kadar da kötü olabildiğimi göstermek gerek dedim.
“Bakın, pantalonumu yakıyorsunuz, dikkat edin” dedim.
“Özür dilerim” dedi matrix’te kaybolmuş kâinat delikli balkanı.
(Bu da son zamanlarda öğrendiğim ve kaşar/peynir literatürüme katılan yeni bir tür, ben Rockfor, Cheddar gibi sınıflamalar yapardım sosyal kaşar türleri için :p)
“Ben saçınızı yaktığım zaman özür dilemeyeceğim ama” dedim.
“OK” dedi abla aynı dumanlı donuklukla. Sonra yavaş yavaş fark etti, karanlık tarafın gücünü (Oley Star Wars) ve benim hemen selamlayıp sosyalleştiğim kişilerle büyüyen grubumuzdan çook uzaklara yollandı Matrix çifti.
Sonra başkaları “sözlükçü” ağabeylerin önünü doldurdu, hemen Zabıtaya şikâyet ettiler. Benim “dansı deli gibi seven sarhoş kız” numaram yine işe yaradı, hemen mekânı temizledim. Gecenin geri kalanında, büyük grubumuz, nazik garsonumuz Özcan Bey’le birlikte, ferah bir alanda konsere katıldık.

“Ne kadar şanslısınız, hem sosyalleşiyor hem de sevdiğiniz bir işi yapıyorsunuz” diyen arkadaşlara da, saat gecenin 3’ünden sonra eve gelip yazının ana hatlarını yazmak zorunda kalabildiğimizi, bazen de konser biter bitmez sahne arkasında röportaja gittiğimizi ve iki gün boyunca kaset çözerek, sonrasındaki iki günde fotoğraf seçimini yapıp, sayfasını hazırlatıp, matbaa kontrollerini yapmak zorunda olduğumuzu hatırlatalım.

Şimdi reklâmlara geçelim…

Dolapdere Big Gang’in “Local Strangers” adlı albümleri gayet başarılı. Fakat tanıtım konserinde ses sistemi iyi değildi, şarkı sözlerini anlamak zordu, neyse ki hep bildiğimiz şarkılardı da, eşlik edebildik. Yeni tanıştığım “Sözlükçü” arkadaşlardan mıdır bilinmez, bir ekşi sözlük’e bakayım, bakalım konserle ilgili bir şey yazan var mı dedim.
Aynen aktarıyorum, altına yorumlayacağım.
“(…) son olarak konserin sonuna doğru aynı parçaları tekrar çalmalarına değinmek istiyorum. Emir büyük yerden diye tekrar çaldıkları ikinci parçada biz çıkalım artık dedik. Ed”
Sanırım emir büyük yerden diye ifade edilen benim istek parçam. O kadar belli oldu ki isteğin benden geldiği. Ben bile bu kadar öne çıkmama şaşırdım.
Mekâna gelince, Balans güzel bir mekân, böyle özel tanıtım geceleri dışında makul bir kalabalık oluyormuş, yani şans verilebilir, konser aralarında çalan DJ gayet başarılı, 80’ler, 90’lar ve günümüzün seçme parçalarını çalıyor. Kapıda karşılamada ve serviste sorun yok. İçecek fiyatları biraz pahalı, mesela su 5 YTL. Beyoğlu’nun kıdemli “ortası” Cambaz bile 3 YTL’ye satarken ve benim en çok içtiğim şey suyken…
Yakında mekân dedektifi yazmaya başlıyoruz. Herkesin bilgisine. Ben has bir SPA dedektifi ve zor bir müşteriyken, savulun mekân dedektifleri geliyor diye uyarıyoruz tüm mekânları şimdiden.
Aktüel dergisinin büyük buluşma partisi vardı anlatılacak. Artık bir başka sefere…
Daha neler birikti neler?
Haaa, bir de anlatılacak Kuzey Afrika gezisi var değil mi? O da artık başka bir randevuya…


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Mehmet Ali Erbil ilk kez doğru konuştu
Maliye Bakanlığı vergi ile ilgili çekeceği reklamda Gaffur karakterini canlandıran Peker Açıkalın’ı oynatmak istediği “dedikodusu” toz kaldırdı. Aslında iyi oldu, Avrupa Yakası, özellikle de Gaffur karakteri ile ilgili uzundur söyleyeceklerim vardı.
Misafir geldiği zaman genellikle televizyonun açık olmasından hoşlanmam, bir araya gelmenin temel amacı sohbettir çünkü. Sohbete de en güzel eşlik eden şey müziktir. Evime ilk defa yemeğe geldiğinde televizyonu açıp göz ucuyla Avrupa Yakası seyreden bir misafirim dikkatimi çekti içten içe bu furyaya. Yaptığını hoş karşılamasam da, büyüdükçe :), yeni yeni kazandığım ev sahibi nezaketiyle eşlik ettim. Daha sonra çok yakın bir dostumun yaptığı espriye gülmeyince, “Aaa, sen Avrupa Yakası seyretmiyor musun?” demesi, beni çok eğlendirdi. “Yok vaktim, üstelik çok standart bir durum bu, sen de çok standartsın bunu seyrettiğin için, üstelik zevk aldığın için” dedim ve daha çok güldüm, tabii dost benim dostum, anladı ve birlikte güldük.
Bir sonraki hafta da bu “standart” grubu anlamak için oturdum seyrettim. Gaffur mu? Tek kelimeyle rezalet. Dizide tek kayda değer karakter Engin Günaydın’ın oynadığı Burhan. Zaten sokakta gördüğümüz tipleri daha karikatürleştirilmiş bir şekilde izlemek için 2 saatimi ayıramam. Kitap okumak, çalışmak ya da doğru düzgün bir derinleşme faaliyeti bulamazsam yapacak, gazete okurum ya da sessizlik içinde otururum daha iyi…
Peki ne demiş Mehmet Ali Erbil?
“Gaffur Maliye Bakanlığı’nı bile etkilemiş demek ki. Psikopat gibi elinde tornavidayla, bıçakla dolaşan bir adam. Bunu kahraman ilan ettiler. Böyle bir konuda halka örnek olacak kişi her bakımdan araştırılmalı. Narkotikten tut, verdiği vergilere kadar her bakımdan araştırılmalı.”
Her bakımdan demiş ama önce narkotiği saymış. Neden acaba? :)
Gaffur’a oyunu paslayan Burhan yani Engin Günaydın. Ezilmişlerin sesi mi Gafur? Ezilenlerin hınç almak için seyrettiği bir karakter mi?
Bence Gaffur’u sevenler, onda kendini görenler. Ya da yakın çevrelerinden birini. Bunun nedenini yorumlamaya yeltenmeyeceğim bile…
Peker Açıkalın da Beyaz Show’a katılıp biraz biraz açıklıyor kendini ve Gaffur’u. “Burada bir netlik var. bu da Türk insanının saflığıdır. Türk insanının kendi apartmanında yaşattığı bir Gaffur vardır. Çok içimizde yaşıyordu da görmedik böyle tipleri. Ne kadar net davranırsanız, insanlar yaptığınız işe o kadar saygılı davranırlar.”
Zıp zıp zekâlı Cem Yılmaz ne diyor?
“Engin Günaydın’a gülüyorum. Avrupa Yakası’nda onu çok başarılı buluyorum. Gaffur’a gülmüyorum. Televizyon piyasası 4-5 kişinin elinde ve bu insanlar hiç de aptal değil. ‘Halk bunu istiyor’ cümlesine artık halk bile inanmıyor. O yüzden 4-5 kişiye söylüyorum yapmayın artık böyle programlar.”
Yapmayın cidden, standartlaşmayın!

* Magazinel TDK
- Tuğba Ekinci “Bir tek anti depresyon kullanmayan benim bu camiada” dedi.
Dili sürçtü diyemiyorum, gayet emin konuştu.

- Esra Ceyhan programındaki bir seyirci, şarkıcı Doğuş’un karısına şöyle söylüyor: “Benim kim olduğumu biliyor mu bu? Onu süründürürüm, adalete veririm.”
Kızcağız ne yaptı da, kadın yoldan çıktı bilmiyorum. Fakat ben o seyircinin kim olduğunu biliyorum. Program program gezen paralı bir asker. Kendi mutsuzluğunu başkalarına laf atarak unutmaya, hafifletmeye çalışan bir kadıncağız. Bir kimlik karmaşası. Bir kompleks yumağı. Bol bol gördüğümüz türden.

- Tuğba Ünsal “Ben toplumun normal diye belirlediği normlara uymayı pek sevmiyorum” dedi.
Yani Tuğba ablamız farklı görünmek, sıra dışı olmak için özellikle anormal görünmeye çalışıyor. “Sevmiyor”muş çünkü. Halktan görünmeyi. Oysa o kadar normal ve o kadar standart ki…
Albert Camus çok iyi özetler gerçek sıra dışıların çabasını… “Bazı insanların normal olmak için ne muazzam bir enerji sarfettiğini kimse fark etmez”.

* Muhteşem ikili: Agos ve Mahçupyan
Agos gazetesinin başına, Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve “milli hassasiyetleriyle” :) bilinen Etyen Mahçupyan geldi. Yazık, bizlerin gördüklerini onlar sezemiyorlar ki, bu kadar pervasız, korunmasız ilerliyorlar…

* Rektör Parlak için foruma yazanların dikkatine!
Sevgili arkadaşlar, yorumlarınızı, yorumlayamamanızı dikkatle okudum. Yazarken sizin gözden kaçırdığınız kişisel ipuçlarınız benim gözümden kaçmadı. Keşke siz de benim yazdığımı o kadar dikkatle okuyabilseydiniz. Tabii ki bunlar benim kişisel fikrimdir, bakınız köşenin üzerindeki fotoğrafa!
Ayrıca ben sayın (s küçük) Parlak dahil, kendim hariç kimsenin milliyetçiliği için bir tasarrufta bulunamam. Üniversitede olup bitenlerden haberdarım ama bu yazı, sizlerin istediği gibi araştırma gerektiren bir yazı değil ama yazmaya değer bir konu. Çünkü hedef nokta sahte milliyetçilik ve önde bayrak sallayanları. Rektör Parlak sadece küçücük bir neferi. Bir gün alt metinleri nasıl okumanız gerektiği konusunda bir yazı da yazar, hatta bu yazıyı örnek olarak koyarım. Kim bilir?
Benim bir şey bilmediğimi söylemişsiniz, haklısınız, ben de Sokrates’e sığınırım zaten. (Bilmeyenler için hatırlatayım :), Bilmediğini bilen en büyük bilgindir) Sizdeki “çok” bilgiyi benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Sizler sayesinde hep birlikte ilerleyip, büyüyeceğiz. Teşekkürler…

İMZA: Bİ DOST
Yeni kutumuz hayırlı olsun. Sadık okuyucularımızdan biri her hafta bizimle paylaşacak kelimelerini. Köşenin adını kendi seçti, yolu açık olsun.

“Apo’nun da bayrak önünde fotoğrafı çekildi” muhabbeti yapanlar iki şeyi gözden kaçırıyor. Öncelikle Apo o bayrağa savaş açmış birisiydi. Dolayısıyla yakalanınca o bayrak önünde fotoğrafı çekilerek yenilgisi perçinlenmiş oldu. Apo, bölücü bir kişiydi, Hrant Dink’in katili ise Türk milliyetçisi (!). dolayısıyla aynı bayrak önünde bulunan kişilerin farklı düşüncelerde olmaları, fotoğrafın verdiği mesajı değiştirir. İkincisi, Apo ile benzerlik bulanlar aslında bu fotoğrafı onaylayan kişiler. Farkında olmadan Apo ile Hrant Dink’in katilini aynı kefeye koyuyorlar ki, tadından yenmez bir durum çıkıyor ortaya. J

Ayrıca yakalayan jandarmadır, polisin böyle bir fotoğraf çektirmesi jandarmadan rol çalmaktır. İkinci olarak, böyle bir fotoğraf çekilecekse bile birimi tanıtan fonun önünde çekilir. Yakalanan uyuşturucular hep birimin adının yazılı olduğu duvarın önünde sergilenir. Hatta mermi filan yakalanmışsa, mermilerle birimin adı yazılır. Dolayısıyla “Samsun Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi” yazsaydı geride, anlaşılırdı yapılan.
Çekim sırasında yapılan konuşmalardan da çekimi yapanların eylemi desteklediği sonucu çıkıyor. Bu sonuç çıkmasa bile, yapılan şeyin bilinçsizliği, fonda bir Türk bayrağı olmasına karşın, eline de bir bayrak tutuşturulmasından anlaşılıyor. Bandana olarak bağlanmamasına şükretmeliyiz sanırım.”

SOSYAL SORUMLULUK
* Bedava kanser ilacı
Lösemili Çocuklar Sağlık ve Eğitim Vakfı Lösev, Mayıs 2006’dan beri bir proje yürütüyor, adı da “Bedava Kanser İlacı”. Bu projeden bir e-posta zinciri sayesinde haberdar oldum ve maili başkalarına yönlendirmeden önce vakfı arayıp doğru olduğunu kontrol etmek istedim. Çünkü posta kutumuzu ve vicdanımızı bazen gereksiz yere meşgul eden sağlıkla ilgili maillere karşı biraz temkinli davranıyorum.
İşin özeti şu: Tedavisi bitmiş veya kaybedilmiş hastaların/yakınlarının bağışladığı ilaçları halen tedavi gören ve maddi durumu yetersiz kişilere ulaştırıyor Lösev. Lösev yönetim kurulu başkanı Pediatrik Hematolog Dr. Üstün Ezer, ülkemizde her yıl 150 bin yeni kişinin bu “canavara” yakalandığını ve tedavi maliyetlerinin kişi başına 275.000 doları bulduğunu söylüyor. Lösev’in bedava kanser ilacı projesinden yararlanmak için gerekenler heyet raporunuz, reçeteniz ve vakfa başvuru dilekçeniz. “Canavar”ınızın türü veya hasta için yaş sınırlaması yokmuş. Tedarik edilen ilaçların listesi sık sık değişiyor, kontrol etmeyi ihmal etmeyin. Detaylı bilgiyi aşağıda verdiği web yolundan alabilir veya Lösev’i arayabilirsiniz. (0 312 447 06 60)

http://www.losev.org.tr/duyurular/kanserilaci_yardimcagrisi.htm
Ayrıca Lösev, onkoloji hasta ve yakınlarından tarihi geçmemiş, kullanmadıkları kemoterapi ilaçlarını Lösev Lösante Lösemili Çocuklar Hastanesi’ne ulaştırmanızı rica ediyor. (Hastanenin adresi Turgutlu sk. Nu: 30 GOP ANKARA)


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Parafin (isim, kimya Fransızca parafine): Katran, petrol, neft vb. maddelerden çıkarılan, katı, beyaz, yarı saydam, buharı parlak bir alevle yanan, kimyasal etkenlere karşı ilgisiz, katı hidrokarbon, alkan.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Kalibrasyon: Fransızca kalibrasyon (calibration) sözü, “ölçü, ayar” anlamlarını taşımaktadır. Terim olarak ise “Bilimsel aletlerde mutlak ölçüden en küçük sapmaları saptama işlemi” anlamında kullanılmaktadır. Bu söz için TDK tarafından “ölçümleme” karşılığı önerilmektedir.

02 Şubat 2007


Hiç yorum yok: