31 Ocak 2010 Pazar

Kürtaj

Esas yazıdan özetliyorum hikâyeyi… (1)
(Tırnak içindeki bölüm alıntı ve koyu cümlelerde yazarın kendi tercihleri korundu.)

“Güzel ve akıllı kadındı. Hayatı ve yaşamayı severdi. Kocasıyla “Artık hayatımdan çıksan diyorum, bu ikili delilik sona erse...” türün bir ilişkisi olmuş ve sonunda bitmişti.
30’lu yaşlarının başındaydı o adamı tanıdığında…
Adam, yaşamında kendisine eşlik edecek, beraberlikten keyif alacağı bri partner arıyordu.
Uzun süre çıktılar.
Beraber oldular, beraber yaşadılar…
Zaman zaman tartıştılar, zaman zaman barıştılar ama ilişki aynı yoğunlukta sürdü gitti.
Bir gün kadın hamile olduğunu fark etti.
Erkek arkadaşıyla beraberdiler ama “çocuk” gibi bir kararları yoktu.”

Belki adam emrivaki kabul eder bu hamile kalma olayını diye düşünen kadın, bilemiyor ne yapması gerektiğini…
Sadece çocuğu doğurmak istiyor.
Sonra kadın en yakın kız arkadaşına soruyor. “Hamile olduğunu ona söyle. Uzun zamandır seninle ilişkim var. Çocuk yapacaksam bu beraberlikten dolayı senden başka kimseden çocuk yapma durumum yok. Onun için bu çocuğu doğurmak istiyorum” de diye akıl veriyor arkadaşı.
Ve kız da konuşuyor sevgilisiyle.
Daha önceki evliliğinden çocukları olan adam, bir başka çocuk istemiyor.

“Uzun zamandır beraber olduğu erkek çocuğu istemiyordu. Çocuğu aldırsa, yaşı her geçen gün geçecek ve bir daha ‘Çocuk sahibi olacak mı olmayacak mı, hamile kalacak mı kalmayacak mı’ bilemeyecek, muhtemelen halihazırdaki ilişkiyi bitirip yeni bir ilişkiye hemen başlayamayacak, dolayısıyla da fiziksel olarak çok da fazla süresi olmayacaktı önünde.
(…)
Bunu anlayabilmek için ya kadın olmak, ya da kadınları çok iyi bilen, kadın gibi düşünen o erkeklerden olmak gerekirdi.”

Kadının seçenekleri belliydi aslında:
“Ya ‘ne olursa olsun… Allah kerim’ deyip doğuracaktı.
Ya istemediği halde aldıracaktı.
Ya da adama hoşça kal deyip, adamın istemediği bebeği tek başına yetiştirmek üzere doğurup büyütecekti.”

Uzun uzun düşünmüş kadın.
Sonunda gidip çocuğu aldırmış.
Arkadaşları çok kızmış bu duruma…
Kadın da, ben söylesem, ben de böyle söylerdim diyeceğim güzel bir açıklama yapmış tüm arkadaşlarına:

“Bir erkekten bir çocuk yapmak, aslında o erkekle hayat boyu bitmeyecek bir bağ kurmak demek. Kadın ve erkek eğer çocukları olursa, bir daha birbirlerinin hayatlarından isteseler de gidemezler… Her zaman ortada bir çocuk vardır ve kadınla erkek o çocuktan dolayı birbirine bir şekilde bağlıdır… Birbirlerinin hayatlarının içindedir. Bu çocuğu istemedi. Bütün bir hayat, istemediği bir çocukla o erkeğin hayatında kalamazdım. O erkeğin de bu şekilde bütün bir hayatımın içine girmesine izin veremezdim…”

Yazar da şöyle yorumlar bu durumu: “Erkek farkında mıdır bilmiyorum ama ‘kolay kolay yapılamayacak bir fedakârlığı, çok az kadının göstereceği bir asaleti esirgemedi’ sevgilisi ondan.”

Doğru karardır yani kadının verdiği. Sonrasında ne yaptı, adamdan ayrıldı mı bilmiyoruz.

Yazar hikâyenin dersini de şöyle yazar:
“Hayat güzel şeyler yapanları, mutlaka güzel şeylere gebe bırakır.
Hülasa genç kadının hayatı, daha büyük mutluluklara gebedir…”


* * *

Kürtaj, vücudun bir bölgesinden doku veya büyümüş bir parçayı almak anlamına geliyor. Curette denen bir aletle yapıldığı için adı kürtaj. En çok da rahimde büyüyen bir parçanın :) alınmasında kullanıldığı için, anlamı daha darmış gibi geliyor.
Oysa zararlı doku kazınır vücudun bir bölgesinden, bunun adı da kürtajdır.
* * *

Kadın doğru bir karar vermiş, bir insanı kendine mecbur etmek, sevgisini zorunlu hale getirmek aşktan, sevgiden çok uzak bir durum.
Her ne sebeple olursa olsun.
Ben de hikâyeyi okurken, sizin için özetlerken, düşünürken şunları fark ettim kendimle ilgili.
Kutlu doğum ayıma giriyoruz yine :)
Ve “ben her bahar âşık olurum” misali, her sene doğum ayımda yenilenmişim ben, kürtajla kurtulmuşum gereksiz her tür asalak duygudan içimdeki.
Kendi içime dönmüşüm, içimdeki bahçenin ayrık otlarını temizlemişim, sakinleşmişim, durulmuşum, önümü görmüşüm, hayata inancımı yenilemişim.
Biliyorum, her şey geçiyor bir gün. En azından bir kadın için. Bir erkek ödemediği/ödeyemediği bedelleri ömür boyu içinde taşıyor, tüm ağırlıklarıyla.
Bir kadın genelde daha cesur davranıp sonuna kadar zorlayabiliyor ve kalırsa içinde “bir sızı kalıyor”…
Başka da bir şey değil…
Aşk mı?
Aşk hep bir köşede hazır bekliyor, sanki dilinin ucunda bir kelime gibi. Ve unutturuyorsun kendine…
Yazarın (üstteki hikâyenin yazarının) dediği gibi, “Bu Şubat’ta aşk sizi bir meçhulde beklemekte…”.
Olup biteni anlatın maillerinizde… Aşk sizi nerede yakaladı? Ya da ıskaladı…
Beni merak ediyorsanız da, “Duygusal Kör” (2) yazımı tekrar okuyun bir zahmet :)




“Hayat güzel şeyler yapanları, mutlaka güzel şeylere gebe bırakır.”




ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* Printer plane ve alabalık maceraları…
Printer Plane oldu onun yazılardaki adı ama ben ona Printer Oak adını koymuştum, daha güzel bir kelimeydi çünkü oak… Ama anlamca yeni lakabı daha doğru karşılıyor onu :)

Bir varmış bir yokmuş, erkeklerin avlandığı, kadınların ütü yaptığı çok klasik bir dünya düzeninde, Printer Plane abi ile Tomurcuk abla’nın yolları kesişmiş.
Printer Plane uzaktan hoşlanmış Tomurcuk’tan. Sonra tanışmışlar, kaynaşmışlar. Printer’in gözünde büyüttüğü Tomurcuk, sıradan head hunter bir yavrucuk çıkmış :).
“Balık severim, ben denizin kızıyım” demiş, gitmiş bir alabalığa vurulmuş. “Beni akşamları oynamaya çağırma, akşamları bizim parkeleri cilalıyorum” demiş, Printer şaşırmış, yoksa külkedisi kılığında bir odalığa mı vuruldum diye…
“Beni kültürel faaliyetlere davet et” demiş Tomurcuk. “Neler ilgini çeker?” diye sormuş Printer Plane.
“Fındıkkıran operası” deyivermiş Tomurcuk.
Printer’ın içindeki bütün hücreler gülmüş buna.
Sonra bilge anlatıcı yazarınız dâhil olmuş masala. Kötü kalpli, mutluluğu çekemeyen, şeytan yaşlı kadın rolünde.
“Yahu, Fındıkkıran opera değildir ki, Tchaikovsky bestelemiştir ve bir baledir” demiştir dayanamayıp.
“İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar” (3), kanmayalım cafcaflı ambalajlara diye dürtmüştür âşıkları…
Dış paketi açan iç pakettir. İç pakette denizden uzak, kuru bir hava varsa, dış paketten ne beklersiniz ki!
Rica ederim okuyucu ısrar etmeyiniz, daha fazla anlatmayacağım, bu masalın sonunu herkes biliyor.

Gidiyorum, birkaç başka şeye takıldım ben…
His yordamıyla tanımaya başlarım çünkü ben bir insanı. İnceliklere takılırım… Upuzun bir akşam boyunca hiç bıkmadan arabanın kapısını açmak, duman molasına vb. gidip gelince, sohbetini bölmeden bir bakışla onaylamak “sağ salim geldin, gözüm yollarda kaldı” diye, bir adım geriden yürüyüp hep yol vermek. İyi şeyleri takdir etmek, sıkıntılı durumlarda sakin kalmak…
Bunlar iyi şeylerdir, aslında harika şeylerdir. Böyle başlayıp da içinden “dana” çıkanları da gördük. Hayatın kırıp büktüğü insanları da. Üzüldük onlar için. Zamanı gelecek onların da… Toparlayacaklar. Printer Plane beni birisiyle tanıştırdı, harika sohbetler ettim onunla. Her biri bir molada, 3-5 dakikalık derin dalışlar yaptık hayata. Ve daha iyi anladım birçok insanı şimdi, mesela AD aslında çok harika bir prens. “Bir doz almadan gelme yanıma” diye takılırdım ona, içindeki harikayı gördüğüm zamanlarda. Sonra sahte sanmıştım. Doz’luyken rüya prensi, uyanınca gel-git’li “dana”… Meğerse içinde gördüğüm gerçekmiş, sadece o korkarmış onu göstermekten. Ah, bu korkular, neler ediyorlar insan hayatına…
Kürtajla onlardan da kurtuluversek şöyle bir…
Ben gidiyorum okuyucu, takıldım birkaç şeye…
“Saçlarından öperim”.
Ah, ne güzel bir hoşça kal…

* Hayvan sevgisi ağır basıyor!
Gecenin bir köründe, bir kanaldaki saçma sapan bir evlilik programına gözüm takıldı. Daha doğrusu kulağım…
Kadının biri 2. eşinden yakınıyor, “at yarışı oynuyor” diye. Bir diğeri “horoz dövüştüren” eski kocasının pişman olduğunu ve onu geri istediğini ama kendisinin yeni bir koca aradığını anlatıyor. Sunucunun yorumu ise “bazen adamların hayvan sevgisi ağır basıyor”. :)
Yok ya, hanım abla :), esas biz kadınların hayvan sevgisi ağır basıyor. Şu öküzlerden, danalardan bir türlü kurtaramıyoruz kendimizi.
Star Wars karakterlerinden Qui-Gon Jinn “Denizde her zaman daha büyük bir balık vardır” diyor. Baksanıza kısmetimiz olacak erkeği bile bir hayvanla özdeşleşmişiz :)

* Bencillik daha evrimleşmiş kişinin özelliğiymiş!
Bazı arkadaşlar :) tarafından “bencil, dik başlı olmakla, kendi cumhuriyetinde yaşamakla, laf dinlememekle” suçlanıp durdum son birkaç yıl içinde. Yakın dostlar değil beni suçlayan… Ayrıca hiçbirini de kabul etmiyorum bu suçlamaların :).
Kimin lafını dinleyecekmişim? Sadece kalbiminkini dinlerim çünkü. Neden bencil olmayacakmışım? Ben’le başlar bütün dünya. Ben yoksam sen yoksun çünkü. Neden dik başlı olmayacakmışım? Daha sevilebilir olmak için mi? Başka hiçbir şeyim yok mu yoksa çok sevilecek? Neden kendi cumhuriyetimde yaşamayacakmışım ki? Cumhuriyet bu, diktatörlük değil. Sen de al gel kendi cumhuriyetini, demokratik, büyük bir ülke kuralım. Allah, Allaaaaah…

Son yapılan bir araştırma beni temize çıkardı. O kadar da kötü ve istenmeyen bir model değilmişim meğerse :)
Harvard Üniversitesi tarafından yapılan yeni araştırma “agresif, çabuk sinirlenen, hiç kimsenin ne düşündüğünü önemsemeyen ve hoşgörüsüz” insanların, evrim basamağında sakin ve yardımsever insanlara göre daha yüksekte olduğunu göstermiş.
Harvard’lı bilim insanlarına göre, yardımseverlik ve paylaşma duyguları “evrim olarak daha az gelişmiş insanlara” has duygular.
Araştırmanın yöneticisi Victoria Wobber’a göre, paylaşmak ve iyi niyet, “evrimsel” olarak, bağların sıkılaştırılması dönemine denk geliyor. Bağlar ve sosyal yaşam sıkılaştıktan sonra da bir sonraki aşama, agresiflik ve bencillik oluyor.
İlişkiye göre yorumlarsak bu araştırmayı, ilişkimize daha ilkel duygularla ve daha ilkel bir seviyede başlıyoruz. Kişisel alan korumasının ve kavgaların başladığı zaman ise evrimleşmeye başlıyoruz! :)

* Forumda fink atan uydurukçulara :)
Gerçek casa teşekkürler sıfatı bulduğun için. Aynen senin tanımlamalarını kullanacağım. Nuriyaaanım ve Sümeyyanım, soyadlarınıza kadar yazınca daha gerçek karakterler olmuyorsunuz. Yemezler! :)
Ayrıca, LA’de doğmuş olmanız lazım demişsiniz benim için, herhalde Golden Globe’lara takıldınız. Ama “Golden Globe seremonisinin” LA’yle alakası yok. Altın Küre ödül töreni, Beveryl Hills’te yapılıyor, bu şehir de California’da. Pardon sizin bilgi kıtlığınıza / dağarcığınıza uygun yazayım: CA’da. :)
İyi veya kötü gelen hiçbir yoruma müdahale etmiyorum. Sildirebiliriz, koydurmayabiliriz. Ama dokunmuyorum.
“Sokaklar daha akıllı ve güzellerle dolu” demiş biriniz. İkiniz de birsiniz ya, hadi neyse :)
Öyledir tabii ki, gelsin buyursunlar, verelim bu köşeyi.
Bekliyorum, bekliyorum, gelen giden yok.
Herhalde Kuruçeşme mekânlarında “kelle” yemekle ya da Nişantaşı sokaklarında “koca/babacık” limitinden alışverişle meşguller. Akıllarını, güzellikleri yolunda kullanıyorlar demek ki.
Teklifim burada. Bekliyorum hanımlar…



İzler
1- Reha Muhtar, Vatan Gazetesi, 31 Ocak 2010
2- “Duygusal Kör”… Haftaya Cuma yeniden yayında olacak.
3- “Duygusal Kör” yazısından bir alıntı…

31 OCAK 2010

“Çok boynuzlu biri olarak söylüyorum”

Kafamın karışık, kalbimin buruk, gözlerimin yaşlı, bedenimin yorgun olduğu bir gecenin sonunda uyumaya çalışırken, Habertürk kanalında Hülya Avşar’ın programının tekrarına denk geldim. Cemil İpekçi’yi görünce bir dinleyeyim dedim.
Yeni koleksiyonunun adının “Monsieur Butterfly” olduğunu söyledi. Ben muzipçe gülümsedim. Aklıma neler geldi neler, Puccini, Jeremy Irons, John Lone…
Hülya Avşar’dan ise tepki yok.
Oysa KLM’e anlattım, daha duyar duymaz “Aaaa, ne hoş” deyiverdi.
Madame Butterfly, Puccini’nin en önemli operalarından biridir. 1904’de sahnelenmiştir ilk olarak.
15 yaşındaki geyşa Butterfly, (Cio-Cio San) Japonya’ya gelen Amerikan subayı Pinterkon ile evlenir ve dinini değiştirir. Bu davranışını kendi kültürlerine bir hakaret olarak gören ailesi Butterfly’ı reddeder. Pinterkon bir süre sonra evi terk eder, hamile kalan Butterfly sabırla eşini bekler. Pinterkon ise Amerika’da evlenmiştir. Üç yaşına gelen oğlunu almak için Butterfly’ın yanına Japonya’ya gelir, eşinin kendine ihanet ettiğini gören Butterfly ise, ailesinden kalma hançerle intihar eder.
Puccini operasını Uzakdoğu ezgileriyle süslemiştir. Amerika’da en çok sergilenen 20 opera arasına giren Madame Butterfly, Türkiye’ye opera kültürünün girip gelişmesinde önemli rol oynamış.
Cemil İpekçi, eşlerine en sadık ve en hizmetkâr olan iki kültürün Türkler ve Japonlar olduğunu düşündüğünü, o yüzden yeni koleksiyonunu böyle isimlendirdiğini anlattı. Ama dikkat ediniz, Madame Butterfly değil, Monsieur Butterfly…
(Madame Fransızca Bayan, Monsieur ise Bay anlamına gelir.)
Tabii ki Hülya Avşar’ın konudan bihaber olduğunu gayet açık anlıyoruz sessizliğinden…

Oysa ben filmi daha da ilginç bulurum her zaman.
Başarılı Amerikan oyun yazarı David Henry Hwang’ın 1988 yılında yazdığı oyun, 1993 yılında David Cronenberg’in yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır.
Aklımdan çıkmayan birçok sahnesiyle M. Butterfly’da Jeremy Irons’ın muhteşem ve Butterfly Song Liling’i oynayan John Lone’ın sıra dışı oyunculuğuna şahit oluruz. (John Lone’u Son İmparator filminden de hatırlayabilirsiniz.)

Üstelik M. Butterfly adındaki tam da İpekçi’nin yeni koleksiyonuna uygun bir şifre…

Çünkü konusu şöyledir M. Butterfly’ın…
René Gallimard (Jeremy Irons) Vietnam savaşı sırasında Çin’deki Fransız Büyükelçiliği’nde çalışan bir diplomattır. Puccini’nin Madame Butterfly operasını dinlemeye gider ve egzotik şarkıcı Song Liling’e (John Lone) aşık olur. İlişkileri başlar ama Song çok utangaçtır ve tamamen çıplak olarak göstermez kendini Gallimard’a…
Song’la bir çocukları olur (masusçuktan  ), Komünist’ler tarafından kaçırılır, Gallimard Fransa’ya döner, Alman karısı onu boşar.
Film çiftin arasındaki “aşkın” cinsel gerilimini ve tutkunun dolambaçlı yollarını çok güzel yansıtır.
Daha sonra anlaşılır ki, meğerse Song Komünist hükümet için çalışmaktadır ve Fransız’lardan bilgi alabilmek için Gallimard’la takılmaktadır.
Ve yine daha sonra anlaşılır ki, (çünkü film sonuna doğru çırılçıplak kalır Song), Pekin tiyatrosunda tüm kadın rollerini erkeklerin oynar.
Gallimard: Pekin Operası’nda neden kadın rollerini erkekler oynar?
Song Liling: Bir erkeğin ne görmek istediğini en iyi bir erkek bildiği için.

Karşısındaki insan değmese bile, Gallimard aşkını safça yaşamıştır…
Ya işte böyle :)

Tabii ki Hülya Avşar’ın konudan bihaber olduğunu gayet açık anlıyoruz filmi aklına getirip de, İpekçi’nin muzipliğine gülümsememesinden…

Cemil İpekçi seminer veriyormuş ayrıca. Kadınlara, kadınlık semineri. Ah, onun yarısı kadar sebatkâr ve laf dinleyen bir dişi olabilmek için çalışıyorum bu aralar :)
“Çocuğum varsa, onu ayrılmış bir anne-babaya mahkûm etmem. 22 defa boynuzlansam da ayrılmam.” dedi İpekçi.
Hülya Avşar da “Ben çok boynuzlu biri olarak söylüyorum, öyle işlemiyor işte işler” dedi.
Nasıl işliyor bilemiyorum.
İnsan başına gelene kadar bir ton şey söylüyor:
“Şüphelendiğim an terk ederim.”
“Yakaladığım an öldürürüm.”
“Ben de onu aldatırım.”
“Çok muhtacım kalırım.”

İşte liste böyle gidiyor. Evlilik, çocuk gibi faktörler işi değiştirebilse de, kararı etkileyebilse de, insanın kendini nasıl hissettiği kadın-erkek fark etmiyor galiba.
Aldatılan zayıf, istenmeyen, umursanmayan, gözden çıkarılmış, çirkin, özgüvensiz… (vb.) hissediyor.
Aldatanı bilemeyeceğim, o tarafla özdeşleşmem çok zor. Aldatmak mı aldatılmak mı diye sorsanız, aldatılmayı tercih edebilecek kadar güçsüz bir hareket olarak görüyorum aldatmayı.
Çünkü aldatılan değil, aldatan daha güçsüz...
Ben de aldatan’la özdeşleşemem bu yüzden :)
Evlilik, çocuk gibi faktörlerin yanı sıra, kararı etkileyen bir başka ve çok daha ağır basan bir şey var: Sevgi / Aşk.
Adamı seviyorsanız, adam olacağını düşünüyorsanız, hatta size bunun için söz veriyor ve gerçekten çaba gösteriyorsa, terk etmezsiniz. Tabii bu sözleri almayıp, bu çabayı görmeden devam ederseniz, aşkınız ağır bastığı için, sonra ilişkinizi gereksiz yere zorlayabilirsiniz.
Çünkü siz affeden taraf, normalden 5 kat daha fazla özen isterken, karşınızdaki utanç ve güçsüzlüğünün altında yıkılıp bu yüzden de hırçınlaşıp daha da özensiz olabilir.
Bu durumda yapılacak tek şey, acil durum camını kırmaktır.
Sonra derin bir nefes alıp, hayatınızı toplarsınız.
Daha sonra ikiniz de adam olursanız, aşkınız yangınlardan geçmiş, küllerinden doğup güçlenmiş olarak, sıfırdan tertemiz bir şekilde başlar ve sürer de sürer…
Haydi hayırlısı… :)


Alternatif son:
Hülya Avşar’a pek tabii ki…

Çalışmak şöyle bir şey: Bir röportaj yapacaksan, bir program yapıyorsan, konuğunla ilgili bulabildiğin her şeyi okumalısın. Bu bilgilerin içinde, anlamadığın ne varsa da, öğrenmeye çalışmalısın.
Kültür şöyle bir şey: Yıllar içinde birikmediyse, sokmaca akıldan akıl olmuyor!





PS1. Süüüüper ÇOK okunmuşuz. Sitenin ilk rekorunu kırdık! Yıllar önce de haftanın en çok okunanı olan bir köşe yazımla yine rekoru kucaklamıştık  Bin ve katlarında okunuyoruz. Binlerce TEŞEKKÜRLER!

PS2. Bir rivayete göre diyeceğim çünkü kontrol etmediğim bir bilgi. M. Butterfly oyunu ve filminde geçen Fransız diplomatın olaylardan sonra uzun yıllar İstanbul’da yaşadığı ve adının Bernard Boursicot olduğu, 20 yıl boyunca kadın olduğuna inandığı ajan Song’un adının da Shi Pei Pu olduğu söyleniyor. Bilen beri gelsin!


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK


* Teşekkürler bebeğim, hayallerimi gerçek kılıyorsun…
Oscar’ların habercisi ve öncüsü Golden Globe’lar dağıtıldı.

- Avatar’ın yönetmeni James Cameron, 10 yıllık evli olduğu eşine teşekkür etti. Ah ne kadar güzel bir iltifattı duyanlar için…
“Teşekkürler bebeğim, hayallerimi gerçek kılıyorsun…”

- En iyi aktris olarak ödül alan Sandra Bullock ise gözleri dolarak teşekkürünü şöyle bitirdi: “Eşime teşekkür ediyorum. Seni tanıdıktan sonra, işlerimin çok daha iyiye gitmesi hiç şaşırtıcı değil çünkü daha önce arkamı kollayacak birisi olmamıştı.”

- Neredeyse yurtdışında başladıklarından beri seyrettiğim iki dizi Dexter ve House MD. Yıllardır Amerika’da oynadıkları akşam “indirdiğim”….
Adli bilimler bağı için, ayrık otu olduğu için, buna rağmen normal ve sıradan dünyaya uyum sağlamaya razı olduğu için yani bana benziyor diye daha da sevdiğim Dexter ve benden daha girift diye, daha patavatsız diye, daha müdanasız diye aşık olduğum House.
Sonra beni iyi tanıyan eski bir arkadaşım, “Sen daha çok House’sun, Dexter’ını içine gizliyorsun.” dedi.
Onun gözünden baktım, sanırım haklı.
Golden Globe’a ikisi de adaydı ve Dexter aldı. Doğruyu söylemek gerekirse, biraz üzüldüm, ben (bu durumda House :)) almak istiyordum.

- Meryl Streep ödülünü alırken çoook güzel bir konuşma yaptı. Keşke metin halinde bulsam da yazsam ya da youtube’dan videosunu bulabilirsiniz. Golden Globe’un bütünüyle en güzel konuşmasıydı diyebilirim. “Gerçek hayatta olup bitenleri bilirken, mutlu film yüzümü takınıp da gelmek ne üzücü” dedi.
Gayet iyi bilirim, ben de oyunculuğumu böyle ustalaştırdım. Gerçek hayatta olup bitenleri sindirmek, susturmak, saklamak için mutlu film yüzümü takına takına…

- İkinci güzel konuşma da Martin Scorsese’nin konuşmasıydı. Bilgi yüklü, samimi ve alçakgönüllü…

- Drama film dalında en iyi aktör olarak Golden Globe alan Jeff Bridges uzun uzun ayakta alkışlandı. Ne hoştu! Ne mutlu edici…

* Ağca kafayı yemiş!
Tahliye olurken İngilizce açıklama yaptı. Kendisi “ilahi adaletin bir parçası olarak insanlığın geleceğinin ne olacağına karar” verecekmiş. “Dünyayı yok edeceğiz, göreceksiniz” dedi. Sen zahmet etme Ağca, biz zaten insan olamayarak yeterince iyi beceriyoruz bunu.
Yine de biraz kahkaha için Ağca’nın 23’ündeki basın açıklamasını heyecanla bekliyoruz.

* Ağlayacak derdimiz yok ki mendil alalım…
Geçenlerde Krik-Krak İstanbul’daydı ve çok sevgili dostlarımdan ikisini görmek istedi özellikle. Biri KLM ablaydı, Cuma akşamı gittik evine gördük onu. Cumartesi de, Kahramanlar dizisinin güzel oyuncusu EnoktaG’yi gördük. Aşkın ışığını da eklemiş kendi aydınlığına. Gözümüzü aldı. Krik-Krak'ı çok sevdiğim MiniMüzik’e götürmek istiyordum, anlattım, “SGS, Genç ve BSI gitmiştik geçenlerde yine, Kenan Doğulu, Nev ve Teoman birlikte geldiler, bizim BSI’nin arkadaşıyla da Teoman birbirlerine aşk ilan ettiler”…
“Aaa, hadi Kenan’ı arayalım, o da gelir uygunsa dedi EnoktaG. Baktık saat geç, attık mesaj. Ay ne çabuk cevap geliverdi. Afferim oğlana. “Üç gündür dışarıdaymış, yorgunmuş” ama olsun, bir başka sefere artık…
Neyse bu girizgâh hikâyenin sonuçları şunlar:
1- Gittik MiniMüzik’e yine. BSI’yi alıştırmışız mekâna, rastlaştık orda :) Krik-Krak çok sevdi mekanı. Kimse kimseye bulaşmıyor. Arka tarafa yayılıp etrafı seyredip sohbet etmek bile çok keyifli. Ben de “Ahhh,” dedim, “Bir gün AD’yle burada keyif çatmak çok isterim. Onsuz hep eksik”…
2- Yine bir Pazar sabahı bir magazin programında Kenan Doğulu’yu gördüm, bize söylediği o üç günden birinde yakalanmış kameralara :) Bir çocuk mendil satmak istiyor. Doğulu’nun cevabı: “Ağlayacak derdimiz yok ki mendil alalım!”
Herkese kısmet olsun umarım, böyle söylemek, böyle hissetmek…


selcencosmoz@gmail.com


22 OCAK 2010

Şahsi 2009 Bilançosu

OCAK: “You’ve got everything now” (1)
Evet, her şeye sahibim. Kendime en başta. 2009 kişisel tarihime göre, değişik başladı. Sevdiğim biriyle, normalde sevmeyeceğim başka insanlarla sıradan bir yerde girdim yeni yıla. El emeğiyle bir hediye yaptım “sevdiceğime”. :)
Yıllardır istediğim bir alanda akademik kariyerime devam ediyorum. Finallerimden çooook yüksek notlar aldım.
“Güzelim, sağlıklıyım, akıllıyım, çalışkanım, harika bir ailem var, harika dostlarım var, vb. vb.”…
Annem hâlâ Amerika’da.
Kule’nin hamile kalmasının 5. senesi. Kutlanacak bir sürü şey var. Müteşekkir olacak çok şey.

ŞUBAT: “Someone must look at me and see their sunlit dream” (2)
Kutlu doğum ayım :). Sonuna kadar keyfini çıkardım.
Yıllardır ilk defa 14 Şubat’ı kutladım.
Bir sürü sevdiğim dostumun doğum günü de Şubat’ta. Mesajlar çektim, telefonlar ettim, kalbimden kopup gelen güzel sözler söyledim. Kendime bir kere daha inandım. Doğum günümde arkadaşlarımla Fatima Spar konserine gittik, organizasyon firması bana jest yaptı, hepimizi onlar ağırladı. Yine geçen seneki gibi 2 doğum gününü bir arada kutladık. Önce dalış buddy'im Selda'nınki... Benimki gece yarısı başladı ama ilk duyduğum “sevgili” birinin “I love you Fatima” çığlıklarıydı. Çaktırmadım ama bozuldum.
Dostlarımın sürprizleri çooook mutlu etti beni.
Bir sonraki hafta, sevdiceğim beni bir adaya, tarihi bir otele götürdü. Oteli kapatmış sanki, keyif çattık, yürüyüş yaptık. Dinlendik. Hem de benim modelim yapmaya çalışmış, sürpriz olsun diye de uğraşmış birazcık. Kıymet bildim.
Güzel teklifler aldım. İnandım, hayal kurdum. Harika uykular uyudum 
Yıllardır hayal ettiğim ama sağlık sebebiyle uzak durduğum bir hayalime daha elimi uzattım, gözümü kararttım çünkü: dalmaya başladım.
28’inde ise “Different sense of freedom” günümün 2. yıldönümünü kutladım. Yanlış bir “evet”in yolundan dönmemin. Derin bir nefes alarak… Şükrederek…

MART: “It cannot be given, so it must be taken” (3)
Hayatımda ilk defa birisinin doğum günü için bu kadar uğraştım. Arkadaşlarını toplayıp sürpriz bir yemek ayarladım. 35 bin defa pasta kestik, evde, lokantada, hafta sonu tatilinde… Fotoğraflar çektik. Bir sonraki hafta onu şehir dışında bir SPA merkezine götürdüm, masajlar, sağlıklı yemekler, iltimaslı bir bakım alsın diye. “Kimse benim doğum günümü kutlamadı böyle” demişti. İçimde bir şeyler kırıldı, fazlasını hak ediyor çünkü.
(2010 yılının Mart ayının şarkısı, “It’s not your birthday anymore”)
Çok değerli bir yüzüğümü kaybettim, gece geri döndük, arandık tarandık, Yüzüklerimin Efendisi ilan ettim O’nu. AD’yi. Buldu. Bundan sonra da hep o korudu yüzüklerimi :).
Hayatımda ikinci defa (ilkini kendime yapmış ve bir daha asla yapmam diye yeminler etmiştim) dolma sardım. Yine çok güzel oldu. İsteyince alasını yapıyor insan.
Aynı gün, hayatımda ilk defa birisini öldürmek istedim, hatta ölmesin ve sürünsün istedim.
Çoook güvendiğim biri, arkamdan dolaplar çevirmiş, bir mail aldım gecenin bir yarısı yorgun argın eve geldiğimde. Sonraki 12 gün cehenneminde o çok sevdiğimden bir sürü yalanlar dinledim, tükendim. Karacehennem kızın içindeki çamurları anlamaya çalıştım. Gerçek, saf kötülükle yüz yüze geldim. Bir gün hesabı yapılacak bunun. Onun ve yukarıdakinin arasında.
Değiştim…
Kırıldım, yamalanamadım, gücü yoktu O’nun, AD’nin, korkuyordu çünkü “Biz birbirimizi bu kadar çok severken, neden bize bunu yapıyorlar?” dedi. Bu sözü ona senenin sonunda hatırlatmak istedim. “Biz birbirimizi bu kadar severken, neden yarım kalıyorsun” demek istedim.
Gerçek kötülük değiştirdi beni, karşımdakinin çabasızlığı, geri çekilmesi, beni yatıştıramaması değiştirdi beni. Kırıldım, çoook kırıldım.
Değiştim.
Çoook değiştim.

NİSAN: “Existence is only a game” (4)
Dedemin vefatının 1. yılı. 1 Nisan şakasının sene-i devriyesi.
Melda bannemin 80 küsuruncu doğum günü :).
Gözcümün (KLM) 20. evlilik yıldönümü.
Annemlerin bilmem kaçıncı evlilik yıldönümü. (söylemiyorum, yaşım ortaya çıkmasın diye : p)
Geçen ayki travmanın izleri hayatımın her tarafı sardı, ama Adli Travmatoloji dersinden 100’le geçtim. Bir işe yaradı demek ki.
Paranoyak biri oldum çıktım. Hiçbir şeye inanmayan. (Yoksa zaten hep böyle miydim? :) ) Altın tepside sunduğum güvene ihanet edildi, ne yapabilirdim ki? “Sevgim değişmedi, saygım sarsıldı, güvenim yok oldu ama toparlayabiliriz, çünkü birbirimizi seviyoruz” dedim. Büyük laf etmişim, altında kaldım. Öldüm. Tek başına bir yere gidemiyor insan. İlerleyemiyor.
Ama Kaş’a gittim, dalmaya. Sevdiceğimle yaşlanınca (hahahahaaa. Gülüyorum, hayalin bu kadar ileriye, yaşlılığa kadar uzanması benim uydurmam çünkü. O ne bugünü, ne yarını istiyor.) yaşayacağımız yere. Rezalet bir dalış geçirdik, sonra protesto ettik firmayı ve kendi arkadaşlarımızla gruptan ayrılıp araba kiralayıp, tekne ayarlayıp tatil yaptık. Noel babayı ziyaret ettik, hacı olduk :).
Sağ elimin başparmağını kırmışım, haberim olmamış. Doktor yanlış kaynamış deyince “eee, o zaman kırıp doğru kaynatalım” diyecek kadar boş vermişim kendime. :(
Büyücülüğüm had safhada. Dr. G (nam-ı diğer Editör Bey) uyarmıştı O’nu, “kırma kalbini bu kızın, beddua etmez ama korunuyor o” demişti. Kızın teki beni kızdırdı, AD de çanak tuttu buna. Ertesi gün kız kolunda 7 dikişle geldi. Hemen fotoğrafladım bu anı. Cadı kariyerimin foto albümü için.
İlk aşkımı gördüm (30 yaşında âşık olmuştum, ilki için biraz geç). Bir röportaja gidiyordum, seslendi arkamdan. Ne hoş, ne ışıklı görünüyordu. Sevik vardı yanımda, onayladı o da. Ne kadar sade, ne kadar çocuk görünüyordum. Beni ilk defa kotla gördü, mikili t-shirt’ümle. Yaşamadık ya aşkı, sadece söyledik birbirimize ama dokunmadık ya, kirlenmemişti hiçbir şey. “Gel mutlaka gel” dedi 3 kere. Gitmek istedim ama gitmedim. Arkadaşlığımızın, saflığımızın yerli yerinde durduğunu görmek yetti bana.

MAYIS: “Satan rejected my soul. (…) He’s seen my face around.” (5)
Haftalardan sonra ilk defa AD’nin evine gittim. Kırıklığımı içime saklayarak…
Hoca’mın doğum günü, KLM’ imin doğum günü.
Heyecanla beklediğim Depeche Mode konseri iptal oldu. Çoook üzüldüm.
Dave’in hastalanmasına değil, 2008’den beri beklediğim konserin iptal olmasına.
Hoca’mın kızı Bugga girdi hayatıma. Bambaşka bir dünya daha açıldı gözlerimin önünde.
Sevik’le “Cinsiyet değiştirme ameliyatları ve insan hakları ihlalleri” sunumumuz başarılı oldu. Enstitüde ilk defa röportaj ve videoyla sunum yapan biz olduk.
Yine Sevik’le “Olay Yeri, Medya ve Profilleme” sunumumuz çooook başarılı oldu. Öğrenciler bir sonraki derse gitmeyip bizi beklediler, normal süreyi aştık, kimse yakınmadı. İlk defa uzman misafir getirdik bir sunuma. Bu sunum akademik kariyerimi değiştiren sunum oldu. Cosy’le hayatımız bu vesileyle kesişti.

HAZİRAN: “I never wanted to kill, I am not naturally evil” (6)
Rahmetli Ercan Arıklı’nın vefatının 6. yılı.
Kara kızımın vefatının 4. yılı.
Köpük oğlumun vefatının 3. yılı.
Cosy girdi hayatıma. Çok şey değişti. “İyi ki varsın, olmazsan eksilirim” diyeceğim insanlardan biri daha.
Dalma kulübümüzü değiştirdik. Dalış buddy’im Selda’nın lise arkadaşı olan yeni ekibi, Denizatı’nı, çoook sevdik. Yıldızlarımızı aldık, apoletimize galaksiyi dolduracağız bu gidişle.
O’nunla 1 yılı devirdik.
“Seni seviyorum, korkuyorum yanlış yapmaktan, hoşuma gidiyor kalbimin sadece sana açık olması, tıpamı rafa kaldırmam, korkutuyor senin de benim gibi zor biri olman ama seviyorum seni… Birbirimizin keyfini sürmek istiyorum, plan yapmadan. Zamanımız daralıyormuş gibi.”
Diye yazmış.
Plan yaptım.
Hikâyenin sonunu gördüm. Ama inat ettim, sıfırdan başlayabiliriz diye. Başlayabilirdik, değerdi buna. Değerdik buna. Bundan sonraki aylarda geriye saydık, sinsice. Kendimize bile çaktırmadan.
Bir sene bitti.
“I know it’s over / It never really began / But in my heart it was so real”
(Biliyorum ki bitti / Hiç başlamamıştı ki / Ama kalbimde tamamen gerçekti)

TEMMUZ: “Sing your life” (7)
Chantage konseri. Biraz yatıştırdı. Hem özlemi, hem Depeche Mode hezeyanını… 13 ay önce gitmiştik birlikte ilk defa. 13 aydır istemiştim. Ancak iki eliyle pipisini… :)
Duman’cığım öleli 9 yıl olmuş. İlk oğlum…
Harika bir tekne tatili yaptık. Ama ilk tekne tatilim çooook daha iyiydi. Arkadaşlarımla hayatım boyunca çıktığım ilk tatildi o.
Cadılığım bir emaresi daha ortaya çıktı. Dr. G yanımdaydı, tescilledi yine.
Tabii ki dalış gezileri son hızla devam etti ve konser keyifleri de…

AĞUSTOS: “And why did you give me so much love in a loveless world?” (8)
KLM’in annesinin vefatının 2. yılı.
Mabel’imin annesinin vefatının 13. yılı.
Benim “ağzım dilim bağlanıp” evet dememin 5. yılı. Vardır bir hayır bu derste dedim sürekli. Belki bu sayede AD’nin kıymetini daha iyi bildim. Ya o benimkini? Bildi mi?
Saçlarımı ilk defa kökünden kestirişimin 4. yılı.
Yazlığa gittim babaannemle. Onu dünyasının kıstası olduğumu görmek iyi geldi tekrar.
Ramazan başlamadan döndüm. Yazlıkta oruç olmuyor mirim… Artık yaşlandık çünkü.

EYLÜL: “Silence is your answer” (9)
Cosy’nin doğum günü.
Dr. G’nin de… Mabel’imin ve teyzemin de…
Bu ay hiç kimsenin vefat yıldönümü yok.
Ama ilk göz ağrım kızımı kaybettim. Sarman’ım bizi bırakıp gitti. Annem çooook üzüldü. Ben de… Ama çaktırmadım. İçime bastırmayı tercih ettim acıyı.
AD (yani O) ayrıldı işinden. Zaten uzundur mutsuz olduğunu söyleyip duruyordu. Dua ediyorum onun için çok.
Ramazan huşu içinde ama ite kaka, tökezleye tökezleye geçip gitti.
Sessizlik, içe dönüş, şükür…

EKİM: “I’m yours, everyone knows” (10)
Kuş’umun doğum günü. Ah ne çok doğum gününü unuttum bu sene yine. Ajanda da yazması da işe yaramıyor maalesef. Dalgınlığım had safhada…
Akdeniz Adli Bilimler Kongresi’nde yer aldım. PR işlerini yaptım, son dakikada üstüme kalan konuşma çevirilerini yaptım, ev sahipliği yaptım, akademik hayatıma katkının ilk adımı sözel bir sunum yaptım, araştırmam için. Cosy yanımdaydı, MKG destek verdi. Başarıyla çıktım altından. Kendimi çoook iyi hissettim, iyi yaptığım şeyleri yapmayı özlemişim. Kendimi özlemişim.
Başçı tekrar geldi hayatıma…
Ay sonunda Ankara’ya gittim, Krik-Krak evlendi çünkü. Herkesin gözün aydın :) Hep mutlu olsun kalbinde, yanında büyüdüğüm dostum…
SGS’da (adı bu olacak yazılarda çünkü onun markasının ilk harfleri de bu) kaldım, evimde gibi hissettim. Yoruldum… Eğlendim. AD gelmedi, üzüldüm, aramızdaki çatlak daha da büyüdü sanki. Hiçbir şey yapmadan öylece durması beni deli ediyor. Düğünden sonraki gece eğlendik, eve girerken düştüm ve sağ kolumun dirseğini çatlatmışım. Ama tabii bunu 20 gün sonra öğrendim, ağrısı geçmeyince ancak doktora gitmeyi akıl edebildim.

KASIM: “You were good in your time” (11)
Ankara’dan geldim.
Garip, çiziklerle dolu bir Nişantaşı yemeği yedik AD’yle.
Sonra harika bir Cihangir öğleden sonrası. Bir başka gün. Sanki onun iç sorunu yokmuş gibi, sanki benim hiç sorunum yokmuş gibi. Sanki bizim için her şey yolundaymış gibi. Her şey çok aşk dolu ve büyülüymüş gibi hissettim. Ne güzelmiş bu his, özlemişim…
Ben o akşam, AD ertesi gün hasta oldu. Bir gün sonra da dondu her şey. Birisi içimizdeki pimi çekti.
67 defa aramışım.
Kaza mı yaptı, başına bir şey mi geldi gibi insani endişelerden, neler karıştırıyor gibi kızsal durumlara geçtim. Nefret ettim kendimden. Sevdiğim için, bu kadar umursadığım için. Duygusal körlüğümü benden alıp gittiği için.
3 gün süründük ondan sonra, hep telefonda… 18.ay kutlamamı Frontera’nın dibinde tek başıma geçirdim. Mabel’im evlendi, ailem ordaydı, AD de olacaktı, olmadı. İlk defa ailesel tüm efradın olduğu bir düğünde dans ettim, Dr. G’yle. Annem istedi çünkü.
“Hayatımın en değerli şeyi sensin, seni seviyorum” masalları sustu.
“Öylece gittin yanımdan, aklım takıldı” dedi.
Takıldım kaldım bende, yoldaki bir tümseğe. Uykusuz, enerjisiz, yerde buldum kendimi. Tanımadığım adamın biri beni hastaneye götürdü. Rutin şeyler yapıldı. Olası birkaç şey söylediler. Sonraki hafta, kalpsel şeyin doğru olduğunu anladık, geçmişten beri pırpır ederdi, teşhisi konmuştu zaten.
“Geleyim mi?” diye sorması bittiğim andı benim :)
Sonra Meyra geldi, tüm her şeye ilaç gibi. Âşık oldum ilk defa bir bebeğe.

Ayın söz sözü AD’ye…
“You were good in your time… And we thank you so… (…)
Are you aware, wherever you are, that you have just died?”
(Sen kendi zamanında iyiydin… Ve biz sana teşekkür ediyoruz –ben, keyfim ve kâhyam olarak diye ekleyeyim de söz anlam kazansın, Thanks KLM abla-.
Farkında mısın, her nerdeysen, biraz önce öldün?)

ARALIK: “I’m OK by myself” (12)
Tütik’in doğum günü.
Queen Bee’nin doğum günü.
BSI hayatımıza girdi :) Sevdik onu toptan.
Benim hiper yapıma uymayan bir spora başladım: yogaya.
İyi geldi. Bugga’yla yoga buddy olduk.
Akşamları öğrencilerimi arttırdım. Tezime başladım.
Kardeşimle vakit geçirdim, ailemle yemekler yedim. Annem acımı sıvazladı, beni sarmaladı. Meyra’yla oyunlar oynadım, altını değiştirdim, şarkılar söyledim, ona yeni şeyler öğrettim. Fotoğraf çektim.
SGS geldi Ankara’dan, onun yeni koleksiyonunu çektik, internet sayfasını tasarladık, yemekler yedik, yeni mekânlar keşfettik, dans ettik.
Başçı’yla bol bol vakit geçirdim, KLM’le bol bol mailleştim. Dr.G ve Kuş'umla geyikler yaptık, bol bol güldük. Kızlarla takıldım, herkes kendi bohçasını döktü ortaya. Güldük, ağladık… Sonunda gülümsemekte karar kıldık. Bir sürü insanla tanıştım. Yine iyi hissettirdiler, yazdım bir kâğıda yine listeler halinde isimlerini, attım çöpe :)
Duygusal kör oldum yine, ne mutlu, umurumda değilsiniz hiçbiriniz dedim içimden. Kızmadım kimseye, kırılmadım, alınmadım, gücenmedim.
Sadece içimdeki sızı durdu öylece. Söylemedim kimseye. Özledim kıymetlimi. Sustum. Zamanında ben konuşma sıramı savdım çünkü.
Daha çok çalıştım bu yüzden, daha çok dua ettim.
Şimdi kapattım perdelerimi.
Yeni yılda eskisi gibi SAP (açılımını yazmayacağım bu kez :p, ama yeni bir açılım yapacağım, burası kesin :)), eskisi gibi inançlı, çok daha fazla mutlu, sağlıklı, huzurlu olacağım (AD öyle dilemiş ikimizin adına). Daha başarılı, daha bütün, daha aydınlık, daha aşk dolu, daha affedici olacağım.
Savaşmadan bırakmadım hiçbir şeyi, kanatlarım kopana kadar çırptım ve ayakta kaldım.
Aynen devam. Dikenlerimle seveceksiniz beni, koparırsanız ben, ben olmam ki!
Affedemediğim bir-iki şey kaldı hayatta. Onları da özgür bırakacağım umarım.
Çok seveceğim yine ama sarmalamadan.
Çok güleceğim ama kırışmadan.
Ağlayacağım, kalbim de buruşarak.
Çalışacağım, hep birlikte kazanarak.
Fas, Amerika, Londra planlarımı yaptım. Süzüleceğim hayatın üzerinden yine.
Her şey sonsuzmuş gibi harika olacak.

Şimdi kapattım perdelerimi.
Yakında şov başlayacak.


“One day “goodbye” will be farewell
So grab me while we stil have time”… (13)




PS. Yazının formatı Bertan Horasan’ın faceBOK’taki kendi yıl dökümünü yaptığı yazıdan esinlenilmiştir. Her bir ayın başlığı ise Morrissey’in şarkı sözlerinden çıkartılmıştır.
PS2. Yine çoook okunuyoruz… Teşekkürler!

İzler
1- You’ve got everything now, The Smiths, (Şimdi her şeye sahipsin).
2- That’s how people grow up, Morrissey, (Birisi bana bakıp da kendi aydınlanmış hayalini görmeli).
3- It’s not your birthday anymore, Morrissey, (Verilemiyor, o halde geri alınması gerekir).
4- I’m not sorry, Morrissey, (Varoluş sadece bir oyun).
5- Satan rejected my soul, Morrissey, (Şeytan ruhumu geri çevirdi, (…), yüzümü çevrede görüyormuş).
6- The last of the famous international playboys, Morrissey, (Ben hiç öldürmek istememiştim ki, doğal olarak şeytani biri değilim)
7- Sing your life, Morrissey, (Hayatını şakı diye kısaca çevirebilirim :) )
8- I have forgiven Jesus, Morrissey, (Bu sevgisiz dünyada benim içime neden bu kadar çok sevgi verdin Tanrım?)
9- I’m playing easy to get, Morrissey, (Sessizlik senin cevabın).
10- I’m playing easy to get, Morrissey, (Ben seninim, herkes de biliyor bunu).
11- You were good in your time, Morrissey, (Sen kendi zamanında iyiydin).
12- I’m OK by myself, Morrissey, (Ben kendimle iyiyim).
13- Bir gün “hoşça kal” “elveda” olacak. O yüzden varken vaktimiz tut elimi.


01 Ocak 2010