22 Eylül 2007 Cumartesi

18- “Gabor, Selcen, Nuray, FB, Semih, Aziz, Reha…”


Yine gündem karmaşası…
İsveç yazacaktım, Banu Avar, kendi ülkesine Çevik Kuvvet kordonunda giren Nobel “kahramanı” Orhan Pamuk… Yazacaktım.
Dersimi de çalışmıştım.
Sadece…
Kendi fikrimi ifade edemeyecek kadar sessizdi içim.
Oysa daha bekleyen konular vardı sizinle paylaşılacak. İzler ve tesadüfler… Yani geçen haftadan bekleyen kara masalın gerçeği… (Hatta o yazı için, tesadüflerin bir parçası olan bir kişiye ulaşabildim ve Pazar gününe randevu bile ayarladım.)
“Musa Usta’nın ‘Fırlatma’ Gündemi” diye çerez bir bölüm bile hazırladım. (Tek benimle yetinmek zorunda kalmayın diye.)
Damladılar, damladılar…
Yani biriken, demlenmesi biten, hatta acılaşmaya başlayan konular bile var. Dökülecektir, okyanusa akma zamanımız gelecektir.
Hem her daim geçer akçe değil mi söyleyeceklerim? Benden geldiği müddetçe? :)
Şimdilik keyfimi sürün. Yakında uzak ara yapacağız nasılsa…


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Zsa Zsa Gabor, Türkiye’yi ispiyonluyormuş!
1936-1941 yılları arasında yani 15 yaşından 21 yaşına kadar Dışişleri Bakanlığı bürokratlarından Burhan Belge’yle evli olan ve Ankara’da yaşayan Macar asıllı Zsa Zsa Gabor’un casusluk yaptığı ortaya çıkmış.
21 yaşında Belge’den boşanıp Amerika’ya giden ve 1942 yılında Hilton oteller zincirinin sahibi Conrad Hilton’la evlenen Gabor’un dünya çapında bir yıldız olması da bu evlilik sırasında gerçekleşiyor.
Toplumsal Tarih dergisinin Aralık sayısında yayınlanan belgeler, Gabor’un Türk ordusu, Panislamizm (İslami birlik), İsmet İnönü, Alman nüfuzu ve Türk polisi olmak üzere 5 başlıkta rapor verdiğini gösteriyor. 1 Ocak 1944’te “gizli” ibaresiyle New York’ta hazırlanan rapor, Genelkurmay Harp Dairesi Askeri İstihbarat Bölümü’nde 123600 sıra numarasıyla yer alıyor.

Milliyetçilik yükselişte!
Raporu hazırlayan Gabor’a göre, İnönü ile Atatürk arasında, İnönü’nün Başvekâletten alınmasına kadar süren bir soğukluk var. “Kemal Paşa’nın çok yakınında olan bazı kişiler, Atatürk’ün ardından İnönü’nün reisicumhur olmasını hasmane tavırlarla karşıladı. Göreve gelince, Kemal Paşa zamanında yüksek mevkilerde olan güçlü adamların birçoğunun vazifesine son verdi.”
İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu yıllarda Amerikan İstihbaratına Türkiye ile ilgili bilgi veren Gabor, “Türk ordusunun her şeyden önce Türk yanlısı olduğu” ifadesiyle başlıyor raporunun Türk Ordusu bölümüne. Bir ülkenin, devletin ordusunun sanki başka bir ülkeden yana olması beklenirmiş gibi!
Raporun Panislamizm ve milliyetçilikle ilgili verdiği bilgiler ise dikkat çekici. Ne ilginçtir ki, o zamanlar bertaraf ettiğimiz tehlikelerle yine ve yeniden burun burunayız. Başbakanımızın, ordumuzla arasını düzeltirse, geçmişi hatırlamak için Gabor’un raporunu okuması gerekiyor gibi görünüyor.
Panislamizm hayallerinin önünü neyin tıkadığı sorusuna çok net bir cevap veriyor Gabor: milliyetçilik.
“Ülkeyi idare eden sınıflarda şiddetli bir milliyetçilik duygusu dinin yerini aldı ve halk arasında da yaygınlaştı. Artık Türkiye’de İslamiyet, sultan zamanında olduğu gibi halk üzerinde mutlak hâkimiyete sahip değil. Bu yüzden Panislamizm Türkiye’de çok büyük adımlar katedemez.”

* Hamam’da internet
Ankara’nın 550 yıllık Tarihi Karacabey Hamamı, ücretsiz kablosuz internet hizmeti vermeye başladı. Bunun sebebini işletmeci Öner Aydın şöyle açıklıyor: “Hamamın yanındaki otoparkta arabalarını yıkatan gençler, beklerken sıkılmamak için dizüstü bilgisayarlarını kapıp hamama girecek. İnternet müşterisi olarak hamama girenler, bir gün hamam müşterisi olarak geri gelecekler.”
Nem, su, görüşü engelleyen buhar gibi faktörler belli ki Türk işletmecisinin zihnini engellememiş. İleriye dönük yatırım diye buna denir. Düşünsenize, bu harika hizmet İstanbul’da olsa, biz arkadaşlarla toparlanıp, bagaja dizüstü bilgisayarlarımızı atıp hamamın yolunu tutarız. Arabamız yıkanırken, biz de göbek taşında kese ve masaj sıramızı beklerken, e-postalarımıza bakıp, g@zeteci.tv sitesinden haberleri takip ederiz. (Buna da gizli reklâm denir işte!)

(Haber kaynağı: Vatan gazetesi, 09 Aralık 2006, s: 34, Haber merkezi)

* “Semraaanım gitti, dert bitmedi!”
09 Aralık tarihli, Posta gazetesindeki köşesinde, Selcen Doğan Ağakay, RTÜK’ın kışkışladığı Semraaanım, Nane nane Ajdar, Ahu Gacı vb. tiplerin ekranları boşaltmasıyla pek bir şey değişmediğini ve bu “sahipsiz garibanları linç ederken” aslında başka gerçekleri göz ardı ettiğimizi yazmış. (Ne karışık bir cümle oldu ama eminim benim zehir okuyucum bir çırpıda okumuş, bir çırpıda anlamıştır.)

“Mahallenin delisi kıvamındaki üç beş garibanı köşelerimizde linç etmek suretiyle ekranlarımızdan uzaklaştırdık diye toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz yanılgısına düşmeyelim. (…) Sıkıyorsa Semra Hanım’ı eleştirirken kullandığımız o cesur lisanı laiklik, irtica, eğitim sorunları, Ermeni meselesi, Kürt sorunu gibi konuları yazarken kullanalım.
(…) Öncelikli ve önemli meseleleri özgürüce konuşamadığımız sürece Semra Hanım ve Ajdar gibileri konuşmaya mahkûm olacağımızın farkına varalım ve kendimizi yeni Ajdarlara, Semra Hanımlara hazırlayalım.”

* “İçime aldığım insanı, dışıma çıkartmaya çalışırken…”
Yaldızlı egosundan müsebbip bazı tavırlarıyla, karşı tarafı dinlemeyip kendini parlatırken içinden çıkarttığı “acı var mı acı?” gibi incilerle her ne kadar pek “hoşlaşmamış” olsam da, kendisini birçok kişiyi takip ettiğim gibi takip ederim. 13 Aralık tarihinde köşesinde yazdığı “Ayrılma Hakkı İstiyorum” başlıklı yazıyla ise pek bir “hoşlaştım”. Tarihin uğurlu rakamım 13 olmasından mı (astrolojik falan değil, kendi kendime edindim bu uğuru), bir önceki yazıma dokunduğundan mıdır?
Nedenini kesin olarak bilmem. Bilsem de size bildirmem.
Kırptım, ayıkladım metni ama ruhu içinde, dumanı üstündedir. Sözü Reha Muhtar’a bırakma zamanıdır. (Muhtar’ın metnindeki koyultulmuş kelimeler, kendi seçimidir)
Öfke duymuyorsanız sizden şüphe ederim. Bir ilişki biterken mümkün müdür öfke ve acı duymamak? (…)
Hiçbir ilişkim biterken mutlu değildim… Elbette acı çekiyordum… Elbette kendimi yaralanmış hissediyordum… Elbette üzülüyordum… Elbette, içime aldığım insanı, dışıma çıkartmaya çalışırken, şiddetle öksürüyordum. Acı ciğerlerimden çıkıyordu… Hüzün her tarafı kaplıyordu… Öfke, mutlaka içimde barınıyordu. Egom mutlaka hırpalanıyordu… Karşı çıkmak, öfkelenmek mutlaka dayanılmaz bir arzu oluyordu… Ama tutuyordum… Ama öfkemi, acımı, üzüntümü, içimde tutmanın kahramanlığıyla övünüyordum.
* * *
İlişkiler aşkla başlar, tutkuyla sürer, sevgiyle devam eder. (…)
Ayrılık zilleri çalar… Bir insanın kişiliğinin en büyük sınavıdır, ayrılıklar… Sonuçta, umutların yıkıldığı andır… İstekleri gerçekleştirememenin belgesidirBaşarısızlığın tescilidir… Tercih edilmemenin yarattığı yıkımdır… Elindekini kaybetmenin hüznüdür… “Benim” dediğin şeyin “senin” olmadığının tokatıdır.
(…)
İşte o zor günlerde içime dönerim ben… Öfkemi sınırlayabilmek için, güzellikleri ön plana çıkartırım ben… Yenilgiyi sıfırlayabilmek için, hayatın kazançlarını düşünürüm ben… Her halükarda, bir zamanlar “benim” olan insanı rezil etmek istemem ben… O rezillikte, bir parça kendimin de rezil olacağını düşünürüm ben… Aslında kıyamam, bir zamanlar “benim” olan şeyin rezil rüsva olmasına… (…)
Doğrudur, insan çok acı çeker bitirirken bir ilişkiyi… Doğrudur, insan çok öfke duyar, sonlandırırken sevgiyi… Elbette, acıdır aşkın anlamsızca bitişi…(Yorum giriyoruz buraya! Eğer buraya kadar bana ait olmayan bir metni, sadece ben seçtim yazının içine aldım diye hevesle okumuşsanız… Şimdi benim kelimelerim… Acıdır, kesinlikle çoooook acıdır her ilişkinin, bir ilişkinin anlamsızca bitişi ve Feylesof Aksak’ın dediği gibi “Kalp kemik değil baba, kaynamıyor"
(…) En zor zamanda “tevekkül” müthiş bir disiplindir… İnsanlar birlikte olmaya başladıkları sırada anlaşılmazlar… İnsanlar ayrılırken anlaşılırlar… Ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olabilecekleri o zaman anlaşılır… Kabul ediyorum, vakit çok geçtir… Ama tecrübe azımsanmayacak bir değerdir…”

Tarih, 13’e 4 kala. Söz başkasının, gerçek benim.
“O gece boş bir meydandan geçtim, o geceden sonra bomboş bir meydan kaldı içimde” (1)

* Nuray İlbars’ın bedeninin “gönüllü” istilacıları!
İnternet gazetemizin “sektirmeden” keyifle okuduğum iki yazarlarından biridir Nuray İlbars. Herkesi takip ediyorum tabii, o ayrı! Bu ikinin diğeri kim diye sormayın, dikkatli okur-yazarlarım fark etmiştir, alıntılarım kendisini de.
Nuray Hanım’ın yazılarını dikkatlice okurum, hatta bazen bir mail yazar rica ederim, “Şunun hakkında yazsana” diye. İçimden çıkar bir şeyler, taşar bir şeyler, çok keyifsiz gelir kendi kelimelerim bana, yüreğimin katranlı sözleri bulaşmasın diye, ona ısmarlarım. Ismarlama yazı da olur mu demeyin, bendeki duyguların yansıması onda varsa, çıkar onun içinden o yazı. Yoksa zaten, benim içimdekiler kendi kendine yankılanır durur.
Bazen de başka başka yazarlarda ararım cevapları. Köşe yazarlarında, roman yazarlarında, düşünce insanlarında…

Çünkü…
Bana ağır geldiğinde kelimeler, onun zıpkın bakışıyla görmek isterim, kendiminkini unuttuğumda…

Çünkü…

Sesimi yükseltti kelimeleri…
“Yaptığım ve yapmadığım her şey istediğim için.
Biz bir bedende üç kişi yaşıyoruz. Ben, keyfim ve kâhyası.
İstemediğimiz hiçbir şeyi yapmıyoruz.
Yapmak zorunda olduklarımızın dışında.” (2)

Tanımlamalarımı değiştirdi…
“İnce ince sever oldum sonra.
İnce ince konuşmayı, ince ince düşünmeyi, ince ince özlemeyi, ince ince sızlamayı öğrendim. Sevdim hepsini. Ama en çok ince ince sevilmeyi sevdim.
Herşey inceldi Cemal Süreya’dan sonra...” (3)

“Eksikseniz, eksikliğinizi doldurabilecek birine verebilirsiniz anahtarınızı hiç hesaplamamışken.
Esareti tadabilirsiniz ekşi ekşi.
Siz zindanın kapalı tarafında, o açık görüşte, elinde anahtarınız...
Kendi falakanıza kendiniz yatarsınız.” (4)

İnancımı yeniledi…

“Sırayla bütün hislerine dokunacağım. (…) Beni dağıtacak biliyorum. Olsun. Toplarım kendimi sağımdan solumdan. Hiç yapmadığım şey mi?” (3)

Yaraları gururla kollamanın ve “ipuçlamanın” yollarını gösterdi…
(Hannibal Lecter değil miydi, “Yaralarımız, geçmişin gerçek olduğunu gösteren birer güçtür” diyen.)

“Kitabı yıldıza boğdum ya minik minik, garip bir hisse kapıldım her birinde...
Sanki beni izliyor da, yıldızlamadığım şiirlerini sevmediğimi sanıp, bana gönül koyuyor gibi geldi. Öyle parmak ucunda dolaştım ki kitabın içinde. Nefesimi tutarak. Minik dokunuşlarla. O incinmesin diye. Ben âşıkım sanırım :)
Zaten eğer yaşıyor olsaydı kapısına dayanabilirdim “bennen âşık olur musunuz?” diye! :)
Olur muydu acaba?
Bana da şiirler, onüç günlük mektuplar yazar mıydı?
İnce ince sever miydi beni de?
Bana da der miydi, “öyle güzel, öyle düzeltici ki seni sevmek”
“Gözlerinsiz edemem” der miydi mesela?
“Alınyazısının tek okunaklı yeri” olur muydum ben de?
Beni düşünürken de baktığı her şeyi sever miydi acep?
Soluğumdan öper miydi ki?
Bir çiçek gibi yolunu kesseydim?
Belki ikimiz de babasızlığımıza yanardık birbirimizin omzunda ağlarken... Sonra “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sorardık başkalarına.” (3)

Daha neler yaptı, neler… Anlatmaya kalkılmaz, yaşanır yani…
Siz de okuyun, genişletin ruhunuzu.
Yine yüzüm gülerek bitirdim son yazısını. Bizlerin :) çok kızdığı bir biçimde, “Göynüne sağlık” diyesim var ne yapayım?

* Cezasına gülen Aziz Yıldırım ve heyecanlı Çevik Kuvvet
Tüm spor camiası (hep öyle denir ve genellenir ya, ben de yerine daha iyisini bulana kadar düzeni bozmayayım) son günlerde, bir kez daha şike iddialarıyla çalkalandı. Çamur da, atıldığı yere, yani Fenerbahçe’ye bulaştı.
Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a bir yıl hak mahrumiyeti ve 20 bin YTL para cezası verdi. Bu cezaya göre Yıldırım, bir yıl boyunca maçları protokoldeki yerinden izleyemeyecek.
Bu cezanın sebebi şike değil, Aziz Yıldırım’ın, 2000-2001 sezonunda oynanan Samsunspor-Fenerbahçe maçının şike iddialarıyla ilgili düzenlediği basın toplantısında Türkiye Futbol Federasyonu hakkında yaptığı konuşmaydı.
Bütün bu çamurların içinde eğlenceli olan şey, kulübün resmi internet sitesinin bu haberi veriş biçimiydi.
14 Aralık tarihli olarak fenerbahce.org sitesinde yayınlanan habere seçilen fotoğraf, sanki Aziz Yıldırım’ın genel tepkisini gösteriyor. Çünkü haber için, nadir olarak gülen Yıldırım’ın eliyle ağzını kapatarak gülen bir fotoğrafı seçilmiş!
Peki Çevik Kuvvet işe nereden bulaşıyor diyorsunuz değil mi? Şöyle anlatayım…
UEFA kupası 2. tur H grubunda, Alman Eintracht Frankfurt takımıyla yapılan maçta, Fenerbahçe’nin henüz akıbetinin belli olmadığı sırada (dakika 81, skor hâlâ 2-1’ken), herkes endişeli bir şekilde beraberliğe razıyken, Semih Şentürk UEFA 3. tur biletimiz olan golü attı.
İşte o sırada bütün maç boyunca gerilmeme rağmen, beni neredeyse gol kadar gülümseten bir an yakaladım.
FB Teknik Direktörü Zico’nun arkasında Semih’in golüyle havalara zıplayan bir Çevik Kuvvet polisi.
Ve ona “teessüf eden” bakışlar atan diğer iki meslektaşı.
Tellere tutunup, gole zıp zıp zıplayan meslektaşlarına teessüf eden, büyük ihtimalle başka takım tarafları iki polis.
Sadece taraftar olmaktı, o polisin o gün işe heyecanla, diğer ikisinin de sadece “iş” diye gitmesine sebep olan.
Yani bizi birbirimizden ayıran sadece küçük şeyler.
Tuttuğumuz takım gibi, savunduğumuz fikir gibi, oy verdiğimiz parti gibi, sevindiklerimiz, üzüldüklerimiz gibi, inandıklarımız, yaşadıklarımız gibi…
Çünkü onları çıkartınca, geriye sadece insanlığımız kalıyor.

(Beşiktaş yolda kaldı, Fenerbahçe’mizin yolu açık olsun.)

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Hüsnükabul –lü (isim, eskimiş -hü'snükabu:lü- Arapça husn + kabūl): İyi karşılama, güler yüz gösterme.
Atasözü, deyim ve birleşik fiiller → Hüsnü kabul göstermek: İyi karşılamak, güler yüz göstermek.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Konfigürasyon: Fransızca konfigürasyon (configuration) sözü “görünüş, dış görünüş” temel anlamlarına gelmektedir. Bilgisayar alanında “Bir bilgisayar sisteminin genellikle fiziksel birimlerini göstermek” anlamında kullanılmaktadır. Sözün bu anlamı için Kurumumuz “yapılandırma” karşılığını önermektedir.


İzler
1- Kürşat Başar
2- Nuray İlbars “Çok hayırsız çıktın!” yazısı
3- Nuray İlbars “Hastanede Onüç Gün Geçiresim Var” yazısı
4- Nuray İlbars “Süründünüz mü hiç” yazısı



15 Aralık 2006

Hiç yorum yok: