23 Eylül 2007 Pazar

39- Özgür müsünüz? Yalnız mı?


“Yalnızlık çoğu zaman kendine güven senfonisinin orkestra şefliğini, iç değerlendirmenin ateşleyiciliğini yürütür.” (1)

Bir kendime denk gelemedim. Bir kendimle tanışamadım yeniden ve yeniden. Ramazan dedim, çalışmayacağım dedim, olmadı. Bazı işler peşimi bırakmadı. Hastalık yine yakaladı ucumdan, tuttu azıcık, sıyırdım yakamı hemen, uzamadan, acılı aşkımız büyümeden. Bir sonraki buluşmamıza kadar unutacağım yaşadıklarımızı.
Yalnız kalabilmek umutlarını haftaya erteledim, bir sonraki haftaya kalmaması umuduyla…

Ucunu bilmediğimiz bir biçimde yalnız kalabilmeliyiz, yalnızlıktan başka bir hayat memat meselesi olmamalı, sonunda görünecek ışıktan başka hiçbir şey bilmemeliyiz.
Çok mühim kendi küçük evrenimiz, onun fosforlarla çizilmiş, ateşlerle dağlanmış da şekillenmiş sınırları içinde istediğimizce at koşturabiliriz, beyaz prensli olsun, külkedili olsun, fark etmez, yeter ki tamamen gerçek olsun…
“Kişisel bütünlüğümüz sahip olduğumuz tek şey ama çok az değer görüyor. En değerli yanımız o. Ve sadece onun sınırları içinde özgürüz.” (2)
Oysa hâlâ tuvaletlere el ele gidiyoruz, elbisemizin arkasını başkalarına ilikletiyoruz, teneke kutularımızı “bay”lara açtırıyoruz. Yapıyorsunuz değil mi hâlâ? Bana benzemeyenlerin acizliğinde/n korkuyorum ben. Hep anlattığım şu maymunla adamın dostluğunun hikâyesi gibi. (3) Kendi dünyasında tek başına nefes alamayanlar… Bağlılıkla bağımlılığın nüansını :) anlamayanlar… Bir gün geliyor, bağımlılıkları zayıf düşürüyor onları, ellerine aldıkları bir taşla öldürüveriyorlar dostlarını, bağımlı yaşadıklarını. Sonunda kendi başlarına yaşayabileceklerini düşünüyorlar, bu kadarına yetiyor düşünceleri ve korkuları.
“Korku yüzünden neler hissettiğimize karşı çıkmam. Ama oyunlar oynayarak vakit kaybetmem”. (4)
Yalnız kalamıyorsunuz değil mi siz?
Korkuyorsunuz özgür olmaktan.
Kendinizle olmaktan.
Kendi sınırlarınızın sınırsızlığını keşfetmekten.
Ya da sınırlı bir mahlûk olduğunuzu anlamaktan.
Korkuyor musunuz?

(ref: Korkularımı Korkuttum
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=67O65O73O)


Korkuyor musunuz?
Korkmuyor musunuz yoksa siz de?
En sancılı düşlerinizde kendinizi mi özlüyorsunuz yoksa?
Yoksa sizinle oradan mı tanışıyoruz?

Sancılı uykulardan…
“En az yalnız olduğumuz yer yalnızlığın tam kalbidir” der Lord Byron (5), belki de yalnızlığınızın kalbinde buldunuz kelimelerimi…
Camın dışında akışkan, yapışkan bir hayat.

Camın dışında, sizi dışarıda bırakarak devam eden bir hayat.
Size teğet geçerek.
Oysa neler yapmıştınız, yaşıyor-muş gibi görünmek için…
Bir yere ait-miş gibi görünerek rahat edeceğinizi ve peşinizi bırakacaklarını ummuştunuz.
Sonunda kendinize kalacağınızı…
Dışarıda devam eder hayat.
Hissizlik içinde kalır içiniz.
Sessizlik içinde.
Ucu bucağı yokmuş gibi görünür. Susar her şey içinizde ama dışarıda sizi sağır eden bir gürültü, bir kovan vızıldaması. Sizi sağır eden… Kör eden… Sonunda eder de.
Kendinizi bile görmezsiniz.
Mahremiyet mahrumiyeti getirir, bedelleri göğüsleyebilenlere. İçine kapandıkça insan, mahrum da kalır bazı şeylerden. Terazisi kendindendir bu eksikliğin. Ölçtükçe azalır, keyfine vardıkça çoğalırsınız.
Mahreme döndükçe yüzünüzü, kendi ışığınızı görmek için gözlerinizi kıstıkça, kalbinizi kendinize açtıkça (sen yoksan, sonrası tufan), kendi bahçenize indikçe, kendi çöplüğünüzü temizledikçe…
Özgürleşirsiniz.
Kendi yuvanızı ateşe vermenin, yeniden doğmanın, Anka kuşu olmanın vaktidir dersiniz kendi kendinize.
Eski inançlara göre iletişim sağlayan bir kuş olarak tanımlanır Anka, hem dünyada tekmiş, hem erkekmiş. Dinsel-büyüsel etkileri varmış. Öleceği zaman yuvasını ateşe verip kendini yakarmış, yanarken yeni ve genç bir Anka’ya dönüşürmüş.
Teksiniz siz de, benzersiz ve değerlisiniz. Erişemediyseniz bu noktaya, ölmenin vaktidir, yuvanızı ateşe vermenin, küllerin arasından yepyeni ve gencecik ve taptaze ve tertemiz ve umutla doğmanın vaktidir.
Bir Anka gibi kendinizle “iletişmenin”…
Özgürleşmenin.

Yaşarken ölüp dirilmek hayırlı bir şeydir.
Zen Budistler de söyler bunu, Hıristiyan mutasavvıflar da, İslam sufistleri de.
Yakın kendinizi, ara sıra çiçek koyun mezara, küllerinizden silkinin sonra.
“Kişi yalnızlıkta karakter hariç her şeyi tamamlayabilir” diyen Stendhal yanılıyor oysa, en iyi tamamlayacağınız şey karakterdir yalnızlıkta, sonra rötuşlar için toplum içine çıkarsınız.
“En iyi cemaat yalnızlıktır” diyen atasözüne inat…
Sebatla yürürsünüz kalabalığın içinde, size teğet geçen hayatın tam içine dalarak.
En cesur hamleyle yalnızlığınızı kucaklayan siz değil miydiniz?
Kalabalıklar kirletmez artık sizi.
“En seyrek rastlanan cesaret örneği yalnız yaşamaktır, çünkü birçok kişi kapattığı kendi kalbiyle yüzleşmektense, savaş alanına salar kendini en zorlu düşmanının karşısına” (6)
Oysa… size teğet geçen hayat…
Oysa “dokunamadığınız noktalardan gelir hayatınızın anlamı”. (7)
Sırf bu yüzden kucaklamalısınız yalnızlığınızı.

Çünkü “risk alan ve başarısız olan affedilebilir. Hiç risk almayan ve hiç başarısız olmayan aslında tüm varlığıyla bir kayıptır”. (8)
Yalnızlığınızı kucaklarsanız, o sancılı, bir kış akşamüstü ıssızlığında akıp giden yalnızlığınızı, korkularınızı tavan arasından çıkarıp koynunuza yatırırsanız, kalabalıklar kirletmez sizi.
Karar verirsiniz, imzalarsınız fermanı, kendi kucağınıza bırakırsınız kendinizi, en şefkatli kollara, en büyük kalbe…
“Karar, kökünü özgür olma cesaretinden alan bir risktir” der Paul Tilly, özgür olmak için bile önce cesur olmak gerekir.
Önce özgürlüğü, sonra yalnızlığı seçmek, sonra kalabalıklara salmak gerek kendini. Deneme sürüşü kabilinden hani…

Özgürleştikçe daha da soyunursunuz kendinizden…
Kimliklerinizi, kıyafetlerinizi, saçlarınızı, makyajınızı, egonuzu atarsınız.
Korkularınızı, sevmediklerinizi, öfkenizi, ağrılı yanlarınızı, kederlerinizi, kırgınlıklarınızı…
Sevgilerinizi, iyi niyetli adımlarınızı, şefkatinizi, yumuşaklığınızı, kibarlığınızı, gülümsemenizi…
Hafiflersiniz…
Özgürleşirsiniz.

Özgürlük…
Ilık bir akşamüstü rüzgârı gibi eser geçer dehlizlerinizden.
Kocaman bir köpek gibi kuyruğunu kıstırıp gelir peşinizden.

Ve yalnızlık…
Kocaman bir kedi gibi kıvrılır bağrınıza.
Önce ağırlığını, sonra mırıldamalarını hissedersiniz.
En son sarar sizi sıcağı.

Issız ve uğultulu koridorlarında içinizin, kendinizle yüz yüze gelirsiniz, tanımazsınız bu çıplak halinizi.
Tanışırsanız, seveceksiniz eminim.
“Kendinin sonuna geldi mi
Yeniden görür insan
Çıplak hüküm, acı özgürlük!” (9)

“Gerçek, nadiren saftır ve hiçbir zaman basit değildir” (10),

Hiçbir şey hiçbir şey hiçbir şey basit değildir. Ama bir o kadar yalındır. Yaz biter, soğuk mevsim bir akbaba gibi çevrenizde dolaşır, “Benim adım Rumpelstilskin” diye zıplayan o masal cücesi gibi sinir bozar, güçsüzleşeceğinizden, bu yalnızlık-özgürlük gelgitine atılamayacağınızdan korkarsınız. Her şey her şey her şey korkutur. Ürkek ruhunuzu. Titrek gönlünüzü.

Camın dışında akışkan, yapışkan bir hayat.

Camın dışında, sizi dışarıda bırakarak devam eden bir hayat.
Size teğet geçerek.
Size, kendine teğet geçen size, teğet geçerek akan bir hayat, camınızın dışında, ürkütür mağaranızın yarasalarını.
Camınızın dışında, sizin dışınızda, sizi sağır eden bir gürültü, bir kovan vızıldaması. Sizi sağır eden… Kör eden… Sonunda eder de.
Mahremiyetinizden korkarsınız, mahrum olacağınızı bildiğiniz için, sizi sizden alıkoyanlardan, sizi sizden koruyanlardan…


Kısın gözlerinizi kendinizi görmek için, ateşe verin yuvanızı yeniden doğmak için, yalnızlığınızla/da zenginleştikçe, özgürleştikçe kalabalıklar kirletmez artık sizi.

Yalnızlık…
Kocaman bir kedi gibi kıvrılır bağrınıza.

Özgürlük…
Kocaman bir köpek gibi kuyruğunu kıstırıp gelir peşinizden.


Özgürsünüz…
Evet, siz o kadar özgürsünüz ki, esareti bile seçebilirsiniz. (11)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Kadınlar akıllanmalı yerli malına dönmeli!
Biz kadınların tonlarca para yatırdığı birçok marka (tekstil ve deri ağırlıklı olmak üzere) maalesef/ne iyi ki Türk malı.
Büyük medya patronlarından birinin avukatlarından olan yakın bir dostumuzun eşinin başına gelmişti de, gülmekten yerlere yatmıştık.
Geçtiğimiz yıllarda Londra’daki rutin buluşmalarımızdan birinde, pek görgülü bu bayan (:p) bize “Ah şekerim, bir ceket aldım, Aquascutum’den, sorma tonlarca para saydım ama değdi” minvalinde bir şeyler söylemişti. İngiltere’nin çok lüks markalarından biri olan Aquascutum ceketi dayanamayıp elime alıp nerede yapıldığına bakmıştım. Çünkü Londra’daki birçok mağazadan nerede imal edildiğine bakmadan tekstil ve deri almamayı alışkanlık haline getirmiştim.
Etikette kocaman harflerle Made in Turkey yazıyordu. O günden beri, bu bayanla pek bir dalga geçtik. Kendisi de pişman oldu zaten.
Neyse, böyle dalgın :) hanımlar için iyi haber şudur: has be has yerli malı Desa, Nisan 2007’den beri çalıştığı İtalyan Prada markasıyla Aralık 2008’e kadar süren bir anlaşma imzalamış ve Prada’nın deri imalatının büyük bölümünü üzerine almış.
Desa ayrıca yine tonlarca para dökülen Mulberry, Nicole Farhi, El Corte Ingles, Luella, Jon Rocha, Betsey Johnson gibi dünyaca ünlü markalar için de üretim yapıyor. Hepten zengin, kaliteden anlayan hanımlar zaten ne yapacaklarını bilirler. Fakat gönlü fakir, cebi zengin dalgın bayanlar için etiket okuma ve akıllanma zamanıdır!

* “Coşkun-RTE çekişmesi, Doğan Medya-RTE tezgâhı mı” yazısının ardından adapsız ve edepsizler için…
Alışığız tabii eleştirilere, ben-keyfim ve kâhyam… Yine de her şeyin olduğu gibi eleştirmenin de bir adabı, daha da önemlisi bir zekâsı var. Olmalı.
Adabı olmadı mı, üzülüyorum. Zekâsı olmadı mı, gülüyorum.
Adapsız, gri hücreden yoksun olup da yorum yazanlara, mail atanlara, -onlar kendilerini bilirler :)- toptan cevap vereyim. Onların kelimeleriyle aynı seviyede olmadığından anlayamayabilirler diye, girizgâh da yapacağım, parantez içinde açıklama da vereceğim. Üzülmesinler…
8 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatıyorum.

Şimdi Nef’i diye bir hiciv ustası varmış. Hiciv yani taşlama, eleştiri. Kendisi 17.yy. klasik Türk Edebiyatı’nın ünlü şairlerinden, sivri diliyle ünlü.
(Şimdilik gayet iyi gidiyor değil mi? Anlaşılmayan bir şey var mı?)
Olay 4. Murat döneminde geçiyor. Saray çevresinin ileri gelenlerinden olan bir softa Nef’i’nin tenkit ve tavırlarından rahatsız olmuş ve Nef’i’ye köpek (kelp) diyen bir yazı döşenmiş.
Nef’i de şu dörtlükle cevap vermiş:

“Tahir Efendi bize kelp (köpek) demiş
İltifatı bu sözde zahirdir (aşikardır, açıktır)
Malikidir benim mezhebim zira
İtikadımca kelp tahirdir (temizdir)”

“Vezin tutsun babamı bile hicvederim” diyen klasik şairlerimizden Nef’i, kendini mucizeler söyleyen bir papağana benzetir.
Ne diyelim, 8 yaşındaki çocuklarım benim…
Vezin tutsun, sıra size de gelir…

* Oruç bile şov malzemesi!
Jüri üyesi olduğu Popstar alaturka programında, Bülent Ersoy yine ortalığı karıştırdı. Programın başında “orucumu açmak istiyorum” diyerek dua etmeye koyulan Ersoy, Paris saatine göre bile orucunu açmakta geç kalmış.
Şimdi dinciler ve dindarlar Ersoy’un kaldırdığı tozun altında karar vermeye çalışıyorlar: “Orucu geç açmak (1.5 saat kadar), dekolte giymek haram mı değil mi?”
Haberi yazan Vatan gazetesi muhabirlerinden Orkun Bulut da, “Ersoy’un bu davranışları reklâm olarak değerlendirildi” diye yazarak haberini bitirmiş.
Herhangi bir değerlendirmeye, zekâ pırıltısına, analitik incelemelere girmeye gerek yok. Bu düpedüz reklâm!
“Bülent Hanımefendi programa hazırlanmış da, makyaj yapmış da, kirpik takmış da iftarını açamamış...
Kirpiğini takmaya zaman buluyor da, iki dilim ekmekle, 3 tane zeytini mi boğazından geçiremiyor?” diyor Reha Muhtar da köşesinde.
Hadi iftar saatinde topu duymadın, ezanı kaçırdın, teravihi anlamadın, dağın tepesinde yalnızdın, çevrende başka oruçlu yoktu… Hepsini anladık da…
Şunu anlamadık, insan biraz utanır bu ihmalinden ve ilk arada kalkar gider, sahne arkasında iki lokma pide tulum geveler… Tabii o çıplak kıyafetle, orucunu ve dualarını malzeme yapmak istemiyorsa…

* Sevilene kadar her erkek yanlıştır!
Sevgili Haşmet (Babaoğlu) yazmış 16 Eylül 2007 günü köşesinde… Pazar Notları diyor adına da. Bir süredir devam ediyor, aynı tatla, aynı keyifle. Tuna Kiremitçi’nin Çok Tuhaf Günlük-bilmem kaç numara’sı gibi daraltmıyor, katranlara tüylere bulamıyor okuyucuyu. Bir paragrafı alıntılıyorum, yoruma mahal yok…

- Kadınlar hep “doğru erkeği bulamamaktan” ya da “doğru erkeğin kalmadığı”ndan şikayet eder. Benden söylemesi; bütün erkekler sevilmeden önce “yanlış”tır. Bazıları sevildikten sonra da öyle kalır.

* Âlem beni çağırıyor, sizi de bayram sonrası çağırsın artık!
Uzundur sözümdü “geziyorsun, tozuyorsun, yazmıyorsun” diyenlere ama Ramazan sebebiyle yazmıyorum.
Hatta arkadaşlarımızdan biri ben Cuma akşamı Nuteras’a gideceğim dediğim zaman “Eh, sen oruç tutuyorsun, gece dışarıda işin ne?” dedi, ne alakası varsa…
Tutarım da çıkarım da, tutarım da içmem de, tutarım da müzik de dinlerim, konsere de giderim, kapanmak üzere olan yazlık mekânların keyfini de sürerim…
Tabii inancımızı iki varlık arasından çıkaranların yargısına güvenilmeyeceğinden, mekân yorumlarını bayram sonrasına bırakıyorum.
Şimdilik kaçırmak istemeyenler için haberdar edeyim: Roxy, 27 Eylül’de açılıyor. Performans programı kapsamında sahnede ilk yer alacak grup Zi-Punt adında bir elektro-funk grubu. Tarihler 4 Ekim’i gösterdiğinde…

* Sonbahar dönemi kursları başlıyor
Aralık Derneği, Ekim’de başlayacak kurs programında birbirinden ilginç derslere ve hocalar yer vermiş.
Misal… İbrahim Eke ile ilişkiler, sondan az önce, İskender Savaşır ile sanat tarihi, Ali Canip Olgunlu ile tasavvuf, Bülent Somay ile bilim kurgu ve fantezi edebiyatı okumaları, Derya Akkaya ile kariyer oluşturma ve geliştirme stratejisi, İskender Savaşır ile Don Juan, İsmail Acar ile desen atölyesi, İclal Aydın ile iletişim sanatı, Zeynep Tunuslu ile yaşamın içinden güncel moda…
Tüm ders listesine ve kurs programına ulaşmak, kayıt bilgisi almak için Aralık Derneği iletişim bilgileri: aralik.net ve 0 212 258 69 65

* İstanbul Tasarım Haftası’na rekor giriş: 55 bin kişi!
4 – 10 Eylül 2007 tarihleri arasında Balat’taki Eski Galata Köprüsü üzerinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, dDf (Dream Design Factory) ve Hürriyet işbirliğiyle düzenlenen ve dünyanın en ünlü tasarımcılarını İstanbul’da buluşturan İstanbul Tasarım Haftası (İstanbul Design Week – IDW) bu sene 55 bin girişle bir rekora imza attı.
Bu yıl 3.’sü yapılan İstanbul Tasarım Haftası, 2010 yılı Kültür Başkenti seçilen İstanbul’u dünyanın yeni tasarım merkezi olarak konumlamakta çok önemli bir rolü üstleniyor.
Endüstriyel tasarımdan modaya, grafikten takı tasarımına kadar pek çok disiplinden yaratıcılarla üreticileri, genç yeteneklerle profesyonelleri ve tasarım tutkunlarını buluşturan IDW 2007, uluslararası standartta tek Türk tasarım haftası.
Bu seneki konuklar arasında Patricia Urquiola, Li Edelkoort, Konstantin Grcic, Defne Koz, ve Tucker Viemeister yer aldı. Uluslararası sergilerin yanı sıra teknolojiyle modayı birleştiren dünyaca ünlü modacımız Hüseyin Çağlayan’ın Swarovski’yle işbirliğiyle tasarladığı, LED’lerle kaplı elbisesi de Istanbul Design Week’in en ilgi çeken tasarımlarından oldu.
İstanbul Tasarım Haftası, birbirinden ilginç tasarım etkinliklerine de imza attı. Dünyada ilk kez gerçekleşen non-stop tasarım workshop’unda 1:1 taksi prototipi tasarlanıp üretildi.
Bu bilgilerden sonra IDW 2008’i kaçırmazsınız artık. Seneye bu köşede duyurusunu takip edin.


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Değirmi (sıfat): 1. Yuvarlak: "Bir iki tane değirmi, büyücek yufka açmıştı."- N. Nâzım.
2. Eni boyuna eşit olan (kumaş).
3. isim, halk ağzında Yemeni, yazma, baş örtüsü, mendil.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Episantır: Fransızca episantır (épicentre) sözü yer biliminde "Deprem dalgalarının yeryüzündeki orta yeri." anlamında kullanılmaktadır. Bu söz için deprem ortası uygun bir karşılıktır.


İzler
1- Erhan Özden, Zaman Gazetesi
2- Valerie, V for Vendetta
3- Dostuna iyilik yapmak için, o uyurken alnına konan sineği kovalamak istediğinden taşla vurup dostunu da öldüren maymunla, dostu olan adamın hikâyesi.
4- Christian Troy, Nip&Tuck 4. sezon
(Seyredemediniz diye üzülmeyin, 4. sezon başlayana kadar ben yazı aralarında size replikler veririm, hazırlanırsınız :) )
5- Aslında tam da bu kelimelerle demez de ben böyle çevirmeyi daha uygun buldum. “In solitude, we are least alone.”
6- Charles Caleb Colton
7- Oruç Aruoba
8- Paul Tilly
9- Murathan Mungan
10- Oscar Wilde
11- Abraham Hicks

21 Eylül 2007



38- Coşkun-RTE çekişmesi, Doğan Medya-RTE tezgâhı mı?


Önce Emin Çölaşan gönderildi.
Çıkan ses cılız kaldı.
Sonra diğer medya gruplarındaki aynı çizgide yürüyen başkalarını sıraya soktular.
Basın içinde olan bizlerin tanıdığı, siz okuyucuların pek de bilmediği…
Önce Emin Çölaşan gönderildi.
Sonra sıra diğerlerine geldi.

* * *

Ferhan Şensoy gölgesinde ama Kiremitçi kelimeleriyle tatsız bir yazı dili tutturdu Tuna Kiremitçi: Çok Tuhaf Günlük. Şimdilerde 25. dizisini yayınlıyor. Bir köşe yazarları bandosu kurmaya karar veriyor, bu fikri Ece Ayhan’ın Dinar Bandosu’ndan arakladığının farkında bile değilmiş. Öyle yazıyor.
Görev dağılımı dikkat çekici: Emin Çölaşan kuyruklu piyano, Bekir Coşkun org. Bilinci pek “basmasa da” Kiremitçi’nin, bilinçaltı kendini ele veren, daha Freudien yollarda.
Nereye mi gelmek istiyorum bütün bunları anlatarak?
Şu noktaya: Kuyruklu piyano evden taşındı. “Kaldılar” orga…
Sonra orgun sesi gür çıktı, hani bir nevi kilise orgu gibi… :)
Eko yaptı.
“Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım değil” diye inledi tüm kâfir ruhban sınıfı… :)
(Ama ne çelişki değil mi? Hem kâfir, hem dindar… Yazı dört ayaklı dostlarımıza değdiğinde, siz de anlayacaksınız ne demek istediğimi…)

Böylece…
Yıllar önce, RTE “baş”a gelmeden az önce Almanya’da gerçekleşen Aydın Doğan-RTE buluşması, son meyvelerini verdi.
Emin Çölaşan’ın RTE-Aydın Doğan kumpanyası tarafından bertaraf edilmesinden sonra hızla tiraj kaybeden Hürriyet gazetesinin tiraj kaybını durdurmanın yolu yine aynı kumpanya tarafından bulunmuş oldu.

Sayın Bekir Coşkun’un fevkalade doğru ve iyi niyetli duygularla yazmış olduğu yazı karşısında RTE’nin senkronize cevabı…
Ardından…
Hürriyet gazetesinin olayı manşete taşıması ve bu olay etrafında bir gündem yaratma tezgâhı sanki Hürriyet gazetesinin Emin Çölaşan’ı bertaraf etmekle gördüğü zararı telafi etmesi için bir kurtarıcı simit gibi oldu.
Zaten daha önce de, Hürriyet gazetesi Emin Çölaşan operasyonunu dengelemek için Yılmaz Özdil’i transfer etmişti. Tabii bu tedbirin yeterli olmadığı aşikâr.

Önce “kuyruklu piyano” Emin Çölaşan gönderildi.
Sonra “org” Bekir Coşkun’un sesi daha gür duyuldu.

“Emin Çölaşan’da eksik kalmıştık, Bekir Coşkun’da iki kere bağırdık. İki olayın birbirinden tamamen bağımsız olduğunu düşünebilirsiniz. Ama çok uzaklarda bir yerde birbirine değdiği bir nokta yok mudur?” diye yazmış çok uluslu sermaye piyonu ve medya tekeli Hürriyet gazetesi yazarı Pakize Suda.
Yok, öyle uzaklarda aramaya gerek yok bu bağları Sevgili Suda, başınızı yukarı kaldırın göreceksiniz. :)

Kumpanyanın baş aktörlerinden, DBR’nin ve ailenin ünlü şarap degüstatörü ve Sayın Şarap Mütehassısı Ertuğrul Özköşk de bir gün önceden televizyonlara çıkıp Bekir Coşkun’un RTE’e cevap yazısının reklâmını yapmış, böylelikle de Hürriyet Çölaşan’la kaybettiği yüksek tirajın 30 binini kurtarmıştır…
Yani “Hürriyet hasar tespitiyle uğraşırken, ironik bir şekilde, imdada Başbakan yetişti…” (1)

Tam bir sarhoş mavrası… gerilimin taraflar arasında şuurlu olarak tırmandırılmış olduğunu ortaya koymuştur.


Bir havyandan size ne bulaşır?

“Bir kediyi, bir köpeği, bir sincabı, bir kirpiyi sevmek “suç” olabilir mi?
Yeryüzünün hangi toplumunda, asla çıkar sağlamayacak, asla getirisi olmayan bir sevgiyi böyle “suç” sayarlar?
Yaşamı boyunca çıkarı olmadan, getirisi olmayan hiçbir şeyi sevmemiş insana bunu nasıl anlatabilirim?
Nasıl?..” (2)

Bir hayvandan size ne bulaşır?
Hangi öldürücü hastalık bulaşır? Haydi şimdi saymayalım isimlerini…
Hangi kötü huyu görür de öğrenirsiniz bir hayvandan? Bir dostu yarı yolda bırakmayı mı, sırtından bıçaklamayı mı?
Dedikoduyu mu öğrenirsiniz bir hayvandan, yalan söylemeyi mi?
Kıskanmayı mı, karalamayı mı?
İki yüzlülüğü mü, korkaklığı mı?
Söylesenize, hangi kötü hasleti öğrenirsiniz bir hayvandan?
Yediğiniz yere pislemeyi mi?
Dost eli ısırmayı mı?
Kin gütmeyi mi?
Yoksa “ben” demeyi mi?

Umarım sadakat bulaşır size hayvanlardan, selamlaşmak, samimiyet, şükran bulaşır. Biraz da iyi niyet…
Tabii bünyeniz bunları reddetmezse…

Sözde Müslüman geçinen, Müslümanlığı kendileri için bir ticaret olarak kullanan utanmazlar, Allah’ın yarattığı varlıkları sevmeyi -mesela köpekleri, diğer hayvanları- bir alay vesilesi veya suç olarak damgalayarak, Bekir Coşkun’a hakaret ediyorlar.
Şunu iman sahibi herkes bilir ki, Allah’ın yarattığı varlıkları, hayvanları sevmeyenler, Allah’ı da sevemezler, Müslüman da olamazlar. Onlara Hıristiyan bile denemez, olsa olsa kâfir denebilir.
Her ne kadar Müslümanlık iddiasında bulunsalar dahi…
Sırf hayvanlara gösterdiği sevgi dolayısıyla bile Bekir Coşkun, bu sözde Müslümanlardan bin kat daha Müslüman, bin kat daha Allah’a yakındır.

Bu, kelimeleri duyulmayan varlıkların da, üzerimizde hakkı vardır, kul hakkı helalliği de kuldan alınır.
Haydi alsınlar alabiliyorlarsa…
Sözde Müslümanlar, gerçek kâfirler… Çakma Müslümanlar…
Belki sadakat bulaşır onlara hayvanlardan, selamlaşmak, samimiyet, şükran bulaşır. Biraz da iyi niyet…
Tabii bu hasletleri bünyeleri reddetmezse…




NOT: Yerli Guy Fawkes’lar çıktı diye sevinmiştim. Halbuki şimdi onlar da maskelerinin üzerine “ampul” mühürleri bastılar…
Tekrar okuyunuz “Fikirler Kurşun Geçirmez” yazımı…
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=70O68O65O

“Suçlanması gereken çoğunlukla biziz. İbadet ederek ve dindar görünerek şeytanın ta kendisi oluruz.” (3)



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Şakir Süter’i kaybettik!
Akşam gazetesi yazarlarından, deneyimli gazeteci Şakir Süter’i kaybettik. Pazartesi sabahı (27 Ağustos) aldığımız haber, bizi fazlasıyla üzdü. Ailemin yakın dostlarından olan Süter, uzun zamandır tedavi görüyordu. İyi bir insan, iyi bir gazeteciydi.
Allah rahmet eylesin, yakınlarına da sabır versin…

* Gerçek HAYVANAT
Gerçek hayvanlar iki ayaklı ve tam da bağrımızda yaşıyor. Bir başkasına yaşama şansı vermeyerek.
Vak’a 1:
Yer: Bingöl’de iki ayaklı yaratıklar, Peri Suyu Sorik mevkiinde serinlemek için suya giren, masum mu masum, tatlı mı tatlı bir ayıyı (ya da Vatan gazetesinden Mehmet Tezkan’ın yaptığı gibi, katledenlere AYI, katledilene ayı mı demeliyim aradaki farkı daha da göstermek için?) taşlarla, ucu çivili sopalarla döve döve öldürüyorlar. Tam 2 saat sürüyor bu işkence. Sebep: Daha önce canilerin ellerinden kaçan ve bal çalan daha önceki 9 ayının öcünü de almak…
Sonuç: Çevre ve Orman Müdürü Bedrettin Taşkesen, cezasız kalmayacak diyor. Neymiş ceza? Kelle başı, (adam demeye gitmedi elim) 251 YTL idari para cezası ve mahkeme uygun görürse de tazminat bedeli 18 bin YTL.
Çokmuş… Eminim akıllanırlar. L
Birebir aynısını yapmak gerek. Olay mahallinde suya sokup, taşlatmak… Hadi bir indirim yapıp ucu çivili sopaları kaldıralım…

Vak’a 2:
Kuşadası Köpek Evi’nde 8.5 aydan sonra yine ihmal, yine köpek ölümleri. Yabancıların da aralarında bulunduğu bir grup hayvansever ziyarete gidince, cesetlerle karşılaşıyor. Sebep: Yetkililerin yok olması ve tellerin arkasında kaderine terk edilen köpeklerin yiyecek arayamaması ve susuz kalması.
Sonuç: Suç duyurusunda bulunulmuş. Doğrudan öldürülmediği için, kasıt suçu ağır basar. Ve ne olur? Herhalde 100 YTL para cezası ve görev yeri değişimi.
Oysa bu yetkilileri (!) de, kafes ardına koymak ve bekleyip görmek gerek.

Sonuçta kıstas, kısasa kısas…

* 181 bin polise zam yapılacakmış!
“Yeni kurulacak hükümetin ilk icraatı polise zam yapmak olacakmış. Maaşlara 200 ile 900 YTL arası zam yapılmasını öngören iki yasa taslağı hazırlanmaya başlanmış. Taslağa göre, polislere 200-300 YTL arasında, 1,2,3 ve 4’üncü sınıf Emniyet Müdürleri’ne de 400-700 YTL arası zam uygun görülmüş.
Söz konusu zammın Tayyip Erdoğan tarafından gündeme getirildiği konuşuluyor. Erdoğan’ın, polislerin özellikle seçim sürecinde güvenliğin sağlanması için üstün gayret gösterdiği belirterek, polisler ile güvenliği sağlayan diğer birimler, yargı ve mülki idare mensupları arasındaki maaş uçurumun kapatılması gerektiği söylediği iddia ediliyor.”

Sayın Başbakan, hangi dağda kurt öldü de, Türk polisinin fazlasıyla hakkı olan zamları tam da bugün yapmaya karar verdiniz?

SOSYAL SORUMLULUK

Reçel Annelerin elleri boş!
Yoksul çocukları okutmak için reçel yapıp satan anneler bu yıl zor durumda… Büyük alışveriş merkezleri stant vermediği için satış yapamayan ekip, okulların açılışına bir ay kala büyük firmalardan da destek bekliyor. “Butik” olarak tanımlanan 21 reçel çeşidine ek olarak, en son hazırladıkları limon reçeliyle çeşitlerini 33’e çıkaran Reçel Anneler, ürünlerini tamamen doğal olarak ve kendileri hazırlıyorlar, reçel yapımında ortaya çıkan kilolarca meyve çekirdeğini de TEMA Vakfı’na ulaştırıyorlar.
Reçel Anneler’e sipariş vermek için: 0 216 384 71 50 veya recelanneler.net


İzler
1- Serdar Akinan, Akşam, 26 Ağustos 2007
2- Bekir Coşkun, Hürriyet, 26 Ağustos 2007
3- V for Vendetta

27 Ağustos 2007

37- "Dil"inizi arılar soksun


Sandıklar açıldı açılalı, neredeyse bütün medya yorum üzerine yorum yapıyor.
Birçokları seçim öncesi atıp tuttu, sonra çark etti. Satılık medya diye boşuna bas bas bağırmadı “bazı”larımız.
Seçim ileri-gerilerinden sonraki konular ise AKP, Cumhurbaşkanlığı ve ihtimaller.
Yani varsayımlara devam ediliyor. Bu konulara hiç değinmeyeceğim.
Aydınlık dergisi son kapağında harika bir meclis bilânçosu çıkartmış: “20 Apo, 20 Barzani, 90 Fethullah ve 120 hortumcu.”
Arısı dilinde milletvekili Ahmet Türk, “PKK’ya terörist diyemeyiz” diyor ya, başyazarımız Tuncer Bahçivan’ın yazdığı gibi “Haklı, insan kendi kendine terörist diyemez”, ya da Mustafa Mutlu’nun yazdığı gibi “Buna da şükür, TSK’ya düşman ordusu dememiş”.(1)
Başta Ahmet Türk olmak üzere bazı DTP’li vekiller TBMM kayıt formundaki “bildikleri diller” hanesine Türkçe yazarak, devletin resmi dilini yabancı dil olarak gördüklerini gösterdiler.
İçerde PKK, dışarıda PKK.
PKK meclisin içinde.
PKK bağrımızda.
“Şehit yakınlarına bu durumu nasıl anlatacaksınız?” (2)

“Cumhurbaşkanını tanımıyorum”
Birkaç gün önce, Beyoğlu’nda yemek yediğim bir lokantada, bana eşlik eden Doç. Dr. Ümit Sayın’a, bir defa seyredebildiğim ama yayından kaldırıldığına çok üzüldüğüm, terapi niteliğindeki “Güzel ve Dahi” yarışmasını anlatıyordum.
Tabii kendisi havalı ablalarımızın bu kadar boş olacağına inanmak istemedi. İçlerinden geçiyor o hava dedim, gençlerimizin büyük çoğunluğunu yansıtıyorlar dedim, inanmadı.
Servis yapan garsonu çağırdım, “Ben karıştırdım da, Cumhurbaşkanımızın adı neydi?” dedim, cevap verdi: “Bilmiyorum.”
A.S.- Siz Türkiye’de yaşamıyor musunuz?
El cevap: “Ben Kürdüm.”
“Başbakanın adı nedir?” dediğimde nihayet hatırlayabildi…

A.S.-“Türk vatandaşısınız değil mi?”
Cevap yok. İdrak edemiyor çünkü.
A.S.- “O zaman lütfen Cumhurbaşkanımızın adını öğrenin gelin, bana da söyleyin.”
Misafirim inanmadı duruma, bir sonra gelen garsona da sordum, ancak soyadını çıkartabildi. Birkaç soru daha sorduk, hatta birinci dereceden bir equation bile sorduk. Sonuçları hiç anlatmayayım, bu arada ilk garson öğrenmiş de gelmiş. O gece rahat uyumuştur artık, nasıl olsa bir şey öğrendi ya!
“Güzel ve Dahi” yarışması toplumun baskın gerçek rengi. Yazık oldu kaldırılmasına, kendimizi seyrediyorduk.
Şimdi meclise bakacağız kendi aksimizi görmek için.
Şaşmamalı oraya “sızan” bazı vekillerin formdaki bir maddeyi doğru düzgün idrak edemeyip “sözde” hata yapmalarına.
Özde hatalarını umarım fark edecek, oylarını onlara veren her 2’nin biri.
Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer, meclisteki yemin törenine katılmayacak. Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve kuvvet komutanları da Yüksek Askeri Şura toplantısı nedeniyle katılamayacaklar. İnşallah. :)
Yoksa…
Yoksa o dilleri arılar sokmadan, Kürdistan’a bağımsızlık verilmesini isteyenler, dindar cumhurbaşkanı isteyenler, Atatürk’ü anayasadan çıkaralım diyenler, dini devletin bütün kurumlarının üzerine koyanlar, çalanlar, çırpanlar, sömürenler…
Meclis yemini ederken, namus diyecekler, şeref diyecekler, bölünmez bütünlük diyecekler, laiklik diyecekler…



ATATÜRK diyor ki…
“Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir.
Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotlukbireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.” (3)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Bergman ve Antonioni’ye elveda…
İsveç sinemasının melankolik gözü Ingmar Bergman, 30 Temmuz 2007 günü, 89 yaşında, sahibi olduğu Farö adasında kızının tasviriyle “huzur içinde” öldü. 2005 yılında Time dergisi tarafından “Yaşayan En İyi Yönetmen” olarak tabir edilen Bergman, çağımızın dâhilerindendi. Birçokları için “Yedinci Mühür” dendiğinde akıllara onun adı gelirdi, benim içinse “Persona”.
Persona’yı seyrettikten sonra, öyle etkilenmiştim ki, 1965 yılında nasıl olup da böyle bir film yapılabildiğine aklım ermemişti. Hayran olmuştum.
Andy Warhol gibi sadece “printer” görevi gören bir sefilin adı, post modernizmle anılıyorsa, benim için modernizmin “post”u yok çünkü Bergman modernizmin son kalesiydi.
Bergman, modern insanın iç sıkıntısının sesiydi, kimliğini bulma çabasıydı, “ben”inin rahatsız edici dikeniydi. Bergman’ın sessizliğiyle, Avrupa’da bir dönem kapandı.
İtalya’nın efsane yönetmeni Michelangelo Antonioni ise… 1985 yılında felç olmasına rağmen setlerden uzak kalamadı. 94 yaşında ölen Antonioni, 1930’ların İtalyan komedilerini eleştiren sert yazılar da yazmış, politikaya da bulaşmıştı. Filmlerini listelemeyeceğim, yeni nesil gençlere ev ödevi vereceğim.
Malum “Güzel ve Dahi” yarışması bittiğinden beri, güzel tenekeler ve üniversite mezunu olarak deha tescilleyen baylar kılavuzsuz kaldı.
Filmografi ev ödevi
Ingmar Bergman (BBC Turkish sitesinin başarılı editörleri, kocaman harflerle İngmar yazmışlar, gözüme çarptı da, aklımdan çıkmadı) :)
Persona, Yedinci Mühür, Bir Aşk Dersi, Kadınların Bekleyişi, Yaban Çilekleri, Yüz, Sessizlik, Evlilik Yaşamından Sahneler, Fanny ve Alexander.
Michelangelo Antonioni: Macera, Cinayeti Gördüm, Gece, Kamelyasız Kadın
Haydi bunlarla başlayın, güzel tenekeler ve diploma tescilli baylar… Yarı yolda kalırsanız haberim olsun…

* Gaffur’dan temizleniyoruz!
Medyatava internet sitesinin haberine göre, Avrupa Yakası dizisinde Gaffur karakterini canlandıran Peker Açıkalın’ın sözleşmesi dolmasına bir yıl kala, yapımcı Sinan Çetin tarafından feshedilmiş.
Dolapdere BG yazımda anlatmıştım neden sevmediğimi Avrupa Yakası dizisini.
Çünkü standart zihinlere uygun karakterler, birçok sit-comla aynı noktada buluşuyor, tabii bütün toplum belleğini uyuşturmayı amaçlamışlar besbelli. Bu tip ortalama programların/dizilerin/şovların “büyük büyük patronlarının” amacı budur, uyuşturmak ve kontrol etmek. Ne yazık ki, sadece standart zihinler seyrettiğinden amaca ulaşılamıyor. İhtiyacı olanlarsa buna kanmıyorlar.
Velhasıl biri gitti, elde var 999.999…
:)

Dolapdere BG yazısı web yolu
(http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=69O69O65O)

* Veganseksüellik
Sevişmemek için bin bir türlü bahane buluyor günümüz toplumu ya da o kadar yoldan çıktı ki, tekrar yola dönmek için inanç sistemcikleri geliştiriyor.
Bunların en yenisi de veganseksüellik…
Peki nedir bu sistemin manifestosu? Et yiyenlerle sevişilmeyecek çünkü onların vücudunda birçok canlının cesedi var!
Yeni Zelanda’da gelişen bu akımın öncüleri vejetaryenler ve veganlar. Et yiyenleri çekici bulsalar da, sevişmemeye yeminliler… :)
İnanç sisteminin bir başka dayanağı da, kişinin sık yediği gıdayla özdeşleşmesi. Yeni Zelanda Canterbury Üniversitesi’nden Annie Pott bunu şöyle açıklıyor: “Bu görüşü savunanlarla karşılaştım, onlar sık sık et yiyenlerin, vücudunda ceset barındırmanın yanı sıra, hayvanlaştığını düşünüyor.”
Akşam gazetesi ise haberi “Et yiyenle sevişmek cesetle yatmak gibi” başlığıyla vermiş.
Gayet dikkat çekici ve tiksindirici değil mi? Harika bir nekropsi fobi yaratma yolu.
Son bir hatırlatma siz Sevgili (s büyük) Okuyucularıma… ben de veganım. :)

(Haber kaynağı: Akşam gazetesi, 01 Ağustos 2007, s: 4, Dış Haberler)

* Kolay poster
Bilgisayar başından kalkmadan fotoğraflarınızdan poster, tuval baskı yaptırmak ister misiniz?
Tamamen internet üzerinden bütün işlemlerinizi tamamlayabilir, istediğiniz adrese teslim alabilir, 7 gün 24 saat destek bulabilirsiniz.
www.kolayposter.com

* Tatil bitti.
Mi?
Bitmedi tabii ki. Sadece ara verildi. Sino adlı tekneyle yaptığımız bir haftalık gezi –öncesi ve sonrasındaki Bodrum molalarını saymıyorum bile- Kaptanlar Ertuğ ve Baturalp, usta gemici Serdar’ın da yüksek katkılarıyla başarıyla tamamlandı.
Adını hatırlamadığım, hatırlasam da sayamayacağım bir sürü koy gezdik.
Yemekler harika, insanlar harika, deniz harika, güneş harika. Hayatımda ilk defa bronzlaştım. Artık Editör Bey’in “Sütlü Manita” diye dalga geçmeleri bir kenarda kaldı, annemin bile şaşıracağı kadar “yandım”.
Bu Ayşe Arman modeli, Sevgili Günlük yazısının devamı bir havada olmamın sebebi reklâm.
Tekne gezisi için uygun fiyat, harika yemek, neşeli mürettebat ve 5 yıldızlı servis istiyorsanız, Baturalp kaptanı arayın ve adımı verin. (Bakın gülmüyorum)
Baturalp Kaptan: 0 532 325 43 21

* Hatalar
En son yazımda, biraz mekân yazayım derken, maalesef karıştırmışım, düzeltir, özür dilerim. Ankara’da gittiğimiz ve İstanbul sınıfında bulduğum mekânın adı Avenue’ymüş. Wok ise (benim yazdığım yanlış şekli Vogue’du) henüz ayak basmadığım ama yakın zamanda yolumun düşeceği mekânlardan biri.
Listemi hazırladım, önerilerinize açığım.
(Teşekkürler Krik-Krak)

* 3 cenaze bir nikâh
Her hafta birini kaybediyorum. Haftanın şehirde, hayatın içinde kaldığım 3 gününün ikisini gerçek dünya işleriyle geçiriyorum. Finans Müdürü Hanım, “Son bir ayda ne çok kişiyi kaybettin” deyiverdi geçen gün. Öyle idrak ettim, çünkü bu ruh hali kalıcı olmaya başlamıştı. Birinci dereceden akrabalar hepsi de. Cenaze, cenaze, nikâh, cenaze. Sıralama böyle. En son olarak da, kötü bir sağlık haberi. Haftaya herhangi birine söz vermeye korkuyorum, bu kez kime ne olacak diye.
Dualarımız kaybettiklerimize ve kalanlara. Sabır, hepimize…



*** Bu hafta Haftanın Blogu, Sosyal Sorumluluk, TDK Dersleri gibi promosyonlarımızı veremiyoruz. Baskıya yetişmedi. Haftaya yeni bir şans vermeyi ihmal etmeyiniz.



İzler
1- Mustafa Mutlu, Vatan gazetesi, 31 Temmuz 2007
2- Tuncer Bahçivan, gazeteci.tv, Teröristler Nerede yazısı
3- Teşekkürler Behiç Kılıç, tekrar hatırlattığın için.
Behiç Kılıç, Halka ve olaylara Tercüman, 01 Ağustos 2007
03 Ağustos 2007

36- Sevgili günlük

Sevgili Günlük,

Haftalar haftaları kovalıyor, ben akıp gidiyorum. Düzeni bozmadan, düzenimi bozarak, düzenin hem içinde, hem dışında…
Hani Tanpınar misali, hem (ne) içimdeyim zamanın, hem (ne) de büsbütün dışında…
Hastalıklar (sıkça yakamda), işler, insanlar derken zaman geçiyor. Ben geçmiyorum henüz. Öyle bir kenarda bekliyorum.
Esas rolüm gelene kadar, daha fazla sahneyi meşgul etmemek gerek değil mi?
Yine de ışıklar hep üzerimde, doğam bunu gerektiriyor ne yapayım… :D
Hastalanmadığım zaman da, ya çalışıyorum, ya geziyorum. Bu yaz için planım buydu aslında. Tüm işleri bir kenara bırakıp, sadece gezmek, yurtdışı, yurtiçi… Daha ne kadar buradayız bilinmez, malum.
Olmadı ama, planladığım gibi olmadı. İşte şu ajans işi oldu. Benim elimin değmesinin gerekmediği tüm işleri bir kenara bıraktım, ev tadilatımı askıya aldım (ne istediğimden emin olamadım yolun yarısında, belki Ankara’ya taşınırım, belki Asya tarafına derken, askıya almak daha doğru geldi, hem halim de yok), içimi askıya aldım.
Editör Bey, bana yaz başında bir liste yaptırdı, sorumluluk listesi. Aynısını kendisi de yaptı. Ve gördüm ki, onun hayatında sadece iki madde var, biri iş, diğeri aile. Benim hayatımda ise –bırakamayacağım- 8 madde. Aile işleri ve ailedeki yaşlıların sorumluluğu da bende çünkü. Muhasebe uzmanı oldum çıktım, sigorta ödemeleri, çalışanların maaşları, babaanne, dede alışverişleri, beslenme düzeni, doktorları derken…
Peki hangilerini bırakabilirsin diye sordu Editör Bey. Özel hayat ve sanırım gazeteci.tv dedim.
Kızmayın bana hemen…
Çok fazla sorumluluk var ellerimde.
Tabii bir madde de, en başta olması gereken madde de bendim. Ne yazık ki listede en sona yazmışım kendimi. Selcen’in fiziksel ve ruhsal gelişimi-sağlığı.
Aile ve dostların baskısı :) ve desteğiyle sağlığıma dikkat etmeye çalışıyorum da, her saldığımda kendimi hayatın içine, mutlaka bir kuralı çiğniyorum ve sonrasında yine ayağa kalkmak için acı çekiyorum. Çok sevdiğim bir ifade var İngilizce, “good as new”. Yeni kadar iyi yani. Henüz olamadım yeni kadar iyi. Olabilecek miyim hiç bilmiyorum. İyileşmekle de yetinebilirim ama… :)
Offf, Sevgili Günlük, kafam karışık, ne anlatacaktım ne anlatıyorum. Neyse, sen kusuruma bakmazsın biliyorum. :p
8 maddelik listeden, sizi atmadım ama biraz aksattım farkındayım, kendimi atmışım tamamen, özel hayatı da atmışım. Oysa Cüneyt Ülsever Hürriyet İnsan Kaynakları ekindeki köşesinde (08 Temmuz) sormuş “Bu yaz ne yapacaksınız?” diye.
Hemen de cevabı yapıştırmış: “Bence âşık olun”.
Tabii böyle bir kapasitesiniz yoksa “en azından çapkınlık yapın, birisi ile flört edin” diye de eklemiş.
Hani ben attım ya, bu özel hayat maddesini, her türlü uçan, parlayan, kanayan böcek çevremde. Daha da ısrarlı uçuyorlar. Daha da körkütük.
Oysa hep aynı noktaya gelip tıkanıyoruz.
Korku.
Aynalı Kaleideskop diyor ki : “Sana ihtiyacım var. İlişkimizin güçlenmesi için bilmem nereye gelmelisin, benimle geçirmelisin yazı”, yok daha neler diyorum. Hani omzunuza konan böceği şık :D bir hareketle silkelersiniz ya, aynen öyle yapıyorum ve “Bunları konuşmasak telefonda” diyorum. Yaşımın neredeyse iki katına varmış yaşıyla, hayatta daha el yordamı ilerliyor ya, şaşıyorum ona da, “ayakların yere sağlam bassın” diyorum, hocalık yapmaktan da sıkılıyorum, önüme bakıyorum.
Sevgili Aynalı Kaleideskop, Türk resminin karışık teknikli şifreli çocuğu. Son nesil dehası. (Son nesil dediğimde şunu anlayın, eserleri para eden son nesil yani, dedim ya, yaşı yaşımın neredeyse…). Hayatta hâlâ el yordamıyla ilerliyor ya, tamam temel sorunsalı kültür-kimlik-beden ve bence etc.
Editör Bey, taktı senin boyacı sevgilin diye, eh boyacı ama ne boyacı… :D
Ne oluyor sonra, süper bir ilgi, sonu gelmez, dibi görünmez…
Eh keyfini çıkartıyoruz, ne de olsa, “Yıllardır senden korkuyordum, artık korkmuyorum, seviyorum” dedi ya. :D
Oysa hep aynı noktaya gelip tıkanıyoruz.
Korku.

Hepsi hem deli gibi sığınmak istiyor, hem de deli gibi kaçıyor, korkuyor çünkü.
Ben de korkmayanı bekliyorum, onu ağırlayacağım en değerli sığınaklarda.
06 Temmuz Cuma günü Tesev vak’asının sene-i devriyesiydi, kişisel tarihimde. Kendimce kutlama yapacak ve şükranlarımı sunacaktım, aşka, korkuya, tüm kaçırdıklarımıza…
Hâlâ içimde. Çünkü kıyamadım sevdaya…
Tam kutlayacaktım, ağrı ele geçirdi beni. (Zaten bir önceki hafta Saros’a gitmiştim, hastalanınca döndüm, zayıf düşmüşüm demek ki) Gecenin bir yarısında, dertli bir dost aradı, malum kapımda her daim Gam Merkezi yazıyor ya benim. Kıyamadım ona, o ağrımın içinde, sesini fark ettim. “Çok ihtiyacım var sana” dedi, ama o sırada da anladı durumumu. “Boşver” dedim, ben ilaçlarımı içeyim, gel dışarı çıkartacağım seni hemen, dinleyeceğim, geçecek hepsi” dedim.
Ertesi gün “Eskisi gibi uyandım, teşekkürler” mesajı yine iyi hissettirdi beni.
İnsan o ağrısının sızının arasında bir dosta kucak açmaz da, kime açar?

Bir sürü işi askıya aldık da, bir türlü mekân yazıları yazmaya başlayamadık. Ama benim profesyonel müşteriliğim her daim devam ediyor.
Mesela Ankara’ya en son gittiğimde, Sevgili Finans Müdürü Hanım ve AN-a-KARA ekibi beni bir gezdirdi, bir gezdirdi. Adını yanlış hatırlamıyorsam, Vogue diye bir mekâna da gittik, açık hava ve güzeldi. Benim sayemde de servis gayet iyiydi. Hatta AN-a-KARA’lı ekip inanmadı da, Garson Bey gelip dedi ki: “Selcen Hanımı tanırım ben, ona göre servis yaparım”, eh ben de bir prim yaptım sormayın :D…
Ankara sosyete.com da çekti de durdu bizi, malum en çok eğlenen grup bizdik. O sırada pek sevgili arkadaşım :D (nerden oluyorsa) Volkan Büyükhanlı’yı gördük Sevgili Finans Müdür Hanımla. “Hadi, sizin Hacı Beğendikle fotoğrafınızı çekeyim” dedi, sonra da “eski nişanlım burada yanına gitmem gerek” dedi toz oldu. Arka arkaya masalardaydık, hiçbir şey bizden kaçmadı, biz de fotoğraf çektik bol bol. Hadi biraz dedikodu yapalım, eski nişanlısı şimdi Okan Bayülgen’in sevgilisi olan Berrak Tüzünataç. Eh, onlar da oldukça samimiydiler. (Fotoğraflar elimde, isteyen magazinci arkadaşa verebilirim :p)
Litera diye bir yer keşfettim yaz başında, farklı zamanlarda gittim test ettim (doğru fark ettiniz, gezdiriyorlar beni), bir de Fransız Sokağında harika bir teras, adını unuttum, Nişantaşında da Leea sevdiğim. Her daim gözdem Tünel’deki K.V.’ye artık pek gitmiyorum, hem çok sevdiğimden, hem hoş bir akşamın anısını aşacak bir şey bulamadığımdan. Kıştan beri Peradox’a gidiyorum, harika bir set mönüsü var. 360, Local, Zencefil, Pia her zamanki gibi.
Limonlu Bahçe çok bozulmuş, Cambaz’ın müzikleri kötüleşmiş, Mojo her zamanki gibi, Aşşk Café’nin keyfine varılmıyor kalabalık gençlikten, ama Harun Bey sağolsun her daim iyi servis alabiliyoruz. Ayaspaşa Rus Lokantası her daim babaannemle sığınağımız. Gezi ve Kemal Bey sağolsun, gecenin bir vakti, dört ayaklı dostum Pearl eşliğinde uğrağımda harika çikolatalar ikram ediyor ve her seferinde nezaketiyle beni kazanıyor.
Daha biriken çok şey var, eskisi gibi mekân yazmaya başlamak gerek…
Gidemediğim Marilyn Manson konseri (kendisi ilk gençliğimden beri çok sevdiklerimdendir), Ankara Mesa Salata’daki 700 milyonluk Kutsi gecesi, yazı açtığım Efes Pilsen One Love Festival, gidilen konserler, gidilemeyenler, hâlâ beklenenler…

AN-a-KARA grubuyla bir haftalık bir tekne gezisine gidiyoruz, arkadaşlarımla çıkacağım ilk tatil. Ailem dışında kimseyle gitmedim bir yere. Çünkü. Zorum ben zorum…
Laf aramızda, bugünlerde öyle çok da keyfim yok, gitmesem, kendi kozama kapansam yeridir…
Bir aydır bilgisayarın başıma açtığı dertler de cabası. Elektronik lanet var üstümde. Elektronik her aletim beni yarı yolda bıraktı, ipod nanom, laptopum, müziklerim, fotoğraf arşivim… Bir cep telefonum çalışıyor çok şükür…
Şimdi ve her daim aklımda Tesev vakayı vakvakiyesi… Hep içimde…
(“Seni unutmama izin verme. İlan-ı aşk ediyorum…” Kutsi söyledi tam bu anda, ben de daldım bu sığ sulara işte. İçimde karmakarışık bir koro. Şarkılardan fal tutacaktım, o kadar sığ çeşitli ki, gözüm yemiyor)
Cem Adrian söylüyor tam da şu anda, “Aşk bu gece şehri terk etti” diye…
Aşk beni… ben de şehri…
(Teşekkürler Alpxx, şarkı için. Unuttum, hangi şarkı beni anlatıyordu, zırzop mu?)
“Döküldü bu gece yağmur, gözlerine, eline, yüzüne”…
“Sev onu, kalbi çok çok soğuk, ısıt göğsünde”…
Isıtamadım, hâlâ…
Ne berbat bir şey değil mi, korku bizden… büyüktü.
“Her şartta korkularımızın toplamıyız. Kaderimizi kucaklamak için korkularımızla yüzleşmeli ve onları yenmeliyiz.” (1)
İnsan sadece kendine yenik.
Sadece…
Kendine.
Kadere bile değil.
Şimdi bir tütsü yanıyor dibimde, kokusu boyacıdan esiyor, biraz önce bana “iyi uykular” dileyen, hani artık dibine kadar korkmamaya çalışan.
Aşk kanıtları gösteriyor. Kendince. Kendi renklerince…
Adını hatırlamadığım ecnebi bir yazar, “Aşk yoktur, sadece aşk kanıtları vardır” diyor.
Oysa aşk kanıtları yoktur, sadece aşk vardır.
Ve o da yoktur.
İşte şimdi yoktur…
Ne fark ederse bütün bunlar, hayatın koşuşturmaları, acılar, sızılar, daha büyük gerçekler bizi ele geçirmişken.
Kalbim hâlâ aynı yerde çarparken, göğsüm hâlâ aynı yerde nefes alırken, hayat kendi kendine akıp giderken…
Ben hiçbir kalıba sığamazken, hiçbir kelime bana yetmezken, hiçbir ağrı beni durduramazken.
Ne fark eder?

“Ben bir tabanca hayaliyim
Ama içimdeki kurşun gerçek.”
(2)


PS.
“Before my pen has glean’d my teeming brain”
(Önce kalemim kaynayan beynimi topladı)
John Keats
Teşekkürler Sevgili Günlük…

İzler
1- Heroes
2- Küçük İskender


09 Temmuz 2007

35- Ruhu tımar etme yazıları


“Kaderin eline düşmeden önce sizi tanıyanlar, içinizdeki değişikliğin derinliği anlayamazlar.” (1)

Anladılar.
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde hem de.


“Bir hoca benim ancak yaşlanınca, akıllı kadınları seveceğimi söylemişti. Artık senden korkmuyorum. Artık seni seviyorum.” (2)
“Son günlerde kaçamıyorum senden. Işığın öyle kamaştırdı ki gözümü, yıllar önce sende durduğum ilk ana geri döndüm.” (3)
“Mabel’imin laneti oldum, hep bana benzeyen kadınları aradı, senin de lanetin olacağımdan korkuyorum diyorsun. Gideyim diyorsun, benim tanıdığım cesur kadına ne oldu?” (4)
“Senin ömür boyu sahibin olmayacak. Biz hayatla mücadele ediyoruz, sen rekabet. Sürekli hayatı geçme mücadelesindesin.” (5)

Anlarlar. Kaderin eline düşmeden önce sizi tanıyanlar, içinizdeki değişikliğin derinliği fark ederler gün gelir. Sadece saçlarınız değildir, fosforlu pembeden (ki çok eğlenmiştiniz o haliyle) kuzguni renge dönen, içinizin derinleşen soğukluğu da dışardan çok netleşir. “İçine derinleşiyor mağaram, dışarı soğukluk vurması bundan” derken… (6) Netleşirsiniz.
Oysa tam bir Jackyl-Hide kılığında dalmışsınızdır hayata, yeniden… “Gözlerimin seçtiği kadarıyla, bana doğru yaklaşan gölgeler var” (7) dedikçe gölgeleşir çevredekiler ve siz bir o kadar netleşirsiniz.
Konuştukça gizlenirsiniz, oynadıkça ustalaşırsınız.
Günlerinizi kahkahanın sakinliğinde geçirirsiniz, uyku tanrısı hypnos’un kollarında geçirdiğiniz 2 saate rağmen, sabahın köründe kapınız çılgınca çalındığında ve “yan apartmanın balkonundan düşen parça arabanızın tavanını delmiş ve yağmur suyu arabanızın içine doluyor” dediklerinde “Sınav devam ediyormuş” der, sükûnetle taşırsınız bu yapışkanlığı da sırtınızda. Yapışkanlıklar size bulaşmaz, korkarlar. :)

Sınavlar, sınanmalar, vefatlar, başlangıçlar, tereddütler, sızılar, kanamalar, kahkahalar, umutlar, korkular, sayıklamalar, duraklamalar, sorular, cevapsızlıklar, aydınlıklar… Sisler… Gizlenmeler… Işığa çıkmalar…
(Sarılmak büyülüdür derken yalan söylemiyordum, yine hakli çıkardı beni sol omzumun kokusu. Annemle başlayarak tüm sevdiklerime sinmek istiyorum… Ve her darda kullanmak üzere, onların da bana sinmesini)

Atlatıyorum, dayanıyorum her gün dersiniz, arada sevgilinin kollarına sığınırsınız, yetmez, bazen sessizlik yetmez, sol omzunuzda onun kokusu, gecenin karanlığında, kalabalığında yürümek istersiniz. Kalabalık fark eder sizi. Yürürken bir sürü göz üzerinizde. Hissedersiniz. Eee, güzelsiniz, ne olmuş? Yok, yok onlar da sezdiler… Bulduğunuz ilk taksiye atlarsınız, “Abla yol çok kalabalık, siz götüremem” der şoför gecenin bir yarısı. “Endişelenme, başkasına binerim” dersiniz. Duyan herkes şaşar size, berry’lerinizdir (8) sizi sakinleştiren oysa. “Dur, abla ben götüreceğim sizi, sizin kraliçe olan bir babaanneniz vardı, değil mi?” der, sizi şaşırtır, bir bakış atarsınız dikiz aynasından, tanıdık gelir, tüm ters yollara girerek, sizi gideceğiniz yere ulaştırır. Gözyaşı palasına.
Gün geceye döndükçe, kahkahalarınız, yalnızlığa kavuşma telaşınızda damlalara dönüşür.
Ah, sevdiğiniz birini kaybettiniz değil mi? İşte o beklenmedik vefat, bozuk para kadar bir delik açtı kalbinizde. Uzundur susturduğunuz tüm kederler sızdı dışarıya.
O yüzden gündüzleri kahkahanın dolandırıcılığında, geceleri gözyaşının yatıştırıcılığında.
Gündüzleri insan, geceleri kadın.
Gündüzleri mekanik, geceleri alkol-organik…
O yüzden…
O yüzden gündüzleri hayal satan bir et, geceleri hayal-et…

K- Suyun üzerindeki mutluluğumu besleyen diplerdeki mutsuzluğum ve tatminsizliğim hortladı.
Hem biliyor musun bazı şeyler sözlere dökülemiyor.
Sanki çok gerçek olacaklar gibi geliyor.
Daha fazla acıtacaklar.
Daha fazla korkutacaklar.
Hiç gitmeyecekler gibi.

Alevya- Ters giden ne? 30 yaş sendromu deme.

K- Değil tabii ki. Ne olduğunu bilmiyorum. Bir sürü şey.
Hiçbir şey. Belki de ben. Belki de değil.

Alevya- Adını koy. Listesini yap, önemsizlerin üstünü çiz.

K- Bahsettiklerin duygu ama. Üstünü çizince çıplak kalıyor insan.

Alevya- Yeniden giyinirsin sen de. Yeni esvapların olur. (9)


Teslimiyet
“Birini görsen de sorsan keşke: Daha çok var mı? Çok varsa daha, uyusan.
Çocukluk yolculukları gibi. Uyusan, geçse. Geçinceye kadar uyuyabilsen.
Biri tam olarak ne kadar uyuman gerektiğini söylese. Yolculuk çocukluğu gibi... Olabilse.” (10)

“Şimdi, hâlâ, her şeye rağmen, hiçbir şey olmamış gibi davranmak istiyorum.
Acaba bu kadar kıymetsiz mi hayatlarımız?
Bu kadar sertliğe rağmen, bunları hissedecek kadar mı kayboldu kendimiz ile ilgili değerlerimiz?
Ama sonra da dedim ki, acaba tam tersi, o kadar kıymetli ki hayatlarımız, bu hayatta mutlu edecek her şeyi yapmaya hazır mıyız? Yani mutluluk için, gurur denilen bence hâlâ o saçma şeyi, hiçe sayıyoruz. Neyse sonuçta karar veremedim. Kendimizi çok sevdiğimiz için mi, yoksa hiç sevmediğimiz için mi yapıyoruz?” (11)

“Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını.
Bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında.” (12)

“Ayrılık…
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
Birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin.” (13)

“İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık” (14) İşte kendimden de ayrılıyorum. Tanıdığım benden. Yeniden tanışmak umuduyla. Önce alışacağım bu yeni bedene, bu eprimiş de arınmış ruha, bu insansı hale…

“Şimdi kendiliğinden gidiverse hayat. Beni ılık bir yaz öğledensonrasının yumuşak yatağında unutup, bir süreliğine…
Kimse bir şey istemese, sormasa… Hep uyusam. Güneş dışarıda, ılıklığı üzerimde. Hayat dışarıda, acıları içimde.
Dilimin kanamasını, kalbimin sancımasını unutarak uyusam. Uyusam…
Uyandığımda…
Uyanırsam, her şey geçse, hayat geçmese” (15)

“Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye.” (16)

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye… (17)

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye…

O yüzden gündüzleri kahkahanın dolandırıcılığında, geceleri gözyaşının yatıştırıcılığında.
Gündüzleri insan, geceleri kadın.
Gündüzleri mekanik, geceleri alkol-organik…
O yüzden…
O yüzden gündüzleri hayal satan bir et, geceleri hayal-et…

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye…

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye…






*** Bu hafta ORTADAN ORTAYA KARIŞIK, Haftanın Blogu, Sosyal Sorumluluk, TDK Dersleri gibi promosyonlarımızı veremiyoruz. Baskıya yetişmedi. Haftaya yeni bir şans vermeyi ihmal etmeyiniz.


İzler

*Krik-Krak açtı yolu, sebeplenin siz de.
1- Heroes
2- Aynalı kaleideskop -A.K.- (Benim için küçük, sizin için büyük bir adım. Eski bir karakter ama yeni tanışıyorsunuz. Merhaba demeyi ihmal etmeyin)
3- Editör Bey
4- Naregatzi :)
5- Editör Bey
6- “Gelin kalbime, üşütmem sizi” yazısından alıntı. http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=69O71O64O
7-Alan Parson Project- Old and Wise
8- Bir anevrizma türü
9- Gerçek bir diyalogdan bir kesit.
10- Krik-Krak “Ruhu Tımar Etme Yazılarından” bir seçme
11- Krik-Krak’ın 2002 tarihli bir yazısından, kişisel ipuçları ayıklanmış değerli bir paragraf…
12- Şükrü Erbaş-
Hadi Selcen uyu, uyu da büyü derken. Uyu da sabaha yeniden doğ derken, uyu da biraz dinlensin bedenin derken, uyu da dinsin uykuda derken, uyu da sussun için, yatışasın derken... Krik-Krak “Ruhu Tımar Etme Yazıları” serisini toparlayıp gönderdi, kendisi gelene kadar. Ve beni kelimelerini, benim olmadığı için, içimdekilerin karşılığı olduğu için delice kıskandığım biriyle tanıştırdı.
13- Şükrü Erbaş
14- Şükrü Erbaş
15- Krik-Krak’a yazılmış bir e-postadan bir bölüm.
16- Şükrü Erbaş şiirinin –haddim olmayarak, benim iç akışımın ısrarıyla- yeniden şekillenmiş dizeleri.
17- Sayıklamalar…














34- Ortalama sevdaların adamları

“Dün gece ve bu sabah yürekleri hafiflesin diye insanların, gidiyorum sevdiğim adamın yüreğinden. Dizlerim titriyordu uzun zamandır. Kırdım ayak bileklerimi. Tanrı başka kadınlara ortalama sevdalar hediye etti. Bize bu ortalama sevdaların mutsuz erkeklerini sevmek düştü. Kara, mutsuz bir ağaç ne bilsin bahar olmayı, çaputlarla bezenmeyi… O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmaya karar verdim. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağım sandım. Oysa gücü yok sevdiğimin, çok korkuyor. Elleri terliyor… Kıyamadım…” (1)
Ah korku… Çürüttü her birimizi. “Sana korkular bıraktım, bir de yeni başlangıçlar” (2) dedik de gittik, her şeye inat diye diye gittik. Hep de küçük sözlerde çivilendik, “Evdeyim”, “Çaba gösteriyorum”, “Yanlıştı”, “Sana zorluk çıkarmam”…
Her birini elimizin tersiyle itip gittik, içimizde suskun serçeler. İçimizde… Katrana bulanmış yusufçuklar, kanatsız uç-uç böcekleri, kelimesi olmayan şairler ve mini minnacık “zafer”ler…

Bu yazı bir ithaf… Finans Müdürü Hanım’a… ve her daim yepyeni bir hayata… (ve her birimiz gibi her dem kıvılcımlı…)

Aşka… Bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye…
Ankara – İstanbul direkt hat kurduğumuzdan beri, sarılı-beyazlı yıldızlardan işleri yürüttüğümüzden beri, konuşmadık hiç.
Hiç konuşmadık o ilk gece olduğu gibi. Gecenin bir yarısında, önümüzde dört ayaklı kızım, biz kocaman Taksim-Galata turunda olduğu gibi. Geçmişi bugün etmiştik, geceyi gündüz. Kahkahalarla… Sırlanmış, hiç akmayan gözyaşlarıyla…
1 yaşından beri dosttuk (kelime anlamını biliyorsunuz değil mi, dost…), babaların diplomatik görevleri derken çocukluk geçmişti birlikte Ankara’da. Sonrasında tatil yazları… Kısacık-kocaman bir geçmiş yatıyordu altımızda. Ondandı yoğunluğumuz. Tüm kartları açmışlığımız hayata karşı.
Ondandı aynı acılı ve “şairane zafer”lerde kesişmemiz.
Ondandı aynı şekilde tınlamamız… (thanx to The Enishte)
“Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.” (3)
Önce kendimizi terk ettik, sonra kendimizi bulduk, sonra birbirimizi. En çok babalara anlatamadık seyahatlerimizi. Birbirimizle yetinmeyeceğimizi düşünen. Oysa dostlar vardı, birleştirdikçe büyüyen. Tam bir voltran oluşturan. Oysa onun evimi yuva sanması vardı, yuva yapması bir de.
Oysa akademik, profesyonel, sevdalı hayatlarımız vardı paralel.
Ne istediğimizi biliyorduk ya biz, işte bu yüzden en çok da istediklerimizi elde edemedik.
Çünkü istediğini elde edemesen de, ihtiyacın olanı hep elde ediyordun. Hep söyledim ona, eksik ediyoruz duaları. Yoksa istediklerimiz karşımızda. Dualar eksik. Eksik…
Gönlümüze değen aşk hariç tüm istediklerimiz sunuldu önümüze. Bekleme listeleri oluştu bizden habersiz, sonra da elimize verildi. O dedi “boy, boy illa da boy”, ben dedim “Ah, hangi birine inanayım”…
Beklettikçe beklettik, geri çevirdikçe çevirdik. Umurumuzda olmadı ki. Avrupa Yakası gibi standarttı abiler, aynı dökme hamurdan oyuncaklar gibi. Aynı gölgelere sahip şemsiyeler gibi, bizi karartan, gölgede serinletmeyen.
Güldük, güldükçe, yandılar; biz dirildikçe, sandılar ki “bulut geçti” oysa “gözyaşlarımız çimende kaldı”. (4)
Gözyaşları kaldı içimizde, sırtımızı sıvazladık ve yola devam ettik. Sherlock böcekleri, şair adamları, küçük zaferleri yarı yolda bırakıp…
Ne garip değil mi, insan nelere alışıyor…

“Ayrılık ateşten bir ok / Nazlı yardan hiç haber yok / Benim derdim herkesten çok / Ben nasıl yanmayayım” diyor bir türkü…
Haftaya türkülere bulanacağız, dostların kucağında…
Ben de Krik-Krak’a şunu söyleyeceğim: “Aşka… Bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye…”

Yürekleri hafiflesin diye gittik, terk eyledik. Biz de bilirdik değil mi oysa, mantıklı olmamayı.
Dizlerimiz titredi, kırdık ayak bileklerimizi. Başka kadınların onlara sunduğu ortalama sevdalara alışık adamlara, flüoresanlar döşendik, uyarı levhaları diktik, dinletemedik. Kimse değil, önce biz terk ettik, tenhalığımız ondan. Yalnızlığımız mı? Madalyonumuz… Gurur levhamız. Bütünlüğümüzün resmigeçidi.
Ortalama sevdaların mutsuz erkeklerini sevmek bize düştü.
Onlara, o kara mutsuz ağaçlara baharın gelişini, çaputlarla bezenmeyi anlatmak. Yine de vazgeçmek. Bize düştü. O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmak bize düştü. Bulut geçti, biz geçtik, gözyaşları kaldı çimende. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağız sandık. Oysa arkasından ağladık. Kimse görmedi. Biz görmedik. Gücü yok sevilenlerin. Çok korkuyorlar…
Kıyamadık.
Kendimiz hariç kimseye kıyamadık.

Böceklerin gerçeği
Ne garip değil mi? İnsan nelere alışıyor?
Ne zaman teslim olacağını bilmenin yanlış bir yanı yok.
En sonunda yapamayacağımızı itiraf ettik diye kimse bizi suçlayamaz.
Doğamız izin vermedi. Sonunda tanımladık.
“Kendinden nefret ettiği için hayatını başkalarını inciterek geçiren bir zavallı görüyorum karşımda” (5) diyen Kimber’a katıldık.
Kendimizden böcekleri ayıklayıp özgürleştik, acıları süzüp saflaştık, gözlerimizi ileri dikip keskinleştik.
“Kişisel bütünlüğümüz sahip olduğumuz tek şey ama çok az değer görüyor. Oysa en değerli yanımız o. Ve sadece onun sınırları içinde özgürüz.” (6)
Bütündük; soyununca eksik, kara, mutsuz ağaçlardan, ortalama sevdaların bulanık adamlarından büyüdük. Bütündük… Tamamlandık.
Biliyoruz artık, dalyanların karın doyurmadığını, gölgelerin korkutmadığını, kol uzunluğu açıp yayıldığımızda dostların çooook olduğunu, şükrettikçe yenilendiğimizi, işaretlere inandıkça büyüdüğümüzü, ağlamadıkça katılaştığımızı, karnımızı açtıkça (hani en yumuşak yerimizi, hani en özel yerimizi, hani o daimi hayranımın bayıldığı yeri) artık yaralanmayacağımızı…
İçimizde ağaçlar kesildi, kanamayı sürdürdük. Devam etmeyi de. Yaşamanın nefes almak olmadığını biliyorduk. Vurduk kendimizi yaşama.
Doğru olanı yapma hevesinde sherlock’lar, yanlıştan ölesiye korkan uç-uç’lar, kadınına yetmeyeceğinin bilincinde, ‘zaferler’den korkanlar… Biz gerçeğiz dediler.
Oysa söylemek istedim Krik-Krak’a… Gerçeği bir elinde tutanlar, öbür ellerinde de onu korumak için bıçak taşırlar.
Bırak kendi gerçeklerini yaralasınlar. Bırak kanasınlar. Bizi yine aşk ayırayacak.
Bizi yine aşk bütünleyecek.
Aşka…
Bize iyi gelmediğinde ondan uzak durabilmeye…



Ve… şunu da söylemek… birbirimize… herkesin yerine…

“Hadi gel benimle gemilerini suya indir ve köprülerini yak. Kanatlarını çıkardığımda, sen… Sen uçmayı denemelisin.” (7)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Son Havadis
Biliyorum gazete adı gibi oldu. İşte size son havadisler ve minik bir ‘kusura bakmayın’ listesi.
Sınavlar oldu, hastalıklarım uzun sürdü, bu arada misafirler, ortağı olduğum Hususi Müessese’nin açılışı (anlatacağım, sonra ama) , her zamanki insan-sı dertler, vefatlar…
Gelemedim. Gelseydim kalamazdım. Vazgeçtim.
Bu kez şımarma değil, sığınma hakkımı kullandım. Cevapsız e-maillerinizi, öksüz bıraktığım forumu siz teselli edin. Aniden geldim ama hep sevdiğiniz şekilde geldim. En cafcaflı yanlarımı takınacağım merak etmeyin. Önce bir soluklanayım
Bekleme listesindeki ağabeylerin hikâyelerini de yazıyorum uzundur size, biriktiriyorum. Birlikte güleriz diye… Paylaşacağım… Ama önce hayat bir ısıtsın beni.

* Cumhurbaşkanının Atatürk çalışması
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Köşk’e veda etmek üzere olduğu bugünlerde yedi yıldır sürdürdüğü bir çalışmayı yayınladı: “Atatürk Terekesi” çalışması altında Atatürk’ün tüm eşyaları belgelenip kayıt altına alındı; bu liste, Ata’nın tüm fotoğraflarıyla birlikte arşive kazandırıldı.
29 Nisan’da Can Dündar Milliyet gazetesindeki köşesini bu habere ayırdı.
Süreç, Sezer’in Köşk’ü devraldığı 2000 yılında başlamış. O zaman fark edilmiş ki, devletin elinde bir “Atatürk envanteri” yokmuş. Hatta Köşk’e kayıtlı görünen Atatürk eşyaları bile başka bir şehrin müzesinde saklanıyormuş.
Köşkteki albümlerde 300 olan Atatürk fotoğrafları, 7 yıl süren titiz bir çalışma (81 il valiliği ve 30 farklı kişi ve kurumdan derlenen 26 bin 604 fotoğraf) ile 57 bin karelik dev bir arşiv oluşturuldu. Bunların içinde en ilginci ise, daha önce hiç görülmemiş Atatürk karelerinin ortaya çıkmasıydı.
Köşk’te Atatürk devrinde 13 yıl sofra şefliği yapan ve Atatürk’ün güvenini kazanan İbrahim Ergüven, görev süresi boyunca sürekli fotoğraf çekmiş. Negatifleri ise 1938’den 65 yıl sonra ölünceye dek saklamıştı. Ergüven’e ait 65 makara fotoğraf Çankaya’ya bağışlandı ve tab edildi, Atatürk’e ait hiç görülmemiş fotoğraflar da böylece ortaya çıkarıldı.
“Atatürk Terekesi” tamamlandıktan sonra kayda alınan eşyaların dökümü Nisan ayı ortasında (aynı isimde) bir kitap olarak yayınlandı. Ayrıca “Atatürk’ün Kitaplığı”, “Atatürk’ten Kültürel Miras: Çankaya Köşkü Halıları” da kitap haline getirildi. Arşive alınan fotoğraflardan derlenenler de, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından Atatürk’ün 125’inci doğum yıldönümü anısına iki CD’de toplandı.
Fark edemediğimiz ne güzel işler yapmış Sayın Sezer…

* 11 bin “Vakıf yüzsüzü” Mayıs’ta teşhir edildi
Yaklaşık 26 bin kişi ve kuruluşun yıllardan beri tek kuruş ödemeden vakıf arazisi, arsa, işyeri ve konutları kullandığı belirleyen Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu kurumlar içinde anlaşmaya varamadığı 11 kişi ve kurumu kamuoyuna duyurdu. Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt “Aralarında anlı şanlı kişi ve kuruluşlarında bulunduğu 11 bin yüzsüzü, listeler halinde ilan ederek, Mayıs’ın 2. haftasında kamuoyuna duyuracağız” demiş.
Vakıf malları birçok kişinin kovaladığı, ancak birilerinin altından girip üstünden çıkarak elde edilen yerler olarak yer etti zihnimizde. Mesela güzide semtlerin en “tarihi” binalarında üç kuruşa oturanlara gıptayla baktık belki de, el değiştiren bu tip yerlerdeki ‘hava paralarına’ dudağımız uçukladı belki de. Biraz geç olmuş ama sonunda Vakıflar Genel Müdürlüğü hakkını arama yolunca ilk adımı atmış. Bu anlı şanlı kiracıların adaleti olsa, kuru kuruya oturmazlardı zaten. Bakalım teşhir işe yaramazsa ne yapacak Vakıflar?

* Deniz Harp Okulu sizi bekliyor
Deniz Harp Okulu başvuru tarihleri açıklandı: 16 Nisan-22 Haziran 2007. Başvuru için gerekli şartları dho.edu.tr internet sitesinden veya 0 216 395 26 30/dahili 2500 numarasından öğrenebilirsiniz. Başvuru kılavuzlarını Askerlik Şube/Daire Başkanlıkları, İl/İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri, Garnizon Komutanlıklarından temin edebilirsiniz. Doldurduğunuz formları posta veya elden teslim ederek başvurabileceğiniz gibi internet sitesindeki form örneklerini doldurup ön kayıt yaptırabilirsiniz.

* Haftanın Blogu
Tanıdık bir blog. İlgi gösteriniz. Tanıdık olması bir yana, gayet güzel hazırlanmış, eski adıyla Pera bölgesini turistlere tanıtan, önemli noktalarını öne çıkaran bir blog. Önerilerde bulunmak için görüş bildiriniz. Sahibinden izin alamadım, ismini yazmıyorum. Bloga ulaşmak için…
http://www.locallypera.blogspot.com/

İMZA: Bİ DOST

27 Mayıs, "Cumhuriyet" ve "Demokrasi"

27 Mayıs'ın bu yılki yıldönümü, tam bir ay önce yayınlanan Genelkurmay bildirisinin gölgesinde kaldı. Ama yine de tartışan yazılar çıktı. Bu yılki tartışmaların bir özelliği de, cumhuriyetçi-demokrat ayrımı yapan yazarların olmasıydı. Her ne kadar bazıları, ABD'deki bu isimdeki partilerle özdeşleştirdikleri için, yanlış yorumladılarsa da, böyle bir tartışmanın başlaması iyi oldu. Bu ayrımı ilk kez, hain bir saldırıda yitirdiğimiz, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı yapmış ve 1999'da çıkan, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarından derlediği kitabına "Ben demokrat değilim" adını vermişti.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı'dan kimi kurumları aldıysa da, bu kurumları yeniden düzenlemiş, hatta bir kısmını bir süre kullanıldıktan sonra kapatmış ya da konumunu değiştirmişti. Ve tabii pek çok yeni kurum kurulmuştu. Ama kurumların olması, kamu düzeninin düzgün yürüyeceği anlamına gelmiyordu. Asıl sorun bu kurumların, kurumsallaşabilmesi, kişisellikten kurtulabilmesiydi. Osmanlı'da XIX. yüzyıla kadar, sadrazam konaklarının sadaret makamı olması, her sadrazam değişikliğiyle, makam binasının değiştiğini düşünürsek, Cumhuriyet'in kurumları aldığını ama bir kurumsallaşma bilincini oluşturmak zorunda olduğunu anlarız. Kulluk bilinciyle yetişmiş insanları, vatandaş bilincine kavuşturmak için, kaynağın büyük kısmı, eğitime harcanmaya başlanmıştı.

1938'de tartışılmaz liderin ölümü, bir yıl sonra ise İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması, genç cumhuriyetin önceliklerini değiştirmesine neden oldu. Ama savaş yıllarında bile ikinci öncelik eğitim oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, toprak reformu kanununun meclise gelmesi, buna karşı çıkan toprak ağası olan 4 kişinin takririyle (önerge) başlayan Demokrat Parti hareketi, demokrasi adı altında kurumsallaşmayı ve cumhuriyetin kuruluşunu kesintiye uğratmıştır. 27 Mayıs hareketi, bu kesintiye son verip, cumhuriyetin kuruluşuna kaldığı yerden devam ettirmeye çalıştı. Sistemi koruyacak ve demokrasi için olmazsa olmaz kurumlar bu dönemde kuruldu. Yargıç bağımsızlığı ve "doğal yargıç" ilkesi, Anayasa Mahkemesi, vd... Demokrasiyi "bizim parti" iktidardaysa sevenlerce, bol bulunan 61 anayasası, acemi terzi elinde daraltıldı. Bu seferde dikişler tutmadı ve 82 anayasası biçildi. Ne bol ne dar olsun, anlayışıyla hazırlayalım derken, kişiye özel oldu. Gerçi kişiye özel yasalara alışkındık da, her gelen kişiye özel anayasa isteyince işler karıştı. İstim arkadan gelsin anlayışıyla yapılan değişikliklerle, bol demokrasi sosuyla tatlandırıldı. Neyse ki bu "demokrasi"nin demokrasi olmadığını bilenler var da, cumhuriyetin temel ilkelerini hem unutturmuyorlar, hem de çiğnetmiyorlar.

İlginç olan, demokrasiyi her derde deva görüp, her fırsatta "demokratik devlet"ten söz edenlerin, "kişilerin demokratlığı" konusunda bir şey söylemeyip, "devlet laik olabilir, ama bireyler laik olmak zorunda değildir" diyebilmeleridir. Bu bağlamda, demokrat olmayan kişilerden oluşan bir demokrasi nasıl olacak?

imzasi.bir.dost@gmail.com


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Yazılım (isim): Bir bilgisayarda donanıma hayat veren ve bilgi işlemde kullanılan programlar, yordamlar, programlama dilleri ve belgelemelerin tümü: "Yazılım mühendisleri."

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Teenager: İngilizce teen-ager sözü "On üç ile on dokuz yaşlar arasındaki kimse." anlamında kullanılmaktadır. Türkçede uzun zamandan beri var olan ve kullanılan ergen sözü teenager için uygun bir karşılıktır.
- teenager ; ergenlik çağı.

İzler
1- İclal Aydın-31 Mayıs 2007 tarihli köşe yazısından bir dost mektubu…
2- Sezen Aksu, Gidiyorum şarkısının sözlerinden.
3- Ahmet Altan- Hürriyet Pazar- 8 Nisan 2007
4- Mehmet Güreli’nin söylediği, Ömer Hayyam sözleri…
5- Nip-Tuck
6- V for Vendetta
7- Dünyanın en gerçek adamlarından biri… Nick Cave. Ship Song.
Minik bir oynama yaptım. Gemilerini benim yakınımda suya indir diyordu Cave, ben Krik-Krak’a benim yanımda indir deyiverdim. :)



33- Fikirler kurşun geçirmez

“Çünkü konuşmak yerine cop kullanılsa da, kelimeler hiçbir zaman gücünü kaybetmez. Kelimeler, anlamanın yoludur ve kelimelere kulak verenler için gerçeğin ifade edilmesidir. Ve gerçek şu ki, bu ülkeyle ilgili korkunç bir durum söz konusu, öyle değil mi?
(…)
Bu nasıl oldu? Suçlu kim? Elbette, başkalarına oranla daha suçlu olanlar var ve bundan sorumlu tutulacaklar ama yine de doğruyu söylemek gerekirse, gerçek suçluyu arıyorsanız, aynaya bakmanızı öneririm.
Bunu neden yaptığınızı biliyorum. Korkmuş olduğunuzu biliyorum. Kim korkmazdı ki? Savaş, terör, salgın hastalık. Sizi mantıktan yoksun bırakacak, sağduyunuzu yok edecek çeşitli sorunlar vardı. Korku galip geldi. Ve panik halindeyken kendinizi şu anki Başbakan Adam Sutler’ın eline bıraktınız. Size düzen sözü verdi. Barış sözü verdi. Verdiklerinin karşılığında tek beklediği susmanız ve toplu olarak boyun eğmenizdi. (…)
400 yıldan daha uzun bir süre önce yüce bir vatandaş, 5 Kasım’ı sonsuza dek belleğimize kazımak istedi. Adil olmanın, adaletin ve özgürlüğün yalnızca sözden ibaret olmadığını, bir bakış açısı olduğunu göstermeyi umdu.
Henüz bir şey görmediyseniz, bu hükümetin işlediği suçları bilmiyorsanız, o zaman 5 Kasım’ı anmadan geçip gitmesine izin vermenizi öneririm. Ama eğer benim gördüklerimi görüyorsanız, hissettiklerimiz hissediyorsanız ve aradığımı bulmak istiyorsanız, bundan bir yıl sonra Parlamento binasının kapısında benim arkamda durmanızı istiyorum.” (1)

Geçen yıl, tam tarihini hatırlamadığım bir gün (ajandama tek tek baktım, not etmemişim), resmi bir ofiste, sohbetin öylesine bir yerinde, çok sevdiğim filmlerden biri olarak saydım V for Vendetta’yı. Aslında karşımdakinin en sevdiği filmi öğrenip onun hakkında bir fikir edinmeyi de ummuştum. Şimdi hatırlamıyorum onun filmini ama hem seyretmediğim bir şeydi, hem de çok ciddiye alınacak bir film değildi. Ona V for Vendetta’yı seyrettirmek istedim hep. Sonra da yorumlarını dinlemek. Minik bir göz atışı sağlardı bana onun iç dünyasına. Daha yolun ilk başlarındayken biz.
Olmadı. Ben ondan sonra çok seyrettim V’yi. Hatta ‘bizim beye’ :) “âşık oldum” diye telefon açtığımda, hiç kendi üzerine, egosuna alınmadan “Anthony’i (Hopkins) bıraktın, V’ye kaçtın” dediğini de hatırlıyorum. (Ne çok şey hatırlıyorum, bilseniz şaşarsınız!)

“Ama aslında kimdi o? Nasıl biriydi? Bize adamın kendini değil, savunduğu fikri unutmamamız söylendi. Çünkü bir insan başarısız olabilir. Yakalanabilir, öldürülebilir ve unutulabilir. Ama bir fikir 400 yıl sonra bile dünyayı değiştirebilir.
Fikirlerin gücüne doğrudan şahit oldum. İnsanların bir fikir uğruna birbirlerini öldürdüklerini, hayatlarını feda ettiklerini gördüm.
Ama bir fikri öpemezsiniz. Ona dokunup sarılamazsınız. Fikirler kanamaz. Onlar acıyı hissedemez. Onlar sevemez.
Ve özlediğim bir fikir değil, bir adam.
5 Kasım’ı unutmamama sebep olan bir adam. Hiçbir zaman unutmayacağım bir adam.” (2)

Aslında tesadüf yoktur, sadece tesadüfün yanılsaması vardır diyen V, belki de hiçbir şeyin ve hiç kimsenin tesadüflerle bağlanmadığını, her şeyin aslında domino taşlarıyla birbirini örttüğünü gösteriyordu.
Aslında kimdi o? Nasıl biriydi? Sezgilerimle öğrendiğim tüm bilgilerin yanı sıra, tek bildiğim, o hiçbir zaman unutmayacağım bir adamdı.
“En çok istediğim şey de, sana şunları söylediğimde ne demek istediğimi anlaman… Seni hiç tanımasam da, seninle hiç gülmemiş, ağlamamış olsam da veya seni öpmemiş olsam da, seni seviyorum, bütün kalbimle seni seviyorum” (3)

“Devlet halktan korkmalı”

Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizimlerini yaptığı V for Vendetta, 1981’de çıkan bağımsız çizgi roman dergisi Warrior’da ilk kez halkın karşısına çıkan bir çizgi roman. 26 sayısı yayınlandıktan sonra, derginin kapatılmasıyla yarım kalan macera, 1989’da Moore ve Lloyd’un Vertigo/DC Comics ismi altında tekrar birleşmesiyle tam bir çizgi roman olarak yayınlandı.
Moore ve Lloyd, Guy Fawkes’tan esinlenerek ve içinde yaşadıkları dönemden etkilenerek V karakterini ortaya çıkardıklarını söylüyorlar.
“Margaret Thatcher’ın aşırı muhafazakâr hükümetine tavrımız, Vendetta’da yarattığımız faşist polis devletinde çıkış noktası oluşturdu” diyen Lloyd, şöyle devam ediyor: “Bu sistemin yok edilişi V’nin birincil var oluş nedeniydi”.

Wachowski kardeşlerin (Matrix üçlemesinin mimarları) ilk kez 1990 yılında kaleme aldıkları V for Vendetta, 5 Kasım 2005’te gösterime girmek üzere yola çıkmışsa da, seyirciyle ancak Mart 2006’da buluşabildi.
İngiliz-Alman ortak yapımı olan filmin başrollerini Hugo Weaving (V) ve Natalie Portman (Evey Hammond) canlandırıyor. (Hugo'nun karizmatik sesini, yüzünü hiç göstermese de, maskesinin altından güldüğünü hissettiğiniz sahneleri, başarılı oyunculuğunu, Natalie'nin harika aksanlı tonlamasını, içindeki korkulardan kurtulurkenki oyunculuğunu... anlatmaya gereNk yok.)
Hikâye, geleceğin İngiltere’sinde (2020) geçiyor. Diktatör rejime bireysel bir başkaldırının nasıl toplumsal hale geldiğini gösteriyor.
Çizgi roman severlerin bir bölümünün filmle kitap arasındaki farklardan yakınmalarına rağmen, film bir başyapıt olarak büyük kitlelerce kabul edildi. Çünkü film distopik bir bilim kurgu başyapıtı.
V karakterinin esin kaynağı Guy Fawkes’un asıl adı Guido Faukes. 13 Nisan 1570-21 Ocak 1606 tarihleri arasında yaşamış olan bir İngiliz askeri ve Kral 1. James’in İngiltere’deki Katoliklere yönelik zulmünün sona ermesini isteyen, dininden dönmemiş 13 Katolikten biri. Askeri zekâsıyla sivrilen Fawkes, 1604’te, İngiliz tarihinde "Barut Komplosu" (Gun powder plot) olarak bilinen bir olaya karışır. O devirde Katoliklere yapılan dini baskıya karşı gelmeye hazırlanan bir avuç insan, Westminister Sarayı’ndaki İngiliz Parlamentosu’nu senenin ilk toplantı gününde havaya uçurmaya karar vermiştir. 5 Kasım 1605’te, Fawkes, Lordlar Kamarası’nın altında, 36 varil barutla yakalanır. O ve arkadaşlarının amacı, ülkede karmaşa ve düzen bozukluğu yaratmaktır, çünkü bu sayede Katolik davasına daha sıcak bakan yeni bir monarşi ve siyasi rejim doğacağını ummaktadırlar. Fawkes ve grubun diğer üyeleri halkın gözü önünde asılırlar. Her yıl, 5 Kasım’da Bonfire Day/Night (veya Guy Fawkes Day) diye adlandırılan bir festival düzenlenir. İngiltere’nin her yerinde ateşler yakılır, havai fişekler patlatılır, Fawkes maskeleri satılır, kuklaları yakılır.
Fawkes, halkı ezen ve kullanan baskıcı düzene karşı çıkmış bir devrimci, bir özgürlük savaşçısı değil; İngiltere’nin gelmiş geçmiş en büyük vatan haini ilan edilir.
V’nin film boyunca yüzünden hiç düşmeyen maskesi. Bir Guy Fawkes maskesi olarak tabir edildiği halde, David Lloyd V for Vendetta’yı çizerken yakınlarında hiç Guy maskesi bulamadığı için bu maskeyi kendisi tasarlamıştır.
Sözün özü… “İzleyen kızların hepsinin V’ye âşık olduğu, biz erkeklerin de ‘bir fikri öpemezsin, ona sarılamazsın’ diye onları vazgeçirmeye çalıştığımız muhteşem filmdir. Beğenmeyen insanla karşılaşılması zordur.” (4)
Peki ben bütün bunları neden yazdım? (ales, üds, kpss, kpds derken seçenekli düşünmeye başladım, seçenek veriyorum)
a- Yine seyrettim, havaya girdim, paylaşmak istedim.
b- Bana havai fişekli kendi 5 Kasım’ımı veren adamı anmak için.
c- Haftayı boş geçirmemek için.
d- Çankaya ve Tandoğan mitinglerinin bizim Guy Fawkes’larımızın ortaya çıkışı olduğu için. Sonunda tünelin ucunda ışık göründüğü için.
e- V’nin dediği gibi, “Halk devletten korkmamalı, devlet halkından korkmalı” diye düşündüğüm için.
f- Menzil eşeği, gamsız öküz derken Bremen mızıkacıları dizdiğimden, bu hafta hafiften tornistan yapmaya niyetlendiğimden.
g- Hiçbiri.
ğ- Hepsi. :)

“Suçlanması gereken çoğunlukla biziz. İbadet ederek ve dindar görünerek şeytanın ta kendisi oluruz.” (5)


İMZA: Bİ DOST

Kim, niye seçecek?

Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve de süresinin 5+5 olmasının gerçek yaşama ne katkısı olacağı sorusu hiç sorulmuyor. Kimse de açıklamaya yeltenmiyor.

Kimse Mustafa Kemal’in niye cumhurbaşkanı olup, bir de başbakan atadığını merak etmiyor. İsteseydi, başkan olurdu ve kimse de itiraz etmezdi. Bunun yerine, Osmanlı’nın ve öncesindeki Türk devletlerinin padişah-sadrazam ikilisini cumhurbaşkanı-başbakan olarak sürdürdü. Bunu yaparak, hem alışılmış düzeni sürdürdü, hem de devleti kuran ve başındaki kişi olarak, günlük mesainin dışında kaldı. Ayrıca bu düzenleme tek adam ve tek partiye göre yapıldı. Ardılı olan İnönü döneminde büyük bir sorun olmadan sistem işledi. Atatürk’ün İnönü’ye "Dışişlerinde bana sormadan bir şey yapma" dediği bilinir. Aralarındaki çatışmanın alevlenmesi de bir dış politika sorunundan kaynaklanmıştır.

Çok partili siyasi yaşama geçişte, bence, İnönü’ye yakışmayan stratejik bir hata yapılır. Tek partiye göre oluşturulmuş düzen değiştirilmeden (anayasa, yasalar ve seçim sistemi) seçime gidilir. 46 seçimleri bir uyarıdır, ama gözardı edilir. 50’de iktidara gelen DP, kendisini tek parti olarak düşünüp, davranır.

27 Mayısçılar, DP döneminin yaşanmaması için yaptıkları anayasaya ve seçim sistemine gerekli gördükleri önlemlerle donattılar. Bunlar, cumhurbaşkanının tarafsızlığı (anayasaya taraftır ve onu korumalıdır), sorumsuzluğu (rahat davranabilmesi için), bir kez seçilebilmesi (gelecek dönem kaygısı gütmemesi için), meclis kontenjanı (senatoya 15 kişiyi atama yetkisi), kimi kamu kurumlarının aldıkları kararları onama ve kimi kamu görevlilerini atama yetkisi, uygun görmediği yasaları veto yetkisi, doğrudan (61 anayasası ile kurulan) anayasa mahkemesine başvurabilmesi gibi...

12 Eylülcüler, cumhurbaşkanının bu statüsünü korudu, hatta kimi yorumculara göre yetkilerini daha da artırdılar. Atama yetkisi had safhaya çıktı, örneğin. 12 Eylül öncesi yaşanan nafile turları önlemek için de, katı kurallara bağladılar, seçimini. 12 Eylül ve ‘kafadan’ asker karşıtı demokratlar(!) "82 anayasası, Kenan Evren’e ısmarlama yapıldı, o olmayınca sorun çıktı" diyor. İyi de, Kenan Evren’in 7 yıl sonra görevi bırakacağı başından belliydi. Yani bu iddialarının ilk bölümü doğru bile olsa, unuttukları önemli bir konu var.

Şimdi "halk seçsin" deniyor. Bu ne zaman çıktı, Demirel’in görev süresi dolmak üzereyken. Şimdiki yetki ve sorumluluğu ile halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı, hiç bir anlam ifade etmeyecek. Yetki ve sorumluluklarının değiştirilmesi ise, başlı başına bir sorun. Kime göre o yetkiyi alacak, kime göre bu sorumluluğu olacak? Boşuna zaman ve enerji kaybından başka bir şey değil.

Cumhurbaşkanını seçmek için oy verdiğinizi düşünün, hiç bir icraatı olmayacak, hiç bir politika üretmeyecek, sormayacak mısınız kendinize, "bu adamı niye seçtik" diye. Hem seçim süreci nasıl işleyecek, ne vaat edecek seçmene? Dahası, tüm seçmenlere hitap edemeyeceği için, taraf durumuna düşmeyecek mi?

Mustafa Kemal döneminde sistemi kuran konumunda olan cumhurbaşkanı, 1961’den sonra, son 7 yılda da net olarak görüldüğü gibi, sistemi koruyan makam konumunda olmuştur, ve öyle de kalmalıdır.

imzasi.bir.dost@gmail.com


İzler

1- V for Vendetta- V
2- V for Vendetta- Evey
3- V for Vendetta- Valerie
4- Ekşi Sözlük yorumcularından
5- V for Vendetta- V
04 Mayıs 2007

32- Öküzün gamsızı kasap bıçağını yalarmış

Cirimlerine bakmaksızın, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının emperyalistlere karşı kutsal bir zafer sonucu kurduğu son bağımsız Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetini ele geçirme hayali içinde, gece uykuya yattıklarında yorganları açığa düşüp vücutlarının bir bölümü açıkta kalmış sac ayağının “sayın” zevatını tek tek düşünüyorum.

Onları yani Amerikan BOP’unun eş başkanı olmakla iftihar eden RTE, Türkiye Cumhuriyetine karşı Yunan devletinin Ege tezini savunan, kendini Yunanistan Meclis Başkanı sanan Bülent Arınç ve bakanlığı döneminde Türklüğün bütün kutsal davalarını, Kıbrıs’ı, Kerkük’ü Türklük düşmanlarına peşkeş çekme konusundaki gayretlerde ön alan ve bu başarısının Çankaya’ya gönderilerek taçlandırılacağını zanneden Abdullah Gül’ü düşündükçe de aklıma bu atasözü geliyor:

“Öküzün gamsızı kasap bıçağını yalarmış.”

Ayrıca da bilmem bilir misiniz, kaçakçılık faaliyetiyle uğraşanlar mayınlı bölgeye girerken önce eşekleri salar, bölgenin temiz olup olmadığını kontrol ederler. Sonra da eşeklere bir şey olmazsa kendileri bölgeye girip faaliyetlerini sürdürürler. Bu görevi üstlenen eşeklere de menzil eşeği denir.

Bilmem anlatabildim mi?


İMZA: Bİ DOST

Köy Enstitüleri

17 Nisan 1940, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yağıyla kavrulup, ayakta durduğu yıllarda başlattığı eğitim atağının miladı olan tarih. Askerliğini yaparken okuma-yazmayı çabuk söken, sonra da devrelerine yardımcı olan askerlerden seçilenlerle, köylerde başlatılan eğitim atağı, bu tarihte değişik köylerden gelen çocukların birlikte eğitim göreceği kurumlara, Köy Enstitülerine dönüşmüştü.
Kız ve erkek öğrencilerin taş üstüne taş koyarak, kendi yaptıkları okullarda öğretmen olarak yetiştirildiler. Genç Cumhuriyet, kıt olanaklarıyla bu öğrencileri akademik bilginin yanında, kültürel olarak yetiştirdi. Her biri, plastik sanatlarda temel bilgileri uygulamalı olarak aldığı gibi, her bir öğrenciye bir müzik aletini çalmasını da öğretiyordu. Bunun yanında, her mezun, bir zanaat de öğrenmiş oluyordu. 1940–46 arasında kuruluş ilkelerine uygun olarak eğitim veren Köy Enstitüleri, savaş döneminin arttırdığı toplumsal huzursuzluğun da etkisiyle, kuruluş ilkelerinden uzaklaştırıldı. 1950 sonrası müfredatında yapılan oynamalarla da düz öğretmen yetiştirir oldu.
İlginç olan, bugün bile Köy Enstitülerine karşı olanların bulunmasıdır. Bu kesime göre, "Köy Enstitüleri, köylüyü köyde tutma projesiydi, kaldırılmaları hayırlı oldu". Ne acıdır ki, rahmetli Attila İlhan da bu görüşteydi. Kemal Tahir, "Bozkırdaki Çekirdek" diye bir roman bile yazdı, kötülemek için. Neyse ki Demokrat Parti, genç Cumhuriyet’in, bir yandan Osmanlı borçlarını öderken, biriktirdiği dövizi tarımda makinalaşmak için kullandı. Tarım kesiminde işsiz kalan kitleler ise, "taşı toprağı altındır" düsturu gereğince, köyden indi şehre, köyde kimse kalmadı böylece.
Sütun sahibem Ayşe Selcen gibi, soru sorarak bitireyim ben de. 46’da kuruluş amacından uzaklaşmaya başlayan, 50’den sonra tümüyle uzaklaşan Köy Enstitülü öğretmenlerin öğrencileri göç etseydi, bugün yaşadığımız kentleşme sorunlarını yine yaşar mıydık? Ya da, köyde kalsalardı, Türk tarımı bugünkü sorunları yine yaşar mıydı?

Not: Tatillerini bile Türkiye’de geçirmemek için, "Beni tanırlar, rahatsız edilirim" bahanesini uydurup, inandırıcı olduğunu düşünen, İstanbul’u bile, yaşadığı 3-4 semtle sınırlı sanan birisi, yazacak bir şey bulamayınca, köy enstitülerine "faşist" demiş, kendiyle çelişerek hem de! Hemen her yazısında okuyucusunu aşağılamayı alışkanlık edinen yazar, "Yerinde tutulmak istenen köylü, bu yanlış politikalar yüzünden, ellili yıllardan başlayarak büyük şehre bu kez “lümpen” olarak akın akın geldi ve büyük sorun oldu!" demiş.
Köy enstitülerini kuranların amacı tam da buydu. Köylüyü "lümpen" olmaktan kurtarmak!
imzasi.bir.dost@gmail.com
28 Nisan 2007

31- Şiirler bekler köşe başında

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.
Sevgilerde - Behçet Necatigil (Sevgili Dost aLeVYa için…)
ORTAYA ORTADAN KARIŞIK
Gündem karmaşası, “Yazma artık RTE” istekleri, kafa karışıklığı, uzun sürmüş bir hastalık, sınav gerginlikleri, kalp çalkantıları, hayat iniş çıkışları… Sizi başıboş bırakmayayım dedim, rast gele şairler seçtim.
İçimden geldiği gibi de her şiirden parçalar.
Belki birisi size dokunur, siz de bir şairin kelimelerine…
* Yalnızlığa Veda - Adnan Özer
“Gidiyorum işte
Hayalde gör, düşte gör.(…)
Ah ne vedadır ne vebadır ne vebaldir bu!
Gitmek değil, artık dağılmak benimkisi
tozuyan aklım ve hafızamla.
Bitsin artık bu şiirler, bu kitap, bu içe dönük cihannüma
Hayalse katili bir insanın
cesedi vurmaz hiçbir kıyıya.”
* Ne İçindeyim Zamanın - Ahmet Hamdi Tanpınar
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
* Ben Sana Mecburum – Attila İlhan
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.”
* Hepimize Dair – Cahit Sıtkı Tarancı
“Yalnız kendi başın mı dertli sanırsın,
Gölgesi yeryüzünde avare insan?
Taş da istemezdi yosun tuttuğunu;
Solmakta her çiçek kokusu uçunca.
Tasadır ağaca rüzgârda yaprağı;
Her kuş yanar az çok ölen yavrusuna;
Sivrisinek de halinden memnun değil;
Vızıltısı şikâyet makamındadır.”
* İçinden Doğru Sevdim Seni - Edip Cansever
“İçinden doğru sevdim seni
Bakışlarından doğru sevdim de
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan
Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de
Beni sevdiğin gibi sevdim seni
Kar bırakılmış karanlığından. (…)
Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen
Tanımadığın bir ülke gibi
İçinde yaşamadığın bir zaman gibi
Tam kendisi gibi mutluluğun
Beni bekliyorsun
Ve onu bekliyorsun beni beklerken.”
* Son Âşık – Faruk Nafız Çamlıbel
“Hasretinle geçiyorken bu gençlik çağım,
Ey sevdiğim, ben ümitsiz değilim gene
Ak düşünce saçların kumral rengine
Kollarında son aşıkın ben olacağım.
Ey başında şimdi sevda rüzgarları esen,
Böyle her gün yollarımdan geçsen de süzgün
Sen benimsin büsbütün terk olunduğun gün...
O mukadder günü, bilmem, düşündün mü sen?”
* Aşk ve Korku – Necip Fazıl Kısakürek
“Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde,
Allah'tan nasıl korkmaz, insan
O'nu sever de...”
* Kitabe-i Seng-i Mezar – Orhan Veli Kanık
“Hiç bir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar.
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi.
Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını
Günahkâr da sayılmazdı
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye..."
* Kocaman – Özdemir Asaf
“Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda,
Çocukluğumuzla çözdüğümüz...”
* Akşam mûsıkîsi – Yahya Kemal Beyatlı
“Gözlerden uzaklaşınca dünyâ
Bin bir geceden birinde gûyâ
Başlar rü'yâ içinde rü'yâ.”
* Yetişir – Ziya Osman Saba
“Beni hatırladıkça,
Arasıra gönlümü al.
Sokakta görünce, gülümse,
Yanıma yaklaş,
Az elin elimde kal.
Evine misafir geleyim,
Kahvemi sen pişir.
Taze doldurulmuş sürahiden
Bir bardak su ver
Yetişir...”

İMZA: Bİ DOST
O dergi, bu dergi değil!
Kürşat Bumin, Em. Amiral Özden Örnek'e atfedilen günlüğün gerçek olduğuna, yazarını belirtmediği bir yorumu okuduktan sonra ikna olmuş. Bence, günlükler yayınlanmadan ikna olmuştu ya, neyse. Değinmek istediğim şey yazısına giriş için kullandığı eğretileme. Şöyle girmiş yazıya “Malum dergi” (biliyorsunuz, bir zamanların siyasi hiciv dergisi Marko Paşa, sayılarının peş peşe toplatılması üzerine sürekli ad değiştirmiş ve sonunda “Malum Paşa” da karar kılmıştı)...". Anladığınız gibi "malum dergi" derken, günlüklerin yayımlandığı Nokta dergisini kastediyor. Nokta dergisi ile irtibatlandırılmaya çalışılan Marko Paşa dergisi, Türk basın tarihinin yüz akı yayın organlarından birisidir. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz’un yazarlığını yaptığı, 1946 yılında, savaş sonrası dünyada yeni bir düzen kurulurken, çok partili siyasi yaşama geçmeye çalışan Türkiye'de muhalif bir dergi olarak, söyleyeceklerini mizahi bir dille söyleyen bir dergiydi. Muhalefetinin ödülünü sürekli kapatılarak almıştı. Bu kapatılmalara buldukları çözüm ise sürekli ad değiştirmekti. Bir diğer sorunları da, yazar ve çizerlerinin sürekli hapse atılmalarıydı. Bu yüzden "Toplatılmadığı zamanlar çıkar" veya "Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar." gibi ibarelerle yayımlanırdı. Ah keşke, Nokta dergisine, Marko Paşa dergisine atıf yapılarak, "malum dergi" denmesinin ardında "safça bir iyi niyet" olduğuna ikna olabilsem!

imzasi.bir.dost@gmail.com

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Nobran (sıfat): Davranışı kaba, sert ve gönül kırıcı olan, nadan: "Kadın, seni sevmiş de konuşuyor oğlum, öyle nobran olma."- S. F. Abasıyanık.
* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Versiyon: Fransızca versiyon (version) sözü "çeviri; varyant; anlatış biçimi, yorum" gibi anlamlar taşımaktadır. Sözün "Bir metin veya eserin farklı biçimleri" anlamındaki kullanılışı için dilimizde zaten nüsha karşılığı vardır.
Son zamanlarda film, dizi vb. eserlerin farklı uyarlamaları için de versiyon sözü kullanılmaktadır. Bu anlam için önerdiğimiz karşılık; biçimleme.
Sözün bilişim alanındaki kullanımı için de Kurumumuz tarafından sürüm ve uyarlama karşılıkları önerilmektedir.

13 Nisan 2007