18 Ağustos 2008 Pazartesi

56- Sevgilim değil, kedim

Biliyorum, çok zaman geçti, sadece bana değil, site yöneticisine de mailler attınız, hepsinden haberdarım.
Söyleyecek fazla bir şeyim yoktu.
Susmayı tercih etmem o yüzden.
"Ergenekon'a gittim, gelicem" başlıklı bir yazı yazmıştım, yayınlanmadan veto yedi. Çok sertmiş, çok tehlikeliymiş böyle kayalıklarda gezinmek.
Sustum.
Şimdi içime dönüyorum yavaş yavaş.
Sessizlik beni sakinleştiriyor.
Hayatın karşıma çıkardığı sürprizlerin keyfine varıyorum, iyinin de, kötünün de.
Her tesadüf, kadere inandırıyor daha fazla.
Her gerçekleşen program, tesadüfe.
Ve her şey sevgiye...

" Kız 'Acaba...' dedikten sonra utanarak çevresine baktı. Yönetmen başıyla devam etmesini onaylayınca da '... (ölmüş olan) annem iyi mi acaba?' dedi.
- Annen yanı başında. Dün, sen evden çıkarken, çantanı unutmanı sağladı. Çantanı almak için geri döndüğünde anahtarın içerde kaldığını, eve giremeyeceğini fark ettin. Çilingir bulana kadar bir saat geçti, oysa o arada randevuna yetişip seni bekleyen adamla görüşebilir, istediğin işi elde edebilirdin. Ama o sabah her şey planladığın gibi gitseydi, altı ay içinde bir araba kazasında ölecektin. Çantanı evde unutman hayatını değiştirdi.
Kız ağlamaya başlamıştı.

'Başka soru sormak isteyen var mı?'
Bu kez elini kaldıran yönetmendi.
'O adam beni seviyor mu?'
Demek doğruydu. Kızın annesiyle ilgili hikaye odadakileri allak bullak etmişti.
- Yanlış soru soruyorsun. Bilmen gereken, ona ihtiyacı olan sevgiyi verecek durumda olup olmadığın. Bir şey olsun ya da olmasın, önemli değil. Sevebildiğini bilmen yeterli. O olmazsa başkası olur. Bir pınar bulmuşsun, bırak aksın, dünyanı doldursun. Bir şey yapacağın zaman emin olmak için bekleme. Bir şey verirsen alırsın, ama bazen hiç beklemediğin yerden." (1)

Şimdi içime dönüyorum yavaş yavaş.
Sessizlik beni sakinleştiriyor.
Hayatın karşıma çıkardığı sürprizlerin keyfine varıyorum, iyinin de, kötünün de.
Her tesadüf, kadere inandırıyor daha fazla.
Her gerçekleşen program, tesadüfe.
Ve her şey sevgiye...


ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* Pelin Batu ne demiş,ne anlamış muhabir arkadaş!
09 Ağustos Cumartesi günü Kelebek ekinde Pelin Batu röportajı yayınlandı. Sorulardan birisi ve muhabir arkadaşın anlayış yelpazesi. Ben yorumlayayım, siz puanlayın.
- Bir röportajında “Edebiyatta kendinizle özdeşleştirdiğiniz biri var mı sorusuna?” sorusuna, “19. yüzyılın aydınlanma dönemi kafa yapısı bana huzur veriyor diyebilirim” diye absürd bir yanıt vermişisin.
- Siz daha iyi bilirsiniz. Söyledikleriniz sayfaya yansıdığında abuk sabuk şeyler çıkabiliyor. Bu arada dönemi de 19.yüzyıl değil, 17. yüzyıl…
Kelebek’in künyesinde editör olarak görünen muhabir arkadaş Mevlüt Tezel, nasıl bir cüretle, anlamadığı bir şeye “absürd” diyebiliyor merak ediyorum. Ayrıca eğitimi nedir, ne okumuş, nelere kafa yormuştur, bunları da merak ediyorum. Pelin Batu’nun gayet açık verilen cevabını ve “Siz daha iyi bilirsiniz” diyerek çizgiyi çeken, dalgasını geçen ve umursamayan hattını anlamayan zihniyetin özgeçmişini görmek isterim.
Bekliyorum! :)

* Kedisi-köpeği olup, arabası olmayanlara SÜPER hizmet!
Anadolu ve Avrupa yakasında iki şirket pet taksi hizmeti veriyor, yani arabanız yoksa kedinizi-köpeğinizi veterinere götürmek için taksilere yalvarmanıza, kocaman kocaman örtüler taşımanıza gerek kalmıyor.
Anadolu Yakası’nda hizmet veren Pet Express’i (petexpress.com) yarım saat öncesinden aramanız yeterli, 24 saat çalışıyor,gece tarifesi uygulamıyor, fiyatlar taksiden pek farklı değil. Üstelik Pet Express kazancının %20’sini sokak hayvanlarına harcıyor.
Avrupa Yakası’nda hizmet veren Pet Taksi (444 7 724- hizmet7x24.com) de 24 saat çalışıyor, fiyatları biraz pahalı, açılış 5 YTL, her kilometre 2 YTL, yarım saate kadar beklemek 10 YTL.
İki firmada da tek kullanımlık hijyenik örtüler ve eğitimli personel var, isterseniz 4 ayaklı dostunuzu tek başına taksiye emanet edebiliyorsunuz.

* Sevgilim değil, kedim!
Yeni kurallardan dolayı kedi kızlarım bugünlerde, kendi yataklarında uyumayı öğreniyorlar. Okuduğum yeni bir araştırmanın sonucu acaba onları geri alsam mı dedirtti :).
Psikolog Dr. David Lewis, bir evcil hayvan maması şirketi için (adını vermiyorum, ülkemizde satılmıyor, gereksiz reklâm olmasın) yaptığı araştırmanın sonucunu şöyle özetlemiş: “Kediler kadınların kalbini çalma konusunda pastanın kremasını yiyorlar. Partnerler ikinci plana atılıyor.”
Heyecanlanma ve arzu temelli test kapsamında, katılımcı kadınların kalp atışları sayılmış. Kadınlara önce kedilerinin, sonra sevgililerinin veya eşlerinin fotoğrafları gösterilmiş. Partnerlerinin fotoğraflarını gören kadınların kalp atışlarındaki hızlanma oranı % 57, kedilerinin fotoğrafını görenlerde ise…
Sıkı durun… :) Yüzde 71!
Başka bir kedinin fotoğrafı gösterildiğinde ise herhangi bir değişiklik olmamış. Eminim ki, kendi partnerleri dışında başka bir erkeğin fotoğrafında da % 57’e yakın heyecanlanacaklardır.
Şapkayı öne alıp düşünmeli erkekler… Nedendir, niçindir…


* Forum yazarlarına NOTLAR
- Sevgili Scorpion40, keşke görebilsek karşımızdakinin bakışlarını. Ama dışardan bir göz gibi izleyebilsek, bize baktığında nerelerde göz kırptığını, nerelerde gözlerinin dolduğunu, içinin yumuşadığını, nasıl kalbinin gözlerinden fışkırdığını…
Ne güzel bir saptama yapmışsınız, her organ, insan anatomisinin her bölümü deforme olur ama bakışlar hep aynı kalır derken…
Nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim.

- Sevgili Hülya, gazeteci.tv yazılarıma ayseselcen.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz. Cosmopolitan’daki köşe yazılarımı sadece dergide okuyabiliyorsunuz, internet sayfasından sadece duyurular yapılıyor. Onun dışında yazdığım tüm internet dergileri, gazetelerini ancak kendi adreslerinden, röportaj yaptığım ve/veya köşe yazdığım diğer dergi ve ekleri ise ancak satın alarak takip edebilirsiniz.
Vaktiniz için teşekkür ederim.

- Sevgili Jimmy, benden bahsederken, “it” demişsiniz, hani şu İngilizce cansızlar için kullanılan kişi zamiri. Stop everbody it is mine demişsiniz. Hata etmişsiniz. Hem “it” diyerek, hem de kendinizce sahiplenerek. Oysa Samir ne güzel de anlamış ve aslında size de cevap vermiş: “O kendisine vurgun sadece”…

- Tüm diğer herkese…
Uzundur biriktirmiştim, şimdi toptan söylüyorum, teşekkürler. Vaktiniz için, sabrınız için…


İzler
1- Paulo Coelho, Portobello Cadısı kitabı.

55- Yanıltıcı "Teklik"

- Yine geç kaldın yemeğe. Endişelenme. Önemli değil. Biliyorum meşgulsün. Senin de böyle bir hayatın var. Üstelik sen seçtin, sanırım istediğin de bu. Ah, sen hiç yerinde durmuyorsun. Hiç bana benzemiyorsun, ben artık burada kalacağım. Ne kadar sürecek bilmiyorum. Kim bilir? Belki yıllarca artık böyle devam edeceğim hayata.
Çok iyi bir hayatım oldu, hiçbir şikâyetim yok. Ama bana kimse söylemedi, daha yapmak istediğim çok şey olduğu halde, vücudumun beni yarı yolda bırakacağını. Kader, paketi ters yüz edip teslim ediyor. Şimdi eskisinden daha çok söyleyecek sözüm var, paylaşmak istediğim birçok deneyim. Ama beni yataktan sandalyeye, sandalyeden yatağa taşıyorlar, bu haksızlık. Düz duvara tırmanırdım gençken. Şimdi yürümeye korkuyorum, tekrar düşerim diye. Oysa neden düşeriz? Tekrar kalkmayı öğrenmek için. Ama benim yaşımda değil.
Gitmen gerekmiyor mu senin? Yine geç kalmıyor musun bir yerlere? 5 dakika daha peki, belki, 10. Hem nerdeydin sen, kaç gündür? Bazen o kadar az kalıyorsun ki yanımda, gelmene değmiyor.
Buruşturma yüzünü, şaka yapıyorum evladım, biraz gülesin diye.
Gençken bana kimse zamanın neden ileri doğru aktığını açıklamadı. Ne zaman dünyayla ve onun gizemli sırlarıyla ilgili sorular sorsam, sus dediler, merak etme bunları.
Bir hata düzeltilebilseydi, hayat geriye sarılıp yeniden başlanabilseydi… İkinci defada, yaşama sanatını bilirdik ama sadece bir şansımız var. Öyle kıyafetli prova falan yok. Tek bir şov ve belki de akıp giderken farkında değiliz.
O yüzden üzme canını, hep söylüyorum ama dinlemiyorsun, takma kafana hiçbir şeyi. Babaannen yanında ve onun hayatında senden başka kimse yok.
Yaklaş bakayım, göreyim neler giymişsin…
Yine saçların darmadağın, bir hanımefendi kuaföre gider, bu kadar renkli eteklerle gezmez, çuvaldan yapılmış terliklerle yürümez. Nasıl bir etek bu, hiç ütülenmemiş. Saçlarının güzelim rengini mahvettin, üçüncü defa boyatma, ne güzel güneş parlardı saçlarında…
Ah, güzel torunum benim, saçların beni mutlu etmese de, yüzündeki bu gülümseme… Güneş saçların yerine yüzüne yansımış.
Neler oluyor sana? Yorgunsun hâlâ, belli. Hâlâ koşuşturuyorsun ama başka bir şey var bana söylemediğin. Sonunda yanaklarına renk gelmiş. Seni aylardır böyle görmemiştim. Dur bakayım, nerdeyse 2 yıldır.
Neler oluyor senin hayatında? Söyleme, belli oluyor, âşıksın, değil mi? Kendine değil, değil mi bu kez? “Ben sadece kendime aşığım” deyip çıkıyorsun işin içinden. Bu kez kandıramazsın beni. Bir sakinlik gelmiş üstüne. Hırçınlığın yatışmış sanki. Şu 2 sene önce bıraktığın adam değil, değil mi? Taaa baştan biliyordum, hata olduğunu onun. Sadece insanın kalbi söyler doğruyu. Bütün erkekler aynı değildir, eşit değildir. Bazıları daha iyidir, aşkım. Bu da sadece yukarıdakinin numaralarından biri. Hepsini aynı kılıfla gönderiyor bize. Ama eskiden yaşadığını unuttuğumu veya şimdiki durumunu görmediğimi sanma. Hafızam hâlâ mükemmel. Burada yatıp, sürekli düşünüyorum. Sanırım kafamın içindeki bütün bu bilgilerle gideceğim buradan, ne yazık. Hepsini Küba’da bir gün daha geçirebilmek için takas ederdim. Ağlama, aşkım, kirpiklerin dökülecek…

- Küçük şeyler. Küçücük şeyler, kocaman bir fark yarattılar. Zaten başkalarından tek istediğim küçük şeyler oldu, sadece kendimden büyük taleplerim vardı.
Merak etmeyin siz, ben sadece kendime aşığım çünkü sonsuzca büyüleyiciyim, gecenin sonunda ve sabahın ilk saatlerinde tek görmek istediğim insan benim. Bu ömür boyu sürecek bir ilişki ve asla boşanmayacağım. Kendimi asla yarı yolda bırakmam. Kendi başına olmak kesinlikle bir ayrıcalık, bunu siz çok iyi bilirsiniz.
Ama bazen kendinizle olmak gibidir bir başkasıyla olmak. Benim için en değerli kıstas budur. Aynı olmaktan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın beni. Kendimle geçirdiğim kadar iyi vakit geçirmekten bahsediyorum. Hatta daha da iyisi, sıkıca sarılabildiğin…
“Severim 1’i, bir ben, bir o, bir ay, bir güneş. Oysa “teklik” yanıltıcı bir kelime. 2, paylaşım, kendini bırakıştır, cezbetme ve reddetme, evet ve hayır.”
Evet ve hayır.
Belki hem evet, hem hayır.
Korkmayın bir yere gitmiyorum, bir yere sürüklenmiyorum. Sadece kontrolü elimden bıraktım, altını üstünü yoklamıyorum, dünün ve yarının peşinde değilim. Onlar benim peşimde artık. Ben bugünün bile peşinde değilim. Hiçbir şeyin değilim.
Bir sabah güneş düştü üstüme, yıllardır gitmediğim bir mekânda, uzundur hissetmediğim gibi hissettim. Güneşin yüzüme vurmasından korkmadım, alerjim başlayacak diye endişelenmedim. İçimdeki sesler sustu o sabah. Sonra da hiç konuşmadılar. İyi bir şeymiş. Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…
Neyini mi sevdim?
İnsanlara nazik olmasını sevdim, hayvanlara yumuşak gözlerle bakmasını, her şeyini paylaşmasını, durup dururken yanağımı okşamasını, sakinliğini, yarım gülümsemesini, içinden gelen görgüsünü, hissettirmeden yol vermesini, bir toplu taşıma aracındayken o arkadaşıyla konuştuğu ve ben müzik dinlediğim halde kolunu yanımdaki cama dayamasını sevdim, oraya ait olduğumu hissettirmesini, sofra kurmasını sevdim, bulaşıkları yerleştirmesini, ne istediğimi sormasını, dikkatle cevabı dinlemesini, unutmamasını, hayatımın içinde hem çok yeni, hem çok uzun zaman olmuş gibi durmasını sevdim, hararetle akan bir hayatın içindeki sakinliğini sevdim, çokça susmasını, uzun uzun konuşmasını…
Kızdığı zaman bile kötü sözler kullanmamasını…
Hayır, endişelenmeyin, tabii ki bana değil, bana neden kızsın ki, hem… bana kim kızabilir ki? Kaza yaptığımızda veya maç seyrettiğimizde olanlardan bahsediyorum. Ah, evet, siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ama anlıyorsunuz değil mi?
Hem bana benzemesini, hem de farklı olmasını sevdim.
Başkaları yapsa, çok umursayacağım ufacık şeyleri ben yaptığımda fark etmesini ve umursamasını sevdim.
Evet, haklısınız, ne farkı var diyorsunuz, tabii, hayatım boyunca el üstünde tutuldum, prensesler gibi davrandılar bana, bir sürü incelik gördüm, tonlarca sürprizler yaptılar, ya tavlamak ya elde tutmak için bir sürü şeylerini feda ettiler, onları incittiğimde bile, egolarını tırmakladığımda bile daha da bağlandılar, alay ettiğimde daha fazla ateşe attılar kendilerini, çok gösterişli şeylerle nefesimi benden almaya kalktılar.
Ben de onları listeledim. Hiçbir işe yaramayan listeler halinde, kâğıt üstünde, orda burda bıraktım gündelik hayatımızda parlak olan isimlerini, hiçbir işe yaramadılar, hiç gün ışığı göremediler benden yana.
Oysa şimdi ayaklarım yerden kesilmiyor, sadece…
Sadece dinlendirici bir sessizlik.
Başımı döndüren de bu.
Onun dışındaki tüm sesler susuyor.
Buna anlamlar yüklemenizi istemiyorum.
Sadece olduğu gibi bir durum bu. Samimi bir şey. Hesapsız…
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu. Ahenkli, cazip, serinletici, özlenen…
Tamamen gerçek, çekiciliği de orda zaten.
Siz karşınızdaki kişiye dönük durmazsanız hayatta, anlarlar. Hele ki karşınızdaki bir kadınsa…
Ben anlıyorum “canım” kelimesinin farklı tonlarını, telefon edildiğinde seçilen kelimeleri, minik bakışları, bir kapıdan önce kimin geçtiğini ve beni hayatında nereye koyduğunu karşımdaki insanın.
Bir kadın yerini anladığı ve memnun olmadığı zaman erkeğe nefes alacak alan bırakmaz. İlişkinin serpileceği oksijen bırakmaz. Çünkü adam hayatında o kadını gözü kara bir şekilde istememiştir. Zamanla tanıyıp, sevse, hayatında çokça olmasını istese bile, cesur hamleyi yapmamıştır adam. Karar vermekte hep tereddüt etmiştir mesela. Ve hayat sürüp gitmiştir.
Adam hayatına devam eder.
İş hayatı sıradan iş sorunlarıyla devam eder.
Özel hayatı alışılmış kaprisleri ve oyunlarıyla devam eder.
Sosyal hayatı inişli çıkışlı takvimiyle devam eder.
Adam devam edemez ama.
Kadın da kimseye yakın duramaz. Yine o kırık ses tonlarını fark edeceğinden korkar.
İkisi de kimseyi gerçekten tanıyamazlar.
Gerçekten…
Gerçekten kimseyi tanıyamazlar.
O zaman da ne âşık olur, ne de severler kimseyi.
Ne de hayata bağlı kalırlar.
Bir köşede sorgularlar, “kader, karma, kuantum” gibi süper felsefeleri. Bir taraftan kendilerini dağıtırlar hayır diyemedikleri sıradan sohbetlere.
Kendilerine kendileri bile üzülemezler.
Onlar bile acımazlar kendilerine.
Yazık olur.
Sesleri çıkmaz.
Çıkamaz.
Çünkü suçlu onlardır.
Aç bir çocuk gibi her şeker paketini açıp, her birinden bir ısırık aldıkları için, hiçbirinin tadını anlayamamışlardır.
Anlayamazlar da zaten.
O tırtıklı, fosforlu, herkesin peşinden koştuğu duygu, yaptığın seçimin peşinden gitmekle bulunur.
Verdiğin karar saygı duymakla sızar içine.
Sonuna kadar gidilir.
Yani, aşk, bazen söylemediklerinde gizlidir, o taaa içinde kalanlarda.
O yüzden en büyük aşkı da içinizde bulmalısınız zaten.
Kendinize karşı.
Ben öyle yaptım.

Şeker paketlerini önüme yığıp hâlâ açgözlülükle ve açlıkla ağlamak istemedim çünkü, bekledim. Siz benim “Obur Üzüm” yazımı okumuş muydunuz? İşte toprağın derinliklerinden getirdiğim efsunlanmış aromamı artık toprak üstüne çıkarma vakti. Persephone’nin zamanı geldi de geçiyor.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Rahmetli 4 ayaklı kızımı tutardım ben, fren yaptığımda sarsılmasın diye. Bilinçli bir şey değildi. O da beni tuttu, kasislerden geçerken, bilinçli bir şey değildi.
Güzelliği de ordaydı zaten.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu.
Endişelenmeyin siz, yüzüme vuran kendi ışığım,
Yüzüme vuran güneş ışığı.

54- Zümrüdüanka

Bir röportaj sonrası, Nevzat Karataş’la konuşuyoruz. Nevzat, VIP bir turist rehberi. Kendisinin en son misafirleri Harry Potter Zümrüdüanka filminin yaramaz ikizleri Fred ve George Weasley karakterlerini canlandıran James ve Oliver Phelps ve Potter’ın ilk sevgilisi Cho Chang’i canlandıran Katie Leung. Yanlarında ise Potter’cıların belki de tanıdığı ama basında fazla yer almamış bir Türk oyuncu: Tolga Safer.
Üstelik Safer, Harry Potter ve Ateş Kadehi seçmelerinde yönetmen Mike Newell’ı etkileyerek kitapta olmayan bir karakterin, Karkaroff’un yardımcısı rolünü kapmış.
Röportaj (benim yaptığım, büyük bir dergi için) ve fotoğraflar (benim çektiğim) bittikten sonra Gümüşsuyu’nda en sevdiğim yazı mekânlarımdan biri olan Park Café’de oturmuş laflarken…
Konu zümrüdüanka’nın imlasından başlıyor, TDK bitişik imla gösteriyor, oysa benim zihnimde kalan zümrüd-ü anka şekli. Görüyoruz ki, benimki eski imla. Tabii TDK Güncel Sözlük’te anlam manlam bulamıyoruz. Oysa kendi bilgilerimizi genişletmek isteğindeyiz. Hani Kaf dağında yaşar, yaşlanınca kendini yakar, küllerinden doğar, Phoenix de denir diye anlatıyorduk.
Sonra Nevzat Kaf Dağı hikâyelerine devam ediyor. “Promete, Zeus tarafından Kaf Dağı’na zincirleniyor, bir kartal her gün gidip ciğerinden bir parça koparıyor. (Ben bunu yazıda kullanacağım diyorum.) İnsanlık için kendini feda ediyor, çok acı çekiyor, her gün ciğerinin bir parçası yeniyor, yine de vazgeçmiyor, boyun eğmiyor. Dosdoğru bir adam. Yaşar Nuri Öztürk yıllar önce ‘Bize yeni Promete’ler lazım’ diye yazmıştı. ”
S- Ya karaciğer olduğunu belirtsem mi?
N- Yok anlar insanlar, belli akciğer olmadığı. Bak unutma, karaciğer motor organdır. Hani denir ya, ciğeri beş para etmez diye.
S- Neden ciğerini yiyor kartal Promete’nin?
N- Ben de cevap olarak diyorum ki sarışın gitti, bütün motivasyonum bitti.
S- Sen de ne istediği bilmiyorsun Nevzat, ben sana demedim mi, karşılık ver kıza.
N- Şaka yapıyorum, sen varken insan bakar mı başkasına?
S- Ben tokum bunlara arkadaşım, Promete daha ilgimi çekiyor. Haydi Promete’ye!
N- Ama Promete’nin ciğeri kendini yeniliyor. Ciğer kendini yenileyen tek organdır. Çünkü kalbini yese, hemen ölür, dalağını yese, beynini yese ölür hemen. Hâlbuki ciğer kendini yeniledikçe acı da yenileniyor. Sonsuz bir işkence yani…
S- Yani tam bir Sisifos Söylencesi. Ama bütün hücreler belirli aralıklarla kendini yenilemiyor mu zaten... Dolayısıyla bütün organlarımız da yenileniyor, hepsinin farklı bir aralığı var.
N- Demek istediğim şu: parmağın koptu mu yerine çıkmıyor. Eksik olanı tamamlıyor ciğer, ¼’ü bile kalsa kendini tamamlayabiliyor.
S- Tamam, şimdi anladım. Sonra Promete’yi de gelmiş Herkül kurtarmış.
N- Evet, kartalı öldürüp…
S- Neden Kaf Dağı’na zincirliymiş Promete?
N- Hikâye uzun. Dünyadaki nimetler, tanrılar ve insanlık arasında paylaştırılacak. Sembolik olarak bir boğa kesilecek, bir pay insanlığın, bir pay da tanrıların olacak. Bunu kim yapacak diye tartışırlarken, dürüst bir şahsiyet arayışına giriyorlar ve dürüstlük timsali olan Promete’yi seçiyorlar. Promete boğayı kesiyor ve iki pay halinde ayırıyor. Bir tarafa hayvanın etlerinden sıyrılmış kemiklerini, üzerine de iştah açıcı yağları koyuyor. Diğer tarafaysa hayvanın löp etlerini koyup üzerineyse iğrenç bağırsak, işkembe, deri gibi parçalarını koyuyor. Zeus bir payı tanrılar için seçecek, kalan da insanlığın olacak. Zeus iştan açıcı yağlara aldanarak kemikleri seçiyor. Ve ana pay da insanlığa kalıyor. Buna çok sinirlenen Zeus, insanlığın elinden ateşi alıyor. Ki bu etleri pişirip yiyemesinler. İnsanlık derin, berbat bir buzul çağına giriyor. Rahat duramayan Promete Olimpos’tan bir rezene sapının içinde tanrılardan ateşi çalıp insanlığa getiriyor. Ve insanlığı kurtarıyor.
S- Zeus çıldırıyor…
N- Ve Promete’yi Kaf Dağı’na zincirliyor.
S- Kime olsun Promete’den sonra?
N- Haydi sarışına olsun…
S- Haydi sarışına!
S- Sen Pandora’yı da anlatacağım diyordun. Pandora’nın hepimizin bildiği klasik hikâyesinin Promete’yle ilgisi ne?
N- Çünkü Pandora’nın yaradılışı Promete yüzünden… Zeus Promete’yi cezalandırmakla kalmıyor, onun yüzünden insanlığın başına bir belayı musallat ediyor: Pandora.
S- Yahu neresi bela? Biz yıllarca Pandora’nın kutusu oynadık. Üstelik Pandora’nın insanlıkla ilgili hikâyesi gayet ders verici. İnsanlara duyguların ve onlara tutunmanın önemini anlatıyor.
N- Pandora tatlı bela. İlk kadın ve kelime anlamı tanrılardan armağan demek. Zeus tarafından yaratılıyor. Her tanrı ve tanrıça çekici, baştan çıkartıcı, etkileyici bütün özelliklerini Pandora’ya veriyor. Mesela Afrodit çekiciliğini, Hermes yalancılığını, Apollon tehlikeli bilgeliğini… Ve güzeller güzeli, çekici mi çekici, şirin mi şirin Pandora Zeus tarafından yaratılıyor. Ayriyeten bunun eline bir kutu veriliyor.
S- İşte geldik benim meşhur kutuya… :)
N- İçine o güne kadar dünyanın başına gelmemiş bütün felaketler yokluklar, yolsuzluklar, savaşlar, kuraklık, deprem, yalan, riya… vb.
S- Desene yeni meclisimizin ilerde başımıza getirecekleri… İşte bizim de kendi Pandora kutumuz. Bilançoyu veriyorum: “20 Apo, 20 Barzani, 90 Fethullah ve 120 hortumcu.” :)
N- Senin örnekler Pandora’nın kutusunun yanında hiçbir şey değil! Çünkü bir kutu bir kadına teslim edilmiş ve denmiş ki “Sakın haaaa, açma!” Ama açacağını biliyorlarmış, çünkü o bir kadın.
S- Kutulara kim meraklı? Kadınlar mı erkekler mi? :)
N- Burada kutuya meraklı bir kadın yok, kutuyu açan bir kadın. :)
S- Tarih baştan doğru yazılmış demek ki, sonradan karışıklık olmuş.
N- Promete, Zeus tarafından Kaf Dağı’na yollamadan önce kardeşine bir nasihatte bulunmuş, “Sakın ha” demiş, “tanrılardan bir armağan alma”. O da bir anlamda yazılmışı yaşadığı için Pandora’yı kendisine yollayan Zeus’un kardeşinin nasihatlerine rağmen reddetmemiş, çünkü reddedilecek bir kadın değil Pandora, tüm kadınlar gibi. Gerçi ben sarışını biraz önce reddettim.
S- Hahahaaaa…
N- Hakikaten çok zor bir şeydir bir erkek için bir kadını reddetmek. Acı verir.
S- Sen demek ki bu yüzden bütün işkencelerime katlanıyorsun…
N- Elbette! Ailen de okuyordur şimdi.
S- Evet, muhtemelen.
N- Tabii ki o bir kadın, dünyaya indiğinde kendisine söylenenin tam tersini yapıyor.
S- Yorum katmasan olmaz mı… Allah Allah…
N- Kutuyu açtırsaydık keşke.
S- Haydi geç kutuyu, sayfam doluyor, daha yazacak çok şey var.
N- Merakına yeniliyor ve kutuyu açıyor. O zaman kadar dünyada olmayan bütün bu felaketler ve rezillikler dünyaya saçılıyor. Tabii hikâyenin sonunu başta anlattık, şimdi nasıl bağlayacağız.
S- Aslında başladığımız yerden bağlayacağız. Zümrüdüanka’nın hikâyesini yazarak. Onu da ben anlatacağım. Ama başka bir zaman…



selcencosmoz@gmail.com

53- Duygusal Kör

“Bazen birilerinin sevgiyle üstünüze düşmesini istemezsiniz. Kaçarsınız.
Yalnızlığı tercih ettiğinizden değil, zorlukla yakaladığınız soğukkanlılığınızı kaybetmekten korktuğunuzdan...” (1)


“Yoksa benim gibi ‘İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar’ mı dersiniz?
Her şeyi, her şeyi… hissederek, hesaba katarak, his yordamıyla, göz yordamıyla, yaşayarak, sorarak mı tanırsınız…

Nerden tanımaya başlarsınız bir insanı?
Nasıl anlarsınız, içinde yatanları nasıl dökersiniz ortaya?

Hangi ucundan tutup ruhunu kendinizinkiyle ölçersiniz boyunu?
Sahi, siz bir insanı nasıl tanırsınız?” (2)

“İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar”…
Paketleri açtıkça, etraf şeker kağıtlarıyla doldu. Eskiden, küçük bir çocukken (şimdi sadece büyük bir çocuğuz) arkalarını tırnağımızla düzleştirdiğimiz eti puf yaldızlarına dönüştü hepsi.
Düzelttik, düzeltik, olmadı.
Yap-boz’daki eksik parçaya uymadılar. Yeniden bozdun, yeniden yaptın.
“Bu odaya girebilirsiniz ama benimle kalamazsınız” dedin, ilk gözleri değdiğinde.
Bir Depeche Mode şarkısına hapsolduğunda, odanın zamanının donduğunu veya senin hükmünde aktığını anlattığında, anlamadılar.
Bütün ruhları eriten dehlizinde, sadece sana yer vardı.
Onlarınkinin seninkinden daha gösterişli olmasının gerektiğini, belki böylece “var” olabileceklerini anlatmayı da denedin.
Acı çekmeye başladılar.
Senli ya da sensiz tam olarak var olmadıklarını hissettiler.
Onlara yaşamadıklarını hissettirdin.
İnsanlar üzerinde böyle bir gücün de var.
Ya seninle birlikte yaşamak istiyorlar, gerçekten “yaşıyormuş” gibi hissetmek için ya da ne kadar ölü olduklarını hissettiklerinden yanında kalmaya dayanamıyorlar.
Odanın dışında kaldıkça, orda bir köşeye ilişmekten başka bir şey ellerinden gelmeyince, ruhları daha fazlasını düşlemek için yetersiz kalınca…
Acıları daha da büyüdü.
Bu yüzden…
Önce seni yanlarına çekmek için, sözcüklerle büyülemeye çalıştılar.
Sürekli duyduğum tüm güzel sözler bağışıklık sistemini yıllar içinde çok güçlendirmişti.
Ve senin “kandığım” minicik hareketlerdi.
Senin almak için ayırttığım bir kitabı, sana vakit kazandırmak için habersizce almak…
Hastalandığında çorba yapıp getirirken, yanına bir limon da eklemeyi unutmamak.
Onlar seni sözcüklerin ötesinde büyülemişti.
İçinde hep taşıyacaksın güzelliklerini.
O insanların…

Ama, “Sen harikasın, süpersin, ilahesin, akıllısın, bilgilisin, eğlencelisin…” sözleri, kandıramazdı ki seni.
“Evet, öyleyim, biliyorum” deyip çıkardın işin içinden.
Duygusuzlukla, ruhsuzlukla suçlanmayı göze alarak.
Bilirken, neden yalan söylemeli?
Sonra “sen eşsizsin” lafları gelirdi.
En çok da buna gülerdin… “Sen de öylesin. Hepimiz öyleyiz” derdin.
İkna olmazlardı.
Kendini sevmeyenler, başkalarını sevemezler.
Kendi eşsizliğine inanmayanlar, başkalarına sadece yarım ağızla söylerler eşsizliklerini.
Bütün sistemlerini dolaşmaz o sözler.
Oysa âşık olduğunda, midendeki kelebekler, kalbine sıçrar, beynine doğru kanat çırpar, sonra dilinin ucuna gelirler…
Kendini sevmediği için yarım akıllı kalan bir âşık olduğunda ise, bu süreç böyle gelişmez, gelişemez, kalbinden doğrudan diline atlar o kelebek olması gereken ama hâlâ tırtıl kalan sürüngenler.

Acı çektiler.
Çektikçe hırçınlaştılar.
Acılarını yüzüne vurdular ya da senden uzağa savurdular kendilerini, acılarıyla birlikte.
Onların acılarını görebiliyordun.
Acılarını anlayabiliyordun.
Ama hissedemiyordun.

Çünkü…
Bir zamanlar…

“Çok acıttı düşündüklerim içimi.
Hissettiklerim, istemeyerek algıladıklarım…

Çok acıttı anladıklarım içimi…
Atıp hislerimi kurtuldum hepsinden.” (3)

Sonra gerçekte varolmayan ama varolsaydı bana benzeyecek birisi, uzundur duymak istediğim şeyleri söyledi.

Bir anda…
Çıplak, savunmasız.

Bir anda…
Işıklar altında.

Bir anda…
Sahnede.

Bir anda…
Tek başına.


“Herkes ne kadar zavallı, acınacak durumda olduğunu saklamak için bir paravan koyar önüne, bir maske takar yüzüne.
Oysa sen, ne kadar acımasız olduğunu saklamak için koyuyorsun paravanını.
Oynadıkça, oyunculuğun güçleniyor.
Güçlendikçe, daha fazla oynuyorsun.
Oysa günün birinde sen de umursamak istiyorsun. Oynamayacak kadar umursamak…
Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak. Derinden bir şeyler hissetmek. Ne olursa…
Çünkü duygusal olarak renk körüsün. Doğru kelimeleri seçiyorsun ve doğru ortamı hazırlıyorsun. Ama hisler hiçbir zaman gerçek olmuyor.
Duyguların sözlük anlamlarını biliyorsun.
Özlem, sevinç, keder.
Ama bu duyguların nasıl hissettirdiği hakkında hiçbir fikrin yok.”
(*)

Hayatta sır yoktur, sadece yüzeyin altında keşfedilmeye hazır duran, saklı gerçekler vardır.

İşte bu da benim sırrım.





PS. Paketi açtınız, yüzeyin altındaki saklı gerçeğe şöyle bir göz attınız, izin verdiğim ölçüde. Haydi ters çevirip, tırnağınızla düzleştirin yaldızımı. Belki sizin boşluğunuza uyar…



selcencosmoz@gmail.com



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Kadının yurtdışı seyahati için “AİLE İZNİ” gerekecek.
Sebebi ise, tek başına seyahat eden kadınların, uyuşturucu kaçakçıları tarafından kullanılma ihtimali. Dışişleri Bakanı, “Bunun vatandaşlarımızı ve ülkemizin yurtdışındaki imajını korumak için gerekli olduğunu düşünüyoruz” açıklamasını yaptı. Ayrıca hükümet gündemine gelen bu yasa tasarısının “dinsel” temelli olmadığını da vurguladı. “Tasarının amacı, aile tarafından kadının yurtdışına çıkışının denetlenmesi ve kadının kandırılmasına karşı bir önlem olduğu” görüşünün de altını çizmişler.
“Ülkemiz nereye gidiyor, “Biz bunu neden hâlâ duymadık?” diyebilirsiniz. Duymadınız çünkü henüz Türkiye’de hükümet gündemine gelen bir yasa tasarısı değil. Fakat nüfusunun %60’ının Müslüman olan, anayasasında “Devletin dini İslam’dır” yazan ve hatta “oruç polisi” uygulamasıyla dikkat çeken bir başka ülke Malezya’nın gündeminde… Malezya’da 1999’dan beri yükselişte olan radikal İslam, aynı yıl 2 eyalette yönetimi ele geçirmiş. Radikal dinci PAS partisi, bu eyaletlerde şeriat uyguluyor.
Dışişleri Bakanlığı’nı bu yasa tasarısıyla ilgi gerekçesi de, Malezya vatandaşı kadınları hakkında uyuşturucu ile ilgili açılan 119 dava.
Bakalım bu salgın bize ne zaman sıçrayacak?

(Haber kaynağı: Hürriyet gazetesi, Dış haberler)

* Dexter VS House
Cnbc-e’de Dexter adında bir dizi başladı, Çarşamba günleri saat 21.00da yayınlanıyor. Kan analizi uzmanı olan bir adli bilimcinin, adaleti sağlamak için seri katil olmasının hikâyesi diye size özetleyebilirim. Ben aylar önce 2 sezonu da bitirmiş ve kendisini çok sevmiştim.
Sonra birine âşık oldum: Adı Gregory House. House M.D. adlı dizi, Amerikan Fox kanalında yayınlanıyor, 4. sezonun 16. bölümü oynadı ve tabii hepsini seyrettim. Şu anda sitesinde gördüğümüz sayaç, 17. bölüm için geri sayıyor. 2004 yılının Kasım ayında başlayan dizi, Emmy ve Peabody ödüllerini almış. Amerikan draması olan dizinin başrolünü İngiliz aktör Hugh Laurie oynuyor. 2006 ve 2007’de Altın Küre almış, yine 2007’de televizyon dizilerindeki en iyi aktör ödülünü almış. House MD, American Idol’dan sonra kanalda en çok seyredilen program.
Ve ben House karakterine âşık oldum. Oysa Dexter bana daha çok benziyordu. House ise benim zaman zaman zehirli ve bencil dilimin, kat kat büyük üstadı.
İkisi de yalnız, ikisi de samimi görünüp mesafeli duran insanlardan… İkisi de fazlasıyla zeki, dikkatli. İkisi de karşısındakini delirtecek kadar detaycı, soğuk ve mücadeleci.
Birini sevdim, diğerine âşık oldum.

“Cehennem başkalarıdır” yazısında yazmıştım:
“Size benzeyeni mi seçersiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyeni mi seversiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyenden mi korkarsınız, benzemeyenden mi?”

Demek ki kişi, kendine benzeyene değil, kendinden üstün olduğunu düşündüğüne âşık oluyormuş…
Demek ki…
Benzeyeni seçiyormuşum, benzemeyene âşık oluyormuşum (yani bir hayale :) ) ve hiçbirinden korkmuyormuşum.
Sonunda buldum cevapları…

* Yalnız Yatak
Ertuğrul Özkök, Ayşe Arman’ın Hürriyet’in 60. yıl sayısı için Fransız yazar Frederic Beigbeder’le yaptığı röportaj üzerine düşünüp taşınmış ve “Yalnız Yatak Meditasyonu” adında bir yazı yazmıştı.
İşte Beigbeder ve Özkök’ün karşılıklı âşık hareketi… (Tabii ben o düz yazıyı bu hale çevirdim, siz Sevgili (s büyük :) ) okuyucularım zorluk çekmeyesiniz diye…)

Ö- Biz hayatta neyi istiyoruz?
B- Biz her şeyi istiyoruz, hem mutlu olmak istiyoruz, hem tutku istiyoruz ama huzur da istiyoruz. Ahenk, uyum, sakinlik, heyecan, hepsi, hepsi birden. Ama ne yazık ki, bir kişiyle yaşamak mümkün değil.
Ö- Öyleyse sizin formülünüz ne?
B- İki yüzlülük… Çok ciddiyim. Bir şeyleri gizlice yaşamanın ilişkiyi kurtaran tek şey olduğuna inanıyorum. Bu zaten yüzyıllardır böyleydi. Biz bunu değiştirmeye kalktık, aşkı evliliğin içine taşıdık ama olmadı, olmuyor. İnsanlar sonunda deliriyor.
Ö- Öyleyse evlilik hâlâ nasıl olup da böylesine kuvvetli bir biçimde yürüyor?
B- Biliyorsunuz, kadınlar mutsuzken mutlu görünmeyi iyi becerirler.
Ö- Size ikna edici bir cevap mı? Yükü kadının üzerine yıkıp sonra çekip gitmek erkekliğe sığar mı? Bu tespit, bir hakikatın ifadesiyse, yuh olsun biz erkeklere.
B- Bu kuşağın bütün erkekleri gibi tembelim, korkağım ve kaçıyorum.

Sizce kim daha söylüyor? Benim lise yıllarında ortaya attığım 3 farklı kişiden oluşan mükemmel erkek teoremimi yıllar sonra destekleyip bana omuz veren Beigbeder mi? Yoksa uslanmaz, akıllanmaz, çıkışsız bir romantik havasında eşitlikçi takılan Özkök mü?
Ne diyorsunuz?
:)



İzler
1- Haşmet Babaoğlu
2 ve 3- “Cehennem Başkalarıdır”
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=64O68O69O68O
* Karma bir şey, yarısı hazır, yarısı yazılmış. Ama “söylemicem” işte.



TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Yatakçı (isim, tarih): Sancak beyleri ve beylerbeyi tarafından geceleyin çarşıları beklemekle görevlendirilen halktan kimse.
* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Bolometre: Fransızca bolometre (bolometre) sözü "Bir kaynağın bütün dalga boylarındaki toplam ışınımını ölçen araç." için kullanılmaktadır. Bu söz yerine ışınımölçer karşılığı önerilmektedir.

52- Obez Üzüm

Obez üzüm

“Hayat, başka şeyler planlarken başına gelendir” demişti birisi.
Kim diye aranır taranırken, karşıma John Lennon’ın ismi çıktı. Şaşırdım. Sağlığında söylediği sözü, ölümüyle doğrulamıştı.
Neler neler planlamıştım, başıma neler neler geldi… :)
Mevsimin kıvrak kararsızlığından mıdır, sıcaklığın artmasının kanımızı kaynatmasından mı yoksa tekrar bir şeylere inanma ihtiyacımızdan mıdır, bu telaş yürekteki?
Persephone gibi yeraltından yerüstüne çıkma zamanı gelmiştir oysa. Ve yavaş yavaş filiz verme, kök büyütme… Çiçek açma zamanı da gelecektir. Belki de bu yarım yamalak heyecanımız ondan.
Fazla sulasaydı hayat beni, obez bir üzüm salkımı gibi köklerimi yanlara doğru yayacaktım, tüm rengim, kokum, hayatın yüzeyindeki topraktan gelecekti. Oysa hayat aromamı renklendirmek için hep damla damla su verdi. Bu yüzden tembellikten uzak kaldım, gözlerimi içime, köklerimi derine saldım.
Su ihtiyacımı toprağın inebildiğim derinlerinde aradım. Böylece benden içtiğiniz üzüm suyu, damağınıza derinliklerdeki her türlü güzelliği taşıdı. Gördüğünüz an vuruldunuz, kokladığınız an esir oldunuz, bardağa koyduğunuz an elinizden bırakmak istemediniz, içtiğiniz an hücrelerinize sızdım.
Hayat, aromamı kaleydeskop renklerine bulamak için beni, hep parça parça verdi, âtıllaştırmadı, derinlere inmeye zorladı.
Şimdi hasat mevsimi yaklaşırken, aromama başka şeyler de katmalıyım. Başka duygular, başka deneyimler…
Mevsimin gereklerini yerine getirip, aşk yazmak gerek, tutku damlamalı kalemimin ucundan, bardağımın dışına sızmalı. Elimin duruşuna sinmeli.
Ama geldi mi gökten zembille geliyor, gelmedi mi zorlamamalı.
Dinlendirmeliyim üzüm suyumu, sakinleşmeli, rengi yatışmalı, çeri çöpü dibe çökmeli.
Bardağa dökülme vakti çok yakın.


selcencosmoz@gmail.com




ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Amy Vinehouse adam “dövmüşmüş”!
Beş Grammy ödüllü şarkıcı Amy Vinehouse, Londra’da “adam dövmekten” göz altına alınmış. 24 yaşında ve çiroz siklet şarkıcının böyle bir hareketi nasıl yaptığına aklım ermemişti. Ta ki, kocasıyla olan ilişkisini duyunca. Amy teyzemizin (yaşına aldanmayın, kendisi teyze kılıklı) 38 yaşındaki bir adama yumruk atıp tutuklandığı gün, kocası Blake Fielder-Civil de, eşini (Amy’i yani) ağır şekilde dövmekten mahkemeye çıkmış ve tabii tüm iddiaları reddetmiş.
Bu durum doğruysa, Amy’nin kimin öcünü kimden çıkardığı belli. Üstelik gücü ona zarar verene yetmeyince, insan öfkesini kime yönelteceğini bilemeyebiliyor. Ah Amy teyze, vah Amy teyze…

* Doktor kızımız Himalayalar’daki 11.250 mt’lik Manabaldi Tapınağı’na tırmanan ilk kadın ve Türk’müş!
Ben bu hikâyeyi bir yerden hatırlıyorum. Hâlâ bir erkek dergisinde yazı yazan, dergicilik kariyerine başladığı ilk günlerden beri tanıdığım bir ablamız da aynı dertten muzdaripti.
Çok geniş ve dur duraksız hayal gücü. :)
Bu cilveli ablamızın yeniden şekillenmiş özgeçmişinin bir yerinde dayanamamış ve her şeyi araştırmaya başlamıştım. Yurtdışında yaptığı birbirinden ilginç çalışmaları ve aldığı sıra dışı eğitimleri bir kenara bırakın, okuduğu üniversite bile yalandı.
Sahte doçent diplomasıyla çocuk doktorluğu ve müdürlük yapan Ece Atalar Onaran’ın da (27) kariyeri bizim dergici ablamızdan farklı değil.
Fransa’da Chorlote Akademisi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri okumuş, sonra Sanskritçe sosyoloji master’ını tamamlamış. Okulu bitince, 2.5 yıl Hindistan’da kalarak tüm kuzey Hindistan’ı gezmiş ve savaş bölgesi Keşmir’de gönüllü doktor olarak görev yapmış. Bu sürede dünyanın tek yoga akademisi olan Vivikananda Yoga Akademisi’ne devam etmiş ve mezun olmuş. Türkiye’ye gelince de Yeditepe Üniversitesi ve Kadıköy Belediyesi Gençlik Merkezi’nde çalışmış. 2005 yılında da Essex Akademisi’ne giderek hastane işletmeciliği eğitimi almış. Tabii özgeçmişe sosyal bir şeyler eklemezsek olmaz diyerek, Kuzey Hindistan’da geçirdiği yıllar içinde alınan bir de unvan eklemiş. “Himalayalar’daki 11.250 metre yükseklikteki Buda’nın aydınlandığı Manabaldi Tapınağı’na tırmanan ilk ve tek Türk kadın”.

Ece kızımız çok etkileyici bir özgeçmişe sahip, daha iyi yerlerde olmalıydı aslında. Halkımız bu kızımızın önünü erken kesti, yoksa daha neler yapar, nerelere gelirdi. Neyse ki yaptığı doktorluk “psikolojik” alanda, bir de kesmeli-biçmeli bir dalda çalışsaydı, kimleri deler geçerdi acep?

* Haftanın E-Postası
“Herkes dikkatinizi hak eder”
(Birinci Ders)
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:
“Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?”

Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri silerken, hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.
50'lerinde falan olmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki! Son soruyu yanıtsız bırakıp kâğıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.”Tabii, dahil” dedi, hocamız...
“İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...”
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...Dorothy idi.

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Geriatri (isim, tıp Fransızca gériatrie): Yaşlılık bilimi. Yaşlanma ile ilgili sağlık konuları üzerinde duran tıp dalı, geriatri.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Medya: İngilizce medya (media) sözü “1. Bildirişim, haberleşme veya komünikasyon olanaklarının sağlandığı ortam, 2. Toplumda sözlü veya yazılı haber alma olanaklarını sağlayan teknik araçlar." anlamlarını taşımaktadır. Kurumumuzca, sözün ilk anlamı için iletişim ortamı; ikinci anlamı için de iletişim araçları karşılıkları önerilmiştir.

51- Ben ölecek adam değilim

“Ben Ölecek Adam Değilim”


Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.


Cahit Sıtkı Tarancı







*** Dedem bir sessizlikti, bazen de sakin bir gülümseme…
Hepimizin arasında, sessizce yol aldı. Hayatın nefesinden çekilip gittiğini gördük ve ne kadar çaresiz kaldığını insanın.
“Nedir ki eninde sonunda ölüm? Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?”
Allah rahmet eylesin…
Huzur içinde yatsın bizleri beklerken…

50- Sen kaçma Krik-Krak

Sen kaçma Krik-Krak…

“Bu dünyada hayatta kalmak için, güvendiğimiz insanları kendimize yakın tutarız. Onlarla umutlarımızı, korkularımızı paylaşırız.
Peki o güven duygusu kaybolduğunda ne olur?
İnandıklarımız gözümüzün önünde yok olurken, nereye kaçarız?
Elimizdekileri kaybettiğimizde, geleceği kestiremediğimizde, varlığımız tehlikeye girdiğinde tek yapabileceğimiz kaçmaktır.” (1)

Ve dost kavramının anlamını kişisel prensipleriyle dolduran, sportif faaliyetlerle adının altını çizen kız sorar: “Biz seninle çok yakın dosttuk, ne oldu?”
Krik cevap verir: “Belki de biraz bakış açısı kazanmışımdır.”
Ve adının altını çizen kızın, adının üstünü çizer.

Yazarın son sözü… :)

“Bazen gerçek çok huzurlu bir yerden seslenir. Bazen onu bulmak çok zaman alabilir ama sanırım buldun. Ve gerçeğin sesi, onun senin için doğru kişi olmadığını söylüyor.” (2)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Foruma yorum
Hahahaaaaa... Çok eğlendim yorum-forum'u okurken. Süpersiniz.
Minicik bir haftanın maili köşesi nelere kadir...
Bundan sonra bu tip mailleri ayıklayacağım o halde. Yönü siz çizdiniz. :)
Krik-Krak’ıma bulaşmayın. Çocukluk arkadaşım, iyi dostum, yazı kaynaklarımdan biridir kendisi…
Cüreklibatur abi, çürükleri ayıkladıktan sonra, eminim o meyvanın harikalarına da ulaşacaksınız. :)
BBC1, nasıl olsa seviyormuşsunuz, azı çoğu benim için farketmez. Ben yetinmesini bilirim. :)
Fenomenus ve Gülben, harikasınız. Teşekkürler...
Ve teşekkürler Record, gercek casa, Zafiyet, feriye, rebeka, nazo gelin, permasan, morisan, rasputin, alageyik, Serra y., mesude, Simla beyaz, Ayten Bengi, ivedik…
Renk kattınız, güldürdünüz.
Maalesef 1-2’niz dışında hiçbiriniz aşina değilsiniz. Herhalde sessiz okuyuculardansınız. Kurgu karakter olduğunuzu düşünsem bile, okunma hitlerimiz aksini gösteriyor.

* Elele
Son birkaç gün. Hemen Elele alın. Yine uzmanlık alanım olan birkaç konudan birinde görüş bildirmiştim. Hem Seda Karan’ın gizli gündemi ele aldığı güzel haberini okuyun, hem benim nadide görüşlerimi… Hem de Amerika seyahatimde çekilmiş farklı bir fotoğrafımı görün. :)
Konu ne mi?
Aşk karatla ölçülür mü?

* Ekonomi Nereye Götürülüyor?
Aydınlar Ocağı’nın 29 Mart Cumartesi günkü toplantı konusu ekonomi.
“Sanayileşmekten vazgeçen, üretmeyen, ithal eden dolayısıyla dış ticaret açığı veren, istihdam yaratmayan, devleti ve halkı ile borçlandırılan bir görünüm veriyoruz. Ekonominin dış mihraklarca kıskaca alınması, dış politikada da hareket imkânını sınırlıyor. Bize has sosyal devlet anlayışı yerini, tüccar devlete ve sahipsiz vatandaşa bırakıyor. Mevcut çark yabancıların lehine işlediği müddetçe kriz çıkmıyor. Ülke yararına ekonomik yapı değişikliğine gidilemiyor. Cari açığı sıcak para ile karşılamak, düşük kur-yüksek faiz çözüm gibi görülüyor. Kısacası ekonomi bir yerlere götürülüyor.”
Davet metninin bir bölümü konuyu gayet açıkça ortaya koyuyor.
Toplantının konuşmacıları her ikisi de iktisatçı ve yazar olan Uğur Civelek ve Yiğit Bulut. Değerlendirmeyi ise oturum başkanlığını da yapan Prof. Dr. Ahmet M. Gökçen yapacak.

29 Mart Cumartesi günü, saat 14.00’de, Eminönü Halk Eğitim Merkezi Konferans Salonu’nda yapılacak toplantıyı kaçırmamanızı tavsiye ederim.

* Üç araştırma
- Aşk cidden kör ediyorMUŞ
Kaliforniya Üniversite’sinde yapılan son araştırmanın sonucu bu: “Aşk kör ediyor”. Test olarak, âşık 60 kadına, yakışıklı erkeklerin, âşık 60 adama da güzel kadınların fotoğrafları gösterilmiş. Sonuçta katılımcılar fotoğraflarla ilgili çok az şey hatırlayabilmişler. Uzmanlar da, birbirine âşık çiftlerin gözlerinin başka bir şey görmediği sonucuna varmış.
İşte bu kadar kolay… :)

- Para paylaşılınca mutluluk veriyorMUŞ
Kanada’daki British Columbia Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, paralarının bir kısmını başkaları için harcayanların daha mutlu olduğunu göstermiş. 630 gönüllü üzerinde yapılan çalışmada, 5 dolar bile olsa başkalarına yapılan yardım kişiyi daha huzurlu kılıyormuş.

- Başarılı insanlar affedici oluyorMUŞ
Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir başka araştırmaya göre, başarılı insanlar daha affedici, başarısızlar ise cezalandırıcı oluyormuş. Tanınmış bilim dergisi Nature’da yayınlanan çalışmada, uzmanlar 104 kişiye bilgisayar oyunu oynatarak davranışlarını incelemiş. Sonuç olarak, yüksek puan alanlar cezalandırma ve intikam yollarına başvurmamış.

Kaynak: Sabah, 22 Mart 2008, Dış Haberler

* 24 saat bilgisayar destek servisi
Ertesi güne yetiştirmeniz gereken çok önemli bir işiniz var ve bilgisayarınız, yazıcınız vb. aniden bozuluyor. Ne yapıyorsunuz peki? Teknik 24’ü arıyorsunuz, gelip arızalanan bilgisayarınızı, yazıcınızı yerinde tamir ediyorlar.

Tel: (0 212) 444 0 423

* Haftanın Blogu
Bu hafta eğlenceli bir blogger var karşınızda. Kendisi tonlarca imla hatasıyla dolu bir blog yazmasına rağmen, yüksekokul mezunu olduğunu da gururla bildirmiş sayfasında. :) “Yıllarca yazıp ajandalarai defterler arasına sakladığı kelimeler ayaklan”MIŞ, herhalde o sebeple imla hatalarına ve egosuna bir törpü atmadan döküvermiş içindekiler.
Ayrıca, “okunma oranı düşük ama yorum yapılma oranı yüksek”MİŞ. Hatta okunma hitlerini etkilemesin diye, çok bayıldığı kendi yazılarını blog sayfasından okumuyorMUŞ.
Hitleri etkilemeyen diyeceğim ama bir göz atın yine de sayfaya…
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=70159

* Haftanın E-Postası

Kelimeler
Kocası karısına kadınların bir günde kaç kelime kullandığına dair bir makale okuyordu. “Erkeklerin 15.000 kelimesine karşılık 30.000 kelime” dedi.
Karısı yanıtladı: “Sebebi erkeklere her şeyi tekrar etmek zorunda olmamızdır”.
Koca karısına döndü ve sordu: “Efendim?”.

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Üç maymunu oynamak: Gördüğü ve duyduğu bir olay hakkında görmemiş, duymamış ve söylememiş olduğunu belirtmek.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Epidemi: Fransızca epidemi (épidémie) sözünün tıptaki kullanımı için dilimizde salgın hastalık karşılığı bulunmaktadır.

İzler
1- Heroes
2- Dexter

49- AMA

AMA…

Herkes yanlış anladı.
Ya da hiç anlayamadı.
Ya da anlamak istemedi.
Ya da kapasite meselesiydi.

Herkes…
Ana dili İngilizce olanlar bile…
Herkes…
Belki birkaçı hariç.

Şöyle yazmıştım.
“I put up a front so the world won’t see how vulnerable I’m not”. (1)
Mealen şöyle; önüme bir perde koyuyorum ki dünya ne kadar duygusuz/katı olduğumu anlamasın.

Açıklama yapmıyorum, iki tane destek alıyorum… :)

Moguz, bir Amerika akşamında, ana dili Türkçe olmasına rağmen, Fransızca söylemişti, bir Mark Knopfler şarkısına gönderme yaparak…
“Je suis insensé MAIS la vie m’a licencé”. (Duysuzum AMA hayat bana bu izni verdi.)

Sartre da şöyle demiş, “Je ne suis pas moi MAIS je voudrais bien”.
Çevirisi zor bir cümle: Ben kendim değilim AMA olmak isterim.

NOKTA




selcencosmoz@gmail.com



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Üreyen Türkiye: Recep-Tayyip-Erdoğan
Başbakanın, 8 Mart Dünya Kadınlar günü vesilesiyle yaptığı "3 çocuk doğurun, üreyin" çağrısıyla ilgili en doğru bulduğum yorumlardan biri Deniz Baykal'dan geldi. "Başbakan en azından bu sebeple Türk adını ağzına aldı" dedi.
Eh, DTO (Dünya Türk olacak) ya hedefimiz, başbakanımızdan başlıyoruz galiba...

Bekir Coşkun, Hürriyet gazetesindeki köşesinde, 11 Mart tarihinde bu 3 veledin isimlerini de koymuş: Recep,Tayyip, Erdoğan...
"Allah analı babalı büyütsün bebeleri.
Recep; kentlerdeki aşırı nüfus artışından yakınıp "İstanbul'a gelenlere vize koyalım" demişti.
Tayyip; "Çok doğurun" diyor.
Erdoğan; "Hanginize inanayım" der mi, demez mi?..

Üç ayrı kişilik, üç ayrı kafa, üç ayrı düşünce, üç ayrı fikir, üç ayrı kimlik, üç ayrı ağız, üç ayrı sıfat...
(…)
Bu devirde bir Başbakan, "Çok doğurun" derse, o asla çağdaş bir devlet adamı değildir.Donanımsız ve bilgisizdir.
(…)
Ne yazık ki çoğunluk "dertli kardeşinizi" dinleyip doğurabildiği kadar çok çocuk doğuracaktır. Çünkü "dertli kardeşinizin" eğitilememiş, donanımsız, cahil, kandırılmaya elverişli kitlelere ihtiyacı vardır.
En az üç çocuk istiyor.
İsimleri; Recep, Tayyip, Erdoğan olsun...
Nasıl olsa sonra dokuz doğurursunuz...”

* Neden Dünya Erkekler Günü Yok? Yoksa onlar korumaya muhtaç değiller mi?
Cevabı atsizcilar.com sitesinden alıyoruz.
“Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamak, Türk kadınına hem hakarettir hem de Türk töresine uygun değildir.
1800'lü yıllarda bir 8 Mart günü ABD'de bir fabrikada grev yapan kadınlara polisin müdahale etmesiyle çıkan yangın sonucu 140'a yakın kadın işçinin ölmesiyle 8 Mart gününün, Dünya Kadınlar Günü olması önerildi ve bu öneri 1977 yılında kabul edildi.
Bugün, Türk töresine aykırıdır. Çünkü Türk töresinde kadına göstermelik olarak lütufta bulunurmuşçasına bir gün ayrılmaz. Çünkü Türk kadını, Türk töresinde zaten erkeklerle eşit bir konumda ve hiç kimsenin desteğiyle lütfuna gereksinim duymayacak kadar güçlüdür.
Muhtaç ve acınacak durumda olan varlıklara özel bir gün tahsis edilir. "Hayvanları Koruma Günü" gibi. Eğer erkekler günü yoksa kadınlar günü neden oluyor, ey tek dişli uygar(!) dünya! Bizler, Türk kadınına yılın 364 günü ikinci sınıf bir varlık muamelesi yapıp, dostlar alışverişte görsünler babından göstermelik olarak yılın bir gününü ithaf etmeyi yakıştıramayacak ve layık görmeyecek kadar soylu bir törenin ve geleneğin temsilcileriyiz.
Bugün, Türk'ü ilgilendirmez çünkü bugün, Ortaçağ'da kadınları cadı olarak görüp yakanların, kız çocuklarını kuma gömenlerin, kadınlarını mal ve aşağı bir yaratık olarak görenlerin, emek emek diye ürüyen tüm kutsal olguların düşmanı olanların günah çıkarma günüdür.”

* Haftanın Blogu
Bloggerdestek sitesi haftanın blogu olarak seçmiş, biz (biz derken ben olan ben :) ) de destek olalım.
Erkekneister henüz beta aşamasında. Erkek konuları kadar, gündelik olaylara da başka bir bakış açısı getirmeye çalışıyor. Stil, moda, müzik, sinema, gündem, spor, geyik ve yazarların kendince günlükleri olan birçok kategori var.
http://erkekneister.blogspot.com

* Haftanın Maili
Evet, fark ettiniz yeni köşe. Gönderilen “forward” mailleri seyrek okusam da, sonuçta okuyorum, hatta bazen ben de yönlendiriyorum. Bazılarını da buradan paylaşalım dedim. Limitleri aşabilir, sınırları zorlayabiliriz. Benimkileri bile…

“(İngilizce’den çevirip kültürümüze uyarlamadan sunuyorum, ne de olsa simgeler değişse de, zihniyet değişmiyor. :) )
Sütü bedavaya alırken neden ineği satın alalım diyen erkeklere müjdeli bir haberimiz var. Artık günümüzde kadınların %80’i evliliğe karşı. NEDEN Mİ? Çünkü küçük bir sosis için koca bir domuzu satın almanın gereksiz olduğunu fark ettiler.”

TDK Dersleri
* Türkçe Sözlük’ten
Pimpirik-ği (sıfat) 1. Çok yaşlı ve güçsüz (kimse). 2. Gereksiz yere titizlik gösteren. 3. Kuşkucu. 4. mecaz Harap, bozuk, virane: "Üç katlı, tahtadan, pimpirik bir evdir burası."- S. Birsel.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Halüsinasyon: Fransızca halüsinasyon (hallucination) sözü ruh biliminde "Uyanık bir kişinin, kendi dışında var sandığı ancak gerçekte olmayan olguları algılaması, yaşaması." durumunda kullanılmaktadır. Bu yabancı söz için dilimizde sanrı karşılığı bulunmaktadır.

İzler
1- İlham kaynağı bende gizli :)… Taaa içimde çünkü…

48- Kalp kemik değil, kaynamıyor

Ve ben sana şöyle diyeceğim:
“Kalp kemik değil baba, kaynamıyor.”

Ondan sonra bomboş meydanlardan geçeceğim.
Yeniden kendimi dik, sırtımı pek tutana dek…
Onlarca yaraları iyileştireceğim.
Hepsini de kendi başıma.

“Yalnızsın sen çok” dedi biri bugün bana. Korktum, dışardan o kadar görüldüğü için. Çünkü yalnızlık beni değil başkalarını korkutuyor.
“Evet, yalnızım” dedim, “ama bir başına değilim hayatta.”

Ve ben sana şöyle diyeceğim: “Daha kaç kere bırakacaksın beni?”

Sonunda ilk ve son defa gideceğim ben de…
“Çünkü kadın gideceğini söylemez. Söylediği zaman da gitmeyecektir.
Önce kadının ruhu uçar gider aşkın üzerinden, sonra yavaş yavaş tıkanırlar, boğulurlar, yarı yolda kalırlar.” (1)

“6. His filmindeki soğuk nefesli insanlar ortaya çıkar. ‘Onlar ölü olduklarını bilmiyorlar’ der birisi.
Kadın da, erkek de bilmez. Ama önce kadın anlar.
Adam hâlâ kadının kalacağını çünkü kendisini çok sevdiğini düşünür. Ne maharetler gösterip de kendini bu kadar sevdirmiş olduğunu düşünmez.
Kadın gideceğini söylemez. Söylediği zaman da gitmez. Giderse sessizlik içinde gider. Gidememişse ya hâlâ seviyordur, ya 6. His’in soğuk nefesli insanları…
Anlasanıza, gidemeyecek kadar ölüdür yani. “ (2)

Sonunda ilk defa ve son defa gideceğim ben de.
Sana anlatacak bunu saman rengi kâğıtlara yazılan, bir ucu mühürlü mektuplar.
Ben susacağım.
Yıllardır susmadığım kadar susacağım.
Söylenecek hâlâ çok şey olduğu halde susacağım.

Birisi, hiç tanımadığım birisi fısıldayacak kulağıma…
“Karar vermek zor şey abla. Verdikten sonra derin bir nefes alıyorsun. Neden biliyor musun? Bedeline razı oluyorsun”.

Sonunda ilk defa ve son defa gideceğim ben de.
Ve susacağım.
Yıllardır susmadığım kadar…
Kendime söyleyecek tek bir sözüm kalmayana kadar…

Ve ben sana şöyle diyeceğim: “Ayrılık nedir biliyor musun? İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!” (3)

Işık arayışın seni kör edecek sonunda. Hayatını boşa geçirdiğini anlayan Quasimodo’nun Kardinali olacaksın. Bense bir Quasimodo edasıyla onun repliklerini mırıldanacağım…

“Acınacak haldesin ama sana acımıyorum. Seninki senin seçtiğin ve senin sonuçlandırabileceğin bir işkence.”

“Affet beni. Düşman olmayalım, yabancı olalım” diyeceksin çok geç kalmış bir vakitte, tüm sözlerin, inceliklerin kutulara kilitlenip en derin denizlere atıldığı o topal sabahta.
Olmayacak tekrarı hiçbir şeyin, yap-bozu olmayacak, sağlaması, temize çekmesi olmayacak.
Çok geç kalınmış olacak.

“Hata bende, onun için dünyayı bir kenara koydum ama ikimiz için bir dünya yaratamadım” diyeceksin.
Fark edeceksin, tüm sevdiklerinden uzak olduğunu, zaman sebepleri silecek, hatırlamayacaksın nedenleri…
Acıyacak için, ölesiye acıyacak.

Ve ben sana şöyle diyeceğim: “Geçti sanıyorsun, bitti. Ama geçmiyor, bitmiyor.”

“Sen benim alnımda yazılısın. Sen yoksan, kaderim de yok” demiştin ya, yok artık kaderin. Kimse sana rağmen, seni böyle sevmeyecek. Biliyorum, bunu bildiğim için elimi uzatıyorum sana. Artık yardım etmek için değil, veda etmek için.

Sahi kalp kendini yeniliyor mu?
Bazen herkese, her şeye rağmen özlüyorum.
Çünkü bazen, doğru şeyi yapmaktan bile yorgun düşüyorum.
Çünkü bazen, dilim dolanıyor, tökezliyorum, bazen korkuyorum, güvenin böylesine kolay, böylesine acımasız katledilmesinden, bazen yarım kalıyorum, tüm fosforlu ışıklarım tepemde yanıp sönerken, bomboş aydınlıklardan geçiyorum.
Uzundur yürüyorum bu yolu. Yalnız… ama tek başıma değil.
Ağır ağır yürüyorum.
Bu yolu…
Sonuna geldik…

Çünkü önce kadının ruhu uçar gider aşkın üzerinden…

“İtinayla ilişkiler bitirilir.
Öfkeyle aşklar dindirilir.
Hoyrat sözlerle gururlar delinir.
Yalanlarla dostluklar kurşuna dizilir.
Umarsızlıklarla, yanlış öncelikler, özensizliklerle evlilikler boğulur.
İtinayla intihar edilir.” (4)

Çünkü bir gün, yolun sonunda kalp özgür hissedecek.
Biliyor musun, en çok sevgiden korkuyorlar bu dünyada.
Oysa dünyanın sonunda bize tek kalan da o değil mi?

Sahi kalp kendini yeniliyor mu?
Kaç günde, kaç haftada, kaç ayda? Cildim 14 günde yeni hücrelerle temizlenecek.
Ya kalbim?
Kaç günde, kaç bedende, kaç haftada, kaç ruhta, kaç ayda, kaç kaçışta…

Ve ben sana şöyle diyeceğim: “Ayrılık… İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı gibi toplaması içine.” (5)

Yürekleri hafiflesin diye sevdiğim insanların, gidiyorum o eskiden sevdiğim adamın yüreğinden. Dizlerim titriyordu uzun zamandır. Kırdım ayak bileklerimi. Tanrı başka kadınlara ortalama sevdalar hediye etti. Bana bu ortalama sevdaların mutsuz erkeğini sevmek düştü. Kara, mutsuz bir ağaç ne bilsin bahar olmayı, çaputlarla bezenmeyi… O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmaya karar verdim. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağım sandım. Oysa gücü yok sevdiğimin, çok korkuyor. Elleri terliyor… Kıyamadım…
(6)

Ve kendiminkini saklı tutacağım…
“Çünkü çok kolay senin için… Yalanlar… Ben kendiminkini saklı tutacağım. ” (7)
İkimizin arasında kalsın diye bile anlatmayacağım kimseciklere…

Sonra kanayacağız, katlanacağız, burnumuz koku almayacak, tüm cevapları sessizlikte arayacağız, yürüyeceğiz, büyüyeceğiz, omuz silkip devam etmeyi öğreneceğiz, anlayacağız, vakit kaybetmemeyi öğreneceğiz, seveceğiz…

Seveceğiz günün birinde, biliyor musun? En azından ben… Seni bilmem ama. Çünkü senin acın gitgide katlanacak, bunu biliyorum. En fark etmediğin anda, saplanacak korku yüreğine, sınırsızca yalnız olduğunu, hayatta yanlış önceliklere sahip olduğunu anlayacaksın, eksik hamleleri yaptığını.

“Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
Bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında....” (8)

Ne garip değil mi? Sevgi bile kalmıyor geriye.
Sadece seni son gördüğüm o güneşli “adaletli” gün kalıyor. Ve senden çekilen hayatı görüyorum. Omuzlarının düşüklüğünü, başının eğikliğini, sesinin çıkmayışını…
Seni böyle hatırlayacağım bundan sonra.
Yaşamayan biri olarak.
Gördüm çünkü yaşamadığını.
Hayatın senden el çektiğini.

Ne mi yapacağım bundan sonra?
Yaşayacağım.
Yine eskisi gibi, dibine kadar.
Her şeye inancımı yenileyeceğim.

Seni böyle hatırlayacağım bundan sonra. Yaşamayan biri olarak.
Senden el çeken hayatım bana geri döndü çünkü.
Sana emanet verdiğim hayatımı geri aldım.
Emanete saygı göstermeyen hak etmez daha fazlasını.

“Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
(…)
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye...” (8)

Ve ben sana şöyle diyeceğim:
“Kalp kemik değil baba, kaynamıyor.”

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?

“Gittiğim gerçek bu kadar herkese benzerken…
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime” (9)

Gideceğim.





İzler
1- “Kimin için iyileşirsiniz?” yazısından alıntı.
Web yolu: http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=67O63O69O
2- “Kimin için iyileşirsiniz?” yazısından alıntı.
Web yolu: http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=67O63O69O
3- Şükrü Erbaş
4- “Kimin için iyileşirsiniz?” yazısından alıntı.
Web yolu: http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=67O63O69O
5- Şükrü Erbaş
6- “Ortalama Sevdaların Adamları” yazısının alıntı girişi.
Web yolu: http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=72O72O68O57O72O#git
7- Morrissey, I keep mine hidden
8 ve 9- Şükrü Erbaş

47- Doğum İzni

Bu hafta doğum izni alıyorum.
“Kutlu” doğum haftama girdik çünkü :) . Doğum günü şenliklerimizin ilki Ankara’da başlayacağından, yolculuğa çıkıyorum.
İstanbul ayağında ise, önümüzdeki hafta birkaç program olacak. Sözün özü, 29 Şubat’a kadar devam edecek şenliklerin ilk adımı için huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Ve sizi, geçen yılki doğum günü yazımın bir bölümüyle baş başa bırakıyorum…
Ben de doğmaya gidiyorum…

“Yoluma çıkanlara, teğet geçenlere, gel-git’lerimin ortasında kalanlara, havaalanında, gece yürüyüşlerimde, kasa sırasında, bekleme odasında, hastane koridorunda, gündelik bir sürü yerde hayatıma değenlere, hikâyelerimin satırlarına sızanlara, karelerimin ortasına çıkanlara, vizörüme girenlere, elime, karnıma dokunanlara, yalnız kalma kaprislerimde saçımı okşayanlara, kapıma “gam merkezi” tabelası astığımda kalbini bana dökenlere, beni hafifletenlere, yolumu kesenlere, beni kazananlara, kaybedenlere, kazandıklarıma, kaybettiklerime, paylaşanlara, bölüşenlere, birlikte nefes alanlara… Gözümün değdiği, gözü bana değen herkese, her şeye...
Teşekkürler…

Büyüyeceğim.
Söz… Büyüyeceğim.
Ama daha çok vakit var.
Zorlamayın beni.
Şimdilik sadece yeni bir yaş daha alıyorum. Biraz daha derinleşiyorum içime doğru. Bir bonzai gibi güdük kalmayışım bundan.
“Işık arayışın seni kör mü etti?” diye soran Quasimodo’ya, “Hayatımı boşa geçirdiğimi ispatladı” diyen Kardinal olmayacağım ben.
Ben (satır başı :) ), ben biliyorum ışığın içimde olduğunu, başka yerde aramıyorum.
Ben biliyorum, ümidin ışığını, sevginin onarıcılığını, aşkın sarılışını, inancın yenileyiciliğini…
O yüzden en çok kendimi özlüyorum. En çok kendime dönüyorum. Yüzümü, kalbimi, gölgemi kendime çeviriyorum.
En çok kendimden özür diliyorum çünkü en çok kendi hakkımı yiyorum. Yaldızlı egoların yanında, ışıklanmamaya çalışıyorum. Korkmasınlar diye ama ben kendimi korkutuyorum. Hayat beni korkutuyor.
Ben en çok kendimi…
Ama bazen her şeye ve herkese rağmen, kendimden başkalarını özlüyorum ben de. Kişisel kalibremin ağırlığı onlar olmasa da. “Gölgesi düştü üzerime. Benim koskoca (!) hayatımın üzerine onun küçücük gölgesi düştü. Hayatının gölgesi bile değil. Kendi aldatıcı gölgesi… düştü… üzerime… Kapalıydı hayatının kapısı. Ne kadar azdı her şey ama kalan ne kadar çok. Ne kadar çok. Ne kadar az şey var paylaşılan ama ne kadar çok özlenebiliyor” (1)…
Zaman sebepleri siliyor herhalde. Şu anda tek bildiğim kendim hariç, tüm sevdiklerimden ayrı olduğum.
Ama büyüyeceğim işte, yoklukta, toklukta… Güneşte, gölgede.
“Biz büyüdükçe acı azalıyor sanki. Ama sonra bir gün ansızın gözlerde, saçlarda, yüz çizgilerinde, ellerde derin, hiç silinmeyecek izlerle beliriveriyor. Çoğu kez de görünmüyor, içimizdeki boşluklara yayılıyor – bir yürek sıkıntısı- bu, gizleri çözülmemiş haritanın hiç adlandırılmamış ülkelerine yerleşiyor. Mutluluksa iz bırakmayacak kadar kısa ve çabuk geçiyor”. (2)
Büyüyeceğim ama izlenmesin hiçbir yerim. Ben saklarım onları boşluklarımda.
Acı azalsın diye büyüyeceğim. Bu yürek sıkıntısı geçsin diye büyüyeceğim. Yukarıdaki sözlerin yazarını yalancı çıkartmak için büyüyeceğim.
Çünkü her yaş aldığımda içime doğru büyüyorum.
Hataları da seviyorum artık, hatalarıyla seviyorum.
Saklanmamak için büyüyeceğim. İnsan ne kadar çok âşık olursa, çok yani, fazla… derin… O kadar çok saklanmak zorunda kalıyor.
Ben çoook âşık olmak ve hiç saklanmamak için büyüyeceğim.
Yoksa siz yaşlanıyor musunuz? Yoksa siz olgunlaşıyor musunuz? Yoksa siz mantıklı mı davranıyorsunuz? Yoksa yıllar sizi silip süpürüyor mu?
Yazık etmeyin kendinize. Doğuruverin her yıl yeni bir sen, yeni bir sen daha…
İçine derinleşiyor mağaram, dışarıya soğukluk vurması bundan.
Yeni yaşımda daha korkusuz olacağım, siz de korkmayın, gelin kalbime, üşütmem sizi…



Ayrıca… Doğum gününüz kutlu olsun!
Burçin, Selda, Bihter, Meda, Alevya, Dodistilo, Soner, MGS’nin babası, Abdullah, Giovanna, Rüstem...




selcencosmoz@gmail.com



İzler
1- Bir dergide yayınlanan bir yazımdan alıntı.
2- Kürşat Başar, Konuştuğumuz Gibi Uzaklara

46- Cehennem Başkalarıdır

Nerden tanımaya başlarsınız bir insanı?
Nasıl anlarsınız, içinde yatanları nasıl dökersiniz ortaya?
Hangi ucundan tutup ruhunu kendinizinkiyle ölçersiniz boyunu?
Nelere dikkat eder, neleri göz ardı edersiniz?

Yoksa o kadar benziyorsunuzdur ki birbirinize, göz ardı mı edersiniz, bütün başka her şeyi, onu da yanına katıp?
Ya da kendi içinize bir böcek uzmanı titizliğinde araştırmalar yapması için saldığınız antenleriniz sadece kendinizi mi tanır, kendi hamurunuzdan yapılma?

Korkar mısınız size benzemesinden?
Sevdikleri, güldükleri kadar, kırıklarının da benzeyeceğinden…
Yaralarınızdan tanışacağınızı düşünüp kaçar mısınız arkanıza bakmadan ama kaçtığınızı da ona çaktırmadan?

Tanıdıklarınızı ayıklarsınız mı yoksa, zaman zaman, mevsim dönümlerinde, temizlik yapar gibi.
Perdeleri yıkar gibi, açıp, döküp ortaya telefon fihristinizdeki isimleri, kışlık-yazlık, verilecek gibi ibarelerle atar mısınız ortaya, başkaları alsın diye?

Yoksa sevdiklerinize, tanıdığınızı sandıklarınıza veya gerçekten tanıdıklarınıza sonuna kadar tutunur musunuz?
Değerlerini bilerek…
Veya…
Çöpünden bile ayrılamayan bir zavallılık içinde…

Nerden tanımaya başlarsınız bir insanı?
Gülümsediğinde yanağının şeklinden, hararetle bir şey anlatırken ellerini savurmasından, gözlerini kısarak size bakmasından, bir garsonla konuşmasından, bir gazeteyi tutuşundan, siz kalktığınız an ayağa kalkmasından, çantanızı taşımasından, arabanın kapısını açmasından, “bye” değil de “hoşça kal” demesinden, konuşurken sık sık adınızla seslenmesinden, sigarasını yakmasından, dostlarıyla sohbetinden, tanımadıklarıyla iletişiminden, can sıkıcı bir durumu ele alışından, hayvanları sevmesinden, sanata meyilli olmasından, kitap okumasından, boyundan, postundan, eğitiminden, kılığından, kıyafetinden…
Mi?

Sevdiklerinden, kırıklıklarından, sesini kullanmasından, kalbindeki şefkatten, siz onun sınırlarını zorladığınızda aldığı munis tavırdan, konuşmasındaki ahenkten, hâlâ dik durmaya çalışıp bir o kadar yaralarını saklamayacak kadar insan oluşundan, gerektiğinde gözlerinin dolmasından, kendini titizlikte ve özenle sunmasından…
Mı?

Size benzeyeni mi seçersiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyeni mi seversiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyenden mi korkarsınız, benzemeyenden mi?

Yoksa her şeyi toplar mısınız bir kenarda, sonunda bir seçim yapamayacak kadar kafanızı karıştıracak bilgiyi depolar mısınız bilinçaltınızın değerli sahillerinde?
Ve sonunda asılı mı kalırsınız en olmayacak yerde?
Bir seçim bile yapamayacak, bir yöne gitmekten korkacak kadar veri mi toplanır ellerinizde?
Çığ gibi yuvarlanmaya mı bırakırsınız kendinizi?
Çarpa çarpa parçalanmaya mı, hayatınıza değenleri de ekleyip büyüye büyüye akmaya mı?


Yoksa benim gibi “İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar” mı dersiniz yoksa? (1)

Her şeyi, her şeyi… hissederek, hesaba katarak, his yordamıyla, göz yordamıyla, yaşayarak, sorarak mı tanırsınız…

Nerden tanımaya başlarsınız bir insanı?
Nasıl anlarsınız, içinde yatanları nasıl dökersiniz ortaya?

Hangi ucundan tutup ruhunu kendinizinkiyle ölçersiniz boyunu?


Sahi, siz bir insanı nasıl tanırsınız?



Çok acıttı düşündüklerim içimi.
Hissettiklerim, istemeyerek algıladıklarım…

Çok acıttı anladıklarım içimi…
Atıp hislerimi kurtuldum hepsinden.






PS. Bir süre önce “Dreamer” kod adlı (biliyorsunuz yazılarda yakın çevremin isimlerini kullanmıyorum) çocukluk arkadaşım sayesinde yolumun kesiştiği Sevgili Dilek, “duymam gereken” bir sürü şey anlattı bana, beni hiç tanımadığı halde. “Sen bir insanı 15 dakikada hayatını çözecek kadar tanıyorsunuz, onunla ilgili en önemli şeyleri anlıyorsun, en ufak detaylar senin için çok önemli. Senin bilinçdışı çalışan antenlerin var” demişti. Bu yazı onunla yaptığım konuşmanın bu bölümünden harekete geçti.




ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Kelime dizimi, Bıçak Sırtı ve Sartre
Kanal D’nin Pazartesi akşamları yayınlanan iddialı dizisinin en son yayın günündeki kolajını kayıttan izliyordum. Kayıttan izlemenin güzel tarafı, istediğim şekilde not alabilmem, inceleme şansımın olması.
Nisan’la Ali’nin arasındaki sohbette ünlü Fransız varoluşçu Jean-Paul Sartre’ın bir sözü mevzu bahis oluyor. Nisan karakteri “Satr” diye telaffuz ediyor düşünürün adını, Ali ise “L’enfer c’est l’autrui” (Cehennem başkalarıdır) sözünü, “Başkaları cehennemdir” diye yorumluyor (!). Hata tabii ki metin-şörlerde (telifimi isterim :) )!!!
Bir kelime sıralaması değişikliği ne kadar çok şaşırtabiliyor anlamı.
Başkaları cehennemdir dediğimizde, dış dünyanın her şartta cehennem olduğu kanısına varıyoruz, emin olarak.
Oysa orijinal söylemi yorumlasak, cehennem varsa ancak başkaları sebep olur deniyor. Kişinin kendi dünyası cehennem değildir. Cehennem, başkalarıdır.
Çünkü kişi kendine ancak gül bahçesi eker. :)
Sizin cehenneminizi başkalarının kalıpları, sizi yontmaları şekillendirir. Sizin cehenneminizi, kendiniz olmanıza izin vermeyen başkaları var eder. Bir de kendinizi onların gözünden görmeniz.
Siz kendinizden kaçtıkça, etrafınızdaki kalıpların, yontma taş blokların içine sığdıkça, kendiniz olmaya cesaret edemedikçe, cehennem ateşine yaklaşırsınız.
Sizin cehenneminizi var eden başkaları için siz de cehennem olabilirsiniz pek âlâ.

Bu kötümser aforizma, aslında başkalarını kendi özgürlüğüne tehdit olarak gören, “bir” olamayan bireylerin hikâyesi. Siz sebep olur ve izin verirsiniz, “başkalarının” sizin cehenneminiz olmasına.

Daha fazla söze gerek yok, Sartre şöyle açıklamış kendi aforizmasını, Huis Clos adlı kitabında…
“Bunu söylerken, bizim ötekilerle olan ilişkilerimizin hep zehirlenmiş, yasaklanmış ilişkiler olduğunu söylediğimi sandılar. Oysa bambaşka bir şeydi söylemek istediğim. Eğer ötekiyle olan ilişkilerimiz kısıtlayıcı, kusurluysa, o zaman öteki cehennem olabilir. Niçin, çünkü kendimizle ilgili en önemli olan şey, kendimizi tanımamızdır. Kendimle ilgili ne söylersem söyleyeyim, hep ötekinin yargısı ile karışır, ne hissedersem edeyim, ötekinin yargısı vardır. Eğer ilişkilerim kötüyse, tümden ötekinin egemenliği altında kalırım ve o zaman gerçekten cehennemdeyimdir. Dünyada cehennemi yaşayan birçok insan var, çünkü fazlasıyla başkalarına bağımlılar. Başkalarıyla ilişkilerimiz olmaması gerektiği anlamına gelmez bu. Sadece başkalarının bizim için ne denli önemli olduğunu gösterir"

* Sabah “bayan” :) programlar(ın)dan…
- Ece Erken, sabah sabah yaptığı bir yemek programında, çocuk mevzusu açılınca, “Allah vermeyenlere de versin” dedi.
Duyar duymaz gülmeye başladım, uykum açıldı…

- Hilal Cebeci, ağzına kadar mikrofon sokan bir magazin muhabirine, Tarkan’ın son albümü Metamorfoz’la ilgili nadide bilgilerini sıralıyordu ki, muhabir, albümün adı neydi gibi bir geçiş yaptı. Hilal abla albümün adını bilmiyordu, daha da acıklı, adını duyduğu zaman “O ne demek yahu?” diye patlayıverdi. Valla kendisine kızamıyorum. Bütün suç, şarkı sözlerinin içine bilmem kaç tane atasözü ve deyim yerleştirerek, dilimizi savunur bir eda içine giren Tarkan’ın aynı hassasiyeti albüm adında göstermeyip, Türkçe karşılığı olmasına rağmen, yabancı bir kelimeyi kendisine kapak yapmasında…

* Haftanın Blogu
Hatice Özdemir Tülün tarafından hazırlanan Portakal Ağacı, harika yemek tarifleri ve fotoğrafları, samimi diliyle blog tarihimizin ilklerinden… Mutfakla ilgisi olmayanların bile aklını çelebilecek bir site. Kesinlikle gözdelerimden…
portakalagaci.com

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Kota (isim, ekonomi Fransızca quota): 1. Bir ülkede ithal edilecek malların çeşitlerini, oranlarını veya miktarlarını gösteren liste. 2. Bir ülkede ithal edilecek mallar için getirilen sınırlama. 3. Kuruluşlarda veya derneklerde bir gruba tanınan kontenjan sayısı. 4. sinema Bazı ülkelerde, sinemalarda belirli bir süre oynatılması zorunlu olan yerli film sayısının yabancı filmlere oranı.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Agnostik: Fransızca agnostik (agnostique) sözü felsefede "Tanrı'nın ve evrenin nereden türediğinin bilinmediğini ve bilinemeyeceğini ileri süren öğretiyi benimseyen (kimse)." anlamında kullanılmaktadır. Sözün bu kullanımı için Kurumumuzca bilinemezci karşılığı önerilmektedir.

İzler
1- “Sofi’nin Dünyası”nın yazarı Jostein Gaarder’ın bir önceki kitabı “İskambil Kâğıtlarının Esrarı” bir çocuk kitabı gibi görünmesine rağmen insanın kendine ve dünyaya bakışını sorgular. Bu kitaptan benim çok sevdiğim bir alıntıdır bu söz…


selcencosmoz@gmail.com

45- Merdivenli Mektuplar

“Uzun bir yolculuğa çıkar gibi duygularınızla düşüncelerinizi denklere sarıp da içlerinizde bir yerlere mi yerleştirdiniz, bir gün yolculuk bitince açmayı mı düşünüyorsunuz aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve denklerinizi hiç açmayacağınızı bilerek...” (1)

Yolculuk hiç bitmeyecek.
Kıvrıla kıvrıla, kıvrana kıvrana aşağıya inen bir merdiven gibi içinizde uzayacak basamaklar…
Teker teker adımlayacaksınız onları. En derine ulaşırsam, belki gerçeği bulurum, belki saf olanı diyerek basacaksınız.
Denkler yaptığınız duygularınız ve düşünceleriniz sırtınızda ağırlaşacak… O denkler size denk gelemeyecekler bir türlü. Atmak isteyeceksiniz yolun bir yarısında, yollar arayacaksınız onlardan kurtulmak için.

“Kaçmak istemiyor musunuz, şöyle rahatça bütün duygularınızı, bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara, kendinizi bile yanınıza almadan.
Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız kimleri saklıyorsunuz koynunuzda?” (2)

Bir şairin kelimelerine, bir roman kahramanının duygularına, bir tiyatro repliğine, bir şarkı sözüne sığınıp da söylemek istediğiniz ne?
Sonra yazılıp da gönderilmeyen elektronik mektuplar biriktiriyorsunuz. Bir gün bu hislerle barışırsam, bir gün neden böyle hissettiğimi anlarsam, bir gün yüreği yüreğime sokulursa, bir gün diğerlerini yenersem, bir gün öteyi görürsem diye diye bir köşede içlerini çürüttüğünüz, asla sararmayan elektronik mektuplar...
Ve kendi içlerinde kıvrıla kıvrıla, kıvrana kıvrana inen merdivenleri olan mektuplar.
Sarmala dönen kelimelerinizi saklayan mektuplar.
Hitapsız başlayan, elvedasız biten mektuplar.
Bir başkasına değil de sadece yazdığınız kişi okuduğunda anlayacağı şifrelerle donatılmış, bir başkasına dümdüz mektuplar.
Hiçbir varış noktası olmayan, bir şey beklemeyen, bir ümide kapılmayan, bir yargıya varmayan mektuplar.
Neden yazıldığı bilinmeyen mektuplar.
Tam da bir Attila İlhan kadını gibi mektuplar.
“Ne ‘erkekler’ sevdim zaten yoktular” diyen…
“Gerçek değildiler birer umuttular (…) Ne adamlar sevdim zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir / Yalnızlıklarımda ellerimden tuttular (…) (3)

Sahibinin sesi dışında herkesin sesi olan mektuplar…
Kimin sesi olduğu tam da bilinmeyen mektuplar…

Mırıldanan…

“Refahın da, aşkın da gözdesi cesur olandır” (4)

Sayıklayan…

“ Kişi ancak kalbiyle bakarsa doğru görebilir, esas olan göze görünmez” (5)

Esas olanın peşinde elektronik harfler diziyorsunuz ardı ardına, kelimeler etsin, kelimeler de bir şey anlatsın istiyorsunuz. O başkasına değil, en başta size.
Bilmek istiyorsunuz çünkü, bu kaderin, bu karmanın şifresini anlamak…
Ve yazıyorsunuz.
Hitapsız başlayan, elvedasız biten mektuplar.
Hiçbir varış noktası olmayan, bir şey beklemeyen, bir ümide kapılmayan, bir yargıya varmayan mektuplar.
Neden yazıldığı bilinmeyen mektuplar.

“ Biraz önce eve bıraktın beni. Ve şimdi ben en iyi bildiğim şeyi yapıyorum.
Yazıyorum.
Çünkü seninle ilgili geldiğim yolu biliyorum. Sana geldiğim yolu biliyorum. Yolumun devamını göremiyorum oysa. Sis kaplamış her tarafı. Sisin içinde beliren başka insanlar. Korkutucu… O yüzden hep dönüp dönüp arkama bakıyorum. Sanki bir anda geri dönüp kaçmaya başlayacakmışım gibi geliyor. Çünkü sisin içine adım atmak ve kendim de bir siluet olmayı göze alarak devam etmek korkutucu.
Çünkü seninle ilgili geldiğim yolu biliyorum. Sana geldiğim yolu biliyorum. Kendime vardığım yolu biliyorum.
Sen olsan ne yapardın? Merak ediyorum cevabını…”


Aşkla korku hep yan yana yürür. Gecenin karanlığında, sabahın ıssızlığında. Günün sıradanlığında.
El ele. Kol kola.
Aşkla cesaret de dip dibe yürür. Gecenin karanlığında, sabahın ıssızlığında. Günün sıradanlığında. Göz göze, omuz omuza.

Hani alkol ölçmek için sizi hayali bir düz çizgide yürütürler ya, yolunuz aşka düşünce, o hayali çizgiyi tutturmaya çalışa çalışa sendelersiniz, ilerlersiniz…

“Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde” (6)

Hep bilmek isteriz. Ne olursa olsun bilmek. Ne şekilde olursa olsun. Kendi süzgeçlerinde, başkası için ancak varsayımlarda bulunabilen akıl, bir başkasıyla ilgili bir karar söz konusu olunca apaçık bilmek ister. Bilmek, karar vermek ve yoluna devam etmek.
Kürşat Başar’ın dediği gibi “Belirsiz bir mutluluktansa, belirli bir mutsuzluğu tercih edebiliriz”. Sınırları bellidir çünkü. Oyun alanımızı apaçık görebiliriz. Mutsuz da olsak…
Oysa Lao Tzu “Acele karar vermeyin” der, “Karar, aklın durması demektir. Karar verdiğiniz yerde durur aklınız, artık ötesine gitmez, gelişmez”.

O yüzden yazarsınız.
Cevapları bulabilmek için, kararları görebilmek için, olan biteni anlayabilmek için.

Bir gün bu hislerle barışırsam, bir gün neden böyle hissettiğimi anlarsam, bir gün yüreği yüreğime sokulursa, bir gün diğerlerini yenersem, bir gün öteyi görürsem diye diye bir köşede içlerini çürüttüğünüz, asla sararmayan elektronik mektuplar...
Yazarsınız.
Ve kendi içlerinde kıvrıla kıvrıla, kıvrana kıvrana inen merdivenleri olan mektuplar.
Sarmala dönen kelimelerinizi saklayan mektuplar.
Hitapsız başlayan, elvedasız biten mektuplar.

Hiçbir varış noktası olmayan, bir şey beklemeyen, bir ümide kapılmayan, bir yargıya varmayan mektuplar.
Neden yazıldığı bilinmeyen mektuplar.





1- Ahmet Altan
2- Ahmet Altan
3- Attila İlhan’ın Böyle Bir Sevmek şiiri. Şiirin “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” dizesindeki “kadınlar” kelimesi “erkekler / adamlar” olarak değiştirilmiştir.
4- Ovid
5- “On ne voit bien qu'avec le cœur, l'essentiel est invisible pour les yeux. » Saint Exupéry, Küçük Prens
6- Necip Fazıl Kısakürek

24 Ocak 2008 Perşembe

44- Yarım ağızla yaşamak

Yazım hataları…
Gitgide çoğalıyor, hele de internet sardıkça hayatımızın her bir yanını.
Okudukça facebook profillerini, blog sayfalarını, forum incilerini, aceleye yazılmış e-postaları gözlerim yuvalarından fırlıyor.
Hele hele şu gönül alan sözler yok mu?
CANIM, TEŞEKKURLER, SENİ SEVİYORUM gibi…
Hepsi birer kısaltmadan ibaret artık.
CNM, TSKLER, SS…
Kimse kimseye ağız dolusu teşekkür etmiyor, gönül dolusu canım demiyor. Sevdiğini söylemiyor içinden taşarcasına.
Gel de inan bu güzel sözlere ondan sonra.
Gel de büyülen, gel de etkilen.
Yarım ağızla söylenen hiçbir söz insana dokunmuyor.
Ne iyisi, ne kötüsü…

Benim için doğru imla, maalesef hâlâ büyük bir kriter. Bir insanı değerlendirirken, üstüne fiyonklar bağlamamı sağlıyor doğru imla.
Bu özen… Hem karşındakine, hem kendine gösterilen, etkiliyor beni.
Kendini doğru ifade etmenin ilk adımı.

Kısaltmaların yanına bir de yanlış imla eklenmiş.
Herkes olmuş “herkez”, hırsız “hırkız”, yalnız “yanlız”, eğlenmek “eylenmek”, takdir “taktir”…

Daha neler neler…

Her şey kısaltılmış, minik paketler halinde cebe girmiş.
İi (iyi) diyorlar, KİB (kendine iyi bak) diyorlar, asl (age-sex-location) diyorlar, taam (tamam) diyorlar, ki’ler bitişik, mi’ler bitişik, de’ler bitişik…
Hayatları birbirlerine bitişik.
Bir nevi parazit ve yarım ağızlı bir hayat.
Ne hakkıyla sevebiliyorlar, ne adam gibi takdir edebiliyorlar.
Sevemedim ben bu yeni dili, bu dili kullanan yeni nesil gençliği de.
Ben hâlâ Türk filmi kuşaklarında kayboldum sanırım.

Ne güzel takılırlardı birbirlerine…
“Lafa fatura kesselerdi tekmil bankalar senin hesabına çalışırdı (Ayhan Işık)

Nasıl bir özgüvendi…
“Bana ilişen gözde arpacık çıkar yahu”
“Hücum edilmez vücudumda ölmez bir ruhum vardır!” (Ayhan Işık)

Nasıl bir aşkla reddedişti…
“- Git burdan, sil beni artık aklından!
- Kess! Benim aklım yapboz tahtası degil!”

Ne hayat dersleriydi…
"Kadınların gözyaşları ancak tecrübesiz erkeklere söker" (Ediz Hun-Sen bir meleksin)

Nasıl bir melankoliydi…
“Ört beni, yıldızlar görmesin” (Bir Türkan Şoray filmi)


Yazım hataları beni deli ediyor.
İmla hataları da…
Her şey kısaltılmış, küçültmüş, minik minik paketlenmiş, draje haline getirilmiş.
Kimse kimseye ağız dolusu teşekkür etmiyor, gönül dolusu canım demiyor. Sevdiğini söylemiyor içinden taşarcasına.
Gel de inan bu güzel sözlere ondan sonra.
Gel de büyülen, gel de etkilen.
Yarım ağızla söylenen hiçbir söz insana dokunmuyor.
Ne iyisi, ne kötüsü…

Sevemedim ben bu yeni dili, bu dili kullanan yeni nesil gençliği de…
Şimdi herkes yarım yamalak konuşuyor, yazıyor. Yarım yamalak yaşıyor.
Şimdi herkes yarım yamalak…



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Bir Türk Gencinin Ata’ya Hitabesi…

“Sevgili Atam,
Sana bu hitabeyi 33 yaşına girmiş, gelecek güzel günlerden çoktan umut kesmiş, temel eğitimini tamamlamış ve ancak şimdilerde seni tanıyabilmeye başlayan, Türk istikbalinin evlatlarından biri olarak yazıyorum.
Seni ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlarım. İlkokul birdim. Miniciktim. Elimde beslenme çantam, önlüğümün cebinde annemin sevgisi, sınıfımda bilim öğrenecektim. Karatahtanın dört parmak üzerine ortalanmış çerçevenin içinden bana bakıyordun. Bakışların keskindi. ABC'den sonra ilk öğrendiğimdin; Mustafa Kemal'din. Çocuktum...
Bana, bize, tüm dünya çocuklarına bayram armağan etmiştin. Armağanını, uygun adım sol-sağ-sol, sol-sağ-sol kutladık...
Kaçımızın ayağı su toplamıştı, kaçımız bayılmıştık...
Biz bayramlarda ağlayan çocuklardık.
(Ne zaman salıncakta sallanan fotoğrafını görsem, geçen 23 Nisan'lara yanarım.)
Ortaokul ve lisede hep seni anlattılar bana... Dünyaya ancak yüz yılda bir gelen dahiydin... Şahin bakışların vardı, hürriyete âşıktın... En azılı düşmanlarına karşı bile merhametliydin ama savaş meydanlarında karşında kimse duramazdı. Aslandın, kaplandın, kartaldın, panterdin... Özgür geleceklere açılan pencereydin. Sözün özü benim Sevgili Atam; kodumu oturtan milli eğiticiler böyle anlatmışlardı. Beni milli bir şekilde eğitenler, Failatün, failatün, failatün,failün ölçü sistemini, Niagara Şelalesi'nin yükseklik ve debisini, Yes, it is a pencil demesini, Deli İbrahim'in küpesini, bir bir kafama yerleştirdiler de, bana senin insan yönünü anlatmadılar.
Sigara tiryakisi olduğunu, rakı içtiğini, âşık olduğunu, evlendiğini, boşandığını, kim bilir kaç geceler savaş meydanlarında cesetlere bakıp, için için ağladığını, özlemlerini, hasretlerini, geleceği kazanmaya dair fikirlerini anlatmadılar. Bana, bize, tüm dünya gençlerine bayram armağan etmiştin. Armağanını, uygun adım sol-sağ-sol, sol-sağ-sol kutladık... Kaçımızın ayağı su toplamıştı. Kaçımız kıçına yediği sopa yüzünden altına işemiştik. Biz bayramlarda bunalan gençlerdik. (Ne zaman baloda smokinli fotoğrafını görsem, 19 Mayıs'lara yanarım.)
Bir yandan, heykellerini diktik, dağa-taşa siluetlerini çizdik, her kitaba, her yazıya mutlaka senden alıntılar yerleştirdik.
Bir yandan, her işin kolayına kaçtık, ticarette kazık attık, üretim yerine kopyaladık, bilim adamlarını sindirdik, aydınları yargıladık, yoktan yere nice vatan hainleri ürettik, çoktan yere nice amaçsız gençler yetiştirdik. Zeki, çevik ve aynı zamanda düzenciydik.
Eğitimi siyasete kurban verdik, ekonomiyi siyasete kurban verdik, aydınlık olması gereken gelecekleri siyasete kurban verdik. Varlığımız siyasi emellere armağan oldu...
Benim biricik Atam, biz Demokles'in kılıcını sapından değil, keskin yanından tutmayı marifet bildik. Senin ruhunu gıdım gıdım içtik, tükettik... Tükettik... Tükettik...
Dedemden babama, babamdan bana politikacı tabiriyle 'enkaz devralmış' bulunmaktayız. Bu gidişle biz, çocuklarımıza devredecek enkaz bile bulamayacağız...
Türk'tük, doğruyduk, çalışkanlığımız şüpheli.
Birinci vazifemiz, Türk istiklalini ve Türk Cumhuriyeti'ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek, ülkümüz yükselmek, ileri gitmekti...
Uzun bir yoldu... Yorucu ve yıpratıcıydı... Adidas'larımız eskidi, McDonalds'ta mola verdik. Belki de 'Bir Türk dünyaya bedeldir' deyişini biz 'Her Türk dünyaya bedeldir' anladığımız için emanetini, 1 milyon beş yükseksen bin kat küçültmeyi becerdik... Verdiğin en önemli görev: Bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifem Türk istiklalini ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir, bilirim. Muhtaç olduğum kudretin, sana güvenimde mevcut olduğunu belirtir, ellerinden hasretle öperim...”

Ünlü sosyalleşme ormanı facebook’ta dolaşan bu metni sadece imlasını düzelterek olduğu gibi huzurlarınıza çıkardım.
Metnin altında ise benim haftalarca önce yer verdiğim bir fıkra yer alıyor. Tabii çok masum bir versiyonu.
Ben tekrar “Uykusuz Çankaya Geceleri” adlı yazımda verdiğim şekliyle aynen yayınlıyorum.
Keşke gerçek olsaydı diyeceğimiz şekliyle yani…

Son günlerde milletçe Atatürk'ü daha çok düşünür olduk, umarım daha iyi de anlar oluruz. Ağızdan ağza yayılan, belki bazılarına da "ah, keşke Atatürk yaşasaydı" dedirten bir hikâyeyi (fıkra demeye dilim varmadı) biraz yumuşatarak – eh biraz da gerekli dozda süsleyerek- yazıyorum. Mesaj çok açık, yoruma mahal yok…
"Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmiş. Seçilir seçilmez de, aklı fikri Atatürk'te olduğu için, pek sayın arkadaşı Bülent Arınç'ı da yanına alarak o gece Anıtkabir’e gitmiş. Tek isteği, Atatürk'ü orda yatar bulmak ve huzurlu bir gece uykusu uyumakmış.
Lahtin kapağını açınca, bir de ne görsün, Atatürk'ün lahti bomboş. Hikâye bu ya! "Herhalde biraz gezinmeye gitmiştir" diye düşünüp, içlerini ferahlatıp yataklarına dönmüşler ama gördüklerini de kimseye anlatmamışlar sayın Erdoğan'la sayın Arınç. İçlerini bir kurt kemirmeye başlamış "Ya Atatürk, bizim peşimize düşerse diye"... Birkaç huzursuz ve uykusuz geceden sonra, kalkıp tekrar gitmişler Anıtkabire, "Herhalde artık dönmüştür" umutlarıyla dopdolu.
Lahit kapağını açtıklarında buldukları el yazması bir pusula olmuş:
"Mücadeleye başlamak üzere, Samsun'a müteveccihen hareket ediyorum. Oradan da Amasya'ya geçeceğim..."
Açık olan şu ki: Bu milletin bir Kurtuluş Savaşı’na daha ihtiyacı var.

* Türk Futbolu’nun Atatürk’ü
Pakize Suda, 23 Aralık Pazar günü köşesinde yazmış:
“Atatürk’ün Galatasaraylı, Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı olduğu iddialarından sonra şimdi de Trabzonsporlu olduğu iddia edilmiş. Anlaşılan o ki Atatürk aynı zamanda iyi bir ‘siyasetçi’ymiş.”

* Üstün zekâlılar aranıyor!
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) desteğiyle Anadolu Üniversitesi Üstün Zekâlıların Eğitimi Ana Bilim Dalı tarafından kurulan Üstün Yetenekliler Eğitim Programına (ÜYEP) 96 öğrenci alınacak.
AÜ Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Üstün Zekâlıların Eğitimi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Uğur Sak: “ABD'de, İngiltere'de, Avrupa ülkelerinde, Güney Kore'de bu tür programların örneklerini görüyoruz. ABD'nin her eyaletinde bu eğitim programlarından mevcut. Üstün zekalıların eğitimi konusunda 7-8 yıldır çalışıyor ve araştırma yapıyorum. Bütün modern akımları biliyoruz. Uygulayacağımız program ABD'dekinin daha geliştirilmişi olacak.
6 ve 7. sınıfın önemi
Programın ilköğretim 6 ve 7. sınıf öğrencilerine yönelik hazırlanmasının nedeninin bu dönemin öğrencilerde bir üst seviyeye geçiş aşaması olarak görülmesi olduğunu anlatan Doç. Dr. Sak, üstün zekâlıların en fazla, düşük başarı göstermeye başladığı veya okulu bıraktığı dönemlerin 6 ve 7. sınıflar olduğunun bilimsel araştırmalarla saptandığını söylüyor.
“Bazı üstün zekâlı çocuklar üniversiteyi bile kazanamıyor. Aslında bu çocuğu, ilköğretimin ikinci kademesinde kaybetmiş oluyorsunuz, lisede de kurtaramıyorsunuz. Öğrenci, 6 ve 7. sınıfta yavaş yavaş kendisini tanımaya başlıyor. Öğrencilerin meslek seçimi ve sosyal, psikolojik adaptasyonları çok önemli. Çoğu üstün yetenekli ve zekâlı çocuklar, okullarda, ailelerinde sorunlar yaşayabiliyor. Sınıfında arkadaşı bile olmayabilir.”
Peki nasıl başvuruyoruz?
ÜYEP, haftasonu ve yaz programlarından, güz ve bahar akademik yarıyıllarından oluşuyor. Öğrencilere her gün 6 saat eğitim ve 1 saat rehberlik hizmeti verilecek.
“Temmuz ayında uygulanacak olan yaz programları 4 haftalık süreyi kapsayacak. Programda, fen bilimleri, matematik ve bilgisayar uygulamalarına ağırlık verilecek. Programa 64'ü burslu, 32'si ücretli, toplam 96 öğrenci alınacak. Programın aylık ücreti 2008 için aylık 100 YTL olarak belirlendi. Programa başvurular 25 Ocakta başlayacak, 6 Şubatta sona erecek. Başvurular AÜ Eğitim Fakültesi ÜYEP Ofisine yapılacak. 10 Şubatta AÜ Yunusemre Yerleşkesinde sınav yapılacak.
Öğrenciler, matematik ve fen bilimleri okul notlarının ortalaması, milli eğitim müdürlüklerinin her ilde açtıkları seviye belirleme sınav puanları ve AÜ'de yapılacak zeka testi sonuçları baz alınıp programa yerleştirilecek. Öğrencinin, programa kabul edilmesinde, dönem sonu notlarının ortalaması yüzde 10, seviye belirleme puanları yüzde 20, bizim yapacağımız zeka testinin sonucu da yüzde 70 olarak baz alınacak.

* Haftanın Blogu
Bu haftanın blogu, özellikle bayan blog okurlarının yakından tanıdığı Devletsah. Devletsah, özgün içeriği ve podcasting, vidcasting gibi yeni uygulamalarda (Türkçe siteler arasında) ilklere imza atmış olması nedeniyle dikkat çekiyor.
Göz atmak için…
www.devletsah.com

TDK Dersleri
* Türkçe Sözlük’ten
Irakgörür (isim, gök bilimi) Teleskop: Teleskop -bu isim, gök bilimi Fransızca telescope. Sonsuzdaki bir nesnenin gerçek görüntüsünü, içbükey bir aynadan yapılmış merceğinin odak düzleminde veren ve gök bilimiyle ilgili gözlemlerde kullanılan optik aygıt, gözlemci, ırakgörür: "Sanki teleskopla bakıyordum, o derece belirgin ve ışığı göz alan bir aydı bu."- R. H. Karay.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Oryantiring: İngilizce oryantiring (orienteering) sözü "Her türlü arazide harita ve pusula yardımıyla katılımcıların denetim noktalarını bulmaya çalıştıkları bir doğa sporu." anlamındadır. Bu söz yerine kullanılmak üzere yönbul karşılığı önerilmektedir.

43- İthaf Morrissey'ler

Birisi bana, “Bırak başkalarının kelimelerini, şarkı sözlerini, kendi kelimelerinle anlat içindekileri” dedi geçenlerde.
Peki bir başkasının kelimeleri benim olduğunda, bir başkası benim kelimelerimle konuştuğunda…
Ne yapmak gerekir ki, o kelimelerinin tınısını kullanmaktan başka?
Yazdım, yazdım ben de.
Kendi kelimelerimle, başkalarının kelimeleriyle, başkalarının duygularıyla…
Size de yazdım…
“Sevmek birikmiş içimde” diye bir yazı, demleniyor hâlâ. İçinden bir bölüm çaldım, girizgâh olarak yerleştiriyorum bu ithaf yazımın içine. Herkes yolunu bulsun diye…

“Kaçmak istemiyor musunuz, şöyle rahatça bütün duygularınızı, bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara, kendinizi bile yanınıza almadan.
Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız kimleri saklıyorsunuz koynunuzda?
Bir şairin kelimelerine, bir roman kahramanının duygularına, bir tiyatro repliğine, bir şarkı sözüne sığınıp da söylemek istediğiniz ne?
Sonra yazılıp da gönderilmeyen elektronik mektuplar biriktiriyorsunuz. Bir gün bu hislerle barışırsam, bir gün neden böyle hissettiğimi anlarsam, bir gün yüreği yüreğime sokulursa, bir gün diğerlerini yenersem, bir gün öteyi görürsem diye diye bir köşede içlerini çürüttüğünüz, asla sararmayan elektronik mektuplar...
Ve kendi içlerinde kıvrıla kıvrıla, kıvrana kıvrana inen merdivenleri olan mektuplar.” ***

Ve müzik…
Müzik her adımına eşlik etti yolculuklarımın. İçeri, dışarı, derine, öteye…
Müzik…
Sözleri ve tınısıyla binlerce katmanlı dünyalara yollar açan sihir. Sessizliği, kalabalığı, acıyı, aşkı, hayatı içinde barındıran yol yordam…
En anlayışlı refakatçi…

Oysa…

Müzik iki ruhun arasındaki sonsuzluğu doldurur. (1)

Çünkü…

Müzik söylenemeyeni, söylenmeden sessizliğe bırakılması imkansız olanı ifade eder. (2)

Oysa…

Müzik, kelimesini arayan aşktır. (3)

Çünkü…

Kelimeler bir düşünceyi düşünmeni sağlar. Müzik bir duyguyu hissetmeni sağlar. Bir şarkı bir düşünceyi hissetmeni sağlar. (4)

Oysa…

Müzik olmasaydı, hayat bir hata olurdu. (5)

Çünkü…

Müzik dilin ruhudur. (6)

Çünkü…

Kelimelerin başarısız olduğu yerde, müzik konuşur. (7)

Ve…

O ki müziği duyabiliyor, yalnızlığının bir anda kalabalıklaştığını hisseder. (8)



İTHAF MORRISEY’LER


*A.S.’ye…

- I'm tired again, I've tried again, andNow my heart is fullNow my heart is fullAnd I just can't explainSo I won't even try to”

“Now My Heart Is Full”

- Yine yorgunum, tekrar denedim, ve

Şimdi kalbim dolu
Şimdi kalbim dolu
Ve açıklayamıyorum
O yüzden denemeyeceğim bile

“Şimdi Kalbim Dolu”

- The woman of my dreams, She, She never came alongThe woman of my dreams, Well, There never was oneAnd I'm, Not sorry for, For the things I've saidThere's a wild man in my head, There's a wild man In my head

“I’m Not Sorry”

- A.S.’ye uygun olarak,”kadın” sözünü “erkek”le değiştirerek çeviriyorum.

Hayallerimin erkeği, o, hiç çıkmadı karşıma
Hayallerimin erkeği, aslında, öyle biri hiç yoktu

Ve ben, üzgün değilim, söylediğim şeyler için
Kafamın içinde çılgın bir adam var, kafamın içinde çılgın bir adam var

“Üzgün Değilim”

- They who should love meWalk right through meI am a ghostAnd as far as I know I haven't even diedAnd my love is under the groundMy one true love is under the groundAnd I'll never beI'll never beI'll never be anybody's hero now

“I’ll Never Be Anybody’s Hero Now”

- Beni sevmesi gerekenler
Yanımdan geçip gidiyorlar
Ben bir hayaletim
Ve bildiğim kadarıyla henüz ölmedim bile
Ve benim aşkım yeraltında
Benim tek gerçek aşkım yeraltında
Ve ben asla olmayacağım
Olmayacağım
Ben asla kimsenin kahramanı olmayacağım artık

“Ben Asla Kimsenin Kahramanı Olmayacağım Artık”

- With the world's fateResting on your shoulderYou're gonna needSomeone on your sideYou can't do it by yourselfAny longerYou're gonna needSomeone on your sideSomeone kindly told meThat you'd wastedEight of nine livesOh, give yourself a breakBefore you break downYou're gonna need someone on your side

“You’re Gonna Need Someone On Your Side”

- Dünyanın kaderi senin omuzlarında dinlenirken
Senin tarafında olan birine ihtiyacın olacak

Artık tek başına halledemiyorsun
Senin tarafında olan birine ihtiyacın olacak

Birisi bana
Senin 9 canından 8’ini harcadığını
Söyledi nazikçe

Hadi, kendine biraz izin ver
Kırılıp dökülmeden önce
Senin tarafında olan birine ihtiyacın olacak

“Senin Tarafında Olan Birine İhtiyacın Olacak”

- Magistrates who spend their livesHiding their mistakesThey look at you and I, andEnvy makes them cry, Envy makes them cry

“I Like You”

- Hatalarını saklayarak
Hayatlarını geçiren sihirbazlar
Seninle, bana bakıyorlar ve
Gıpta onları ağlatıyor, Gıpta onları ağlatıyor
“Senden Hoşlanıyorum”


* Burçin’e…

- On competing, Oh, when will this tired heart stop beating?
It's all a game, Existence is only a gameAnd I'm, Not sorry for, For the things I've doneAnd I'm, Not looking for, Just anyone

“I’m Not Sorry”

— Rekabet ederken, ne zaman bu yorgun kalp çarpmaktan vazgeçecek?
Her şey bir oyun, varolmak sadece bir oyun
Ve ben, üzgün değilim, yaptığım şeyler için
Ve ben, sadece sıradan birini aramıyorum
“Üzgün Değilim”

- In my lifeWhy do I give valuable timeTo people who don't care if I live or die ?Two lovers entwined pass me byAnd heaven knows I'm miserable now
(…)
In my lifeWhy do I smileAt people who I'd much rather kick in the eye ?I was happy in the haze of a drunken hourBut heaven knows I'm miserable now

“Heaven Knows I’m Miserable Now”

- Hayatımda
Neden yaşaması veya ölmesi umurumda olmayan insanlara
Değerli zamanımı veriyorum?

Birbirine sarmaş dolaş iki sevgili yanımdan geçti
Ve Tanrı biliyor ki şimdi sefilim
(…)
Hayatımda
Neden gözünü çıkartacağım insanlara
Gülümsüyorum?

Sarhoş bir saatin büyüsünde mutluydum
Ama Tanrı biliyor ki şimdi sefilim

“Tanrı Biliyor Ki Şimdi Sefilim”

* Nuray’a…

- Why did you give me so much desire?when there is nowhere I can goto offload this desire?and why did you give me so much lovein a loveless world?when there is no one I can turn toto unlock all this loveand why did you stick me inself-deprecating bones and skinJesus - do you hate me?
“I Have Forgiven Jesus”

- Neden bana bu kadar çok arzu verdin?
Bu arzuyu gidip hafifleteceğim bir yer yokken
Bu kadar sevgisiz bir dünyada,
Neden bana bu kadar çok sevgi verdin?
Bu aşkı verebileceğim kimse yokken…

Ve neden benim içime kendi kendime baş kaldıran kemikler koydun?
Tanrım, sen benden nefret mi ediyorsun?

“Tanrım Seni Affettim”

- It begins in the heartAnd it hurts when it's trueIt only hurts because it's true

“ I’ll Never Be Anybody’s Hero Now”

- Kalpte başlıyor
Ve gerçek olduğunda acıtıyor
Sadece gerçek olduğu için acıtıyor

“Ben Asla Kimsenin Kahramanı Olmayacağım Artık”


* Selda’ya…

- Compare the best of their daysWith the worst of your daysYou won't winWith your standards so high(…)At least remember ...This is you on a bad day, you on a pale dayJust do your best and don't ...Don't worry, ohThe way you hang yourself is oh, so unfair

“Do Your Best And Don’t Worry”

- Günlerinin en iyisini
Günlerinin en kötüsüyle karşılaştır
Kazanamazsın
Standartların bu kadar yüksekken
(…)

En azından, kötü bir günde, soluk bir halde olduğunu
Hatırla

Elinden gelenin en iyisini yap
Ve sakın
Endişelenme
Kendini mahkum ettiğin hal, haksızlık…

“Elinden Gelenin En İyisini Yap Ve Endişlenme”

- The envy is beyond meI'm not gonna pine for the things that can never be mineDo not expect me toI'm happy to be who I was in the first placeHoney you know where to find meHoney you know where to find meKicking away from the mundane everydayThe future is around meI see it, I seize it, I use it, I throw it awayBecause I'm happy to be like I was in the first place

“Honey, You Know Where To Find Me”


* Oz’a…

- She was left behind, and sourAnd she wrote to me, equally dourShe said : "In the days when you wereHopelessly poorI just liked you more...

“Half A Person”

- I don't mindI don't mind if you forget meHaving learned my lessonI never left an impression on anyoneThe pressure to change, to move onWas strangeAnd very strongSo this is why I tell youI really do understandBYE BYE

“I Don’t Mind If You Forget Me”

- Umursamıyorum
Beni unutsan da umursamıyorum
Dersimi öğrendiğimden
Kimsede bir izlenim bırakmıyorum
Değişmem için, ilerlemem için gereken baskı
Garipti
Ve çok güçlü
İşte bu yüzden sana söylüyorum
Gerçekten anlıyorum
Vedayı

“Beni Unutsan Da Umursamıyorum”

- As I live and breatheYou have killed meYes I walk around somehowBut you have killed meYou have killed meAnd there is no point saying this againThere is no point saying this againBut I forgive you, I forgive youAlways I do forgive you.

“You Have Killed Me”

- Ben soluk alır yaşarken
Beni öldürdün

Evet, ortalıkta dolanıyorum bir şekilde
Ama sen beni öldürdün

Ve bunu tekrar söylemenin bir anlamı yok
Bunu yeniden söylemenin bir anlamı yok
Ama seni affediyorum, seni affediyorum
Her zamanki gibi seni affediyorum

“Beni Öldürdün”


* Y.Y.’ye…

- On the day that your mentalityDecides to try to catch up with your biologyCome round ...'Cause I want the one I can't haveAnd it's driving me madIt's all over, all over, all over my face
“I Want The One That I Can’t Have”

- Zihniyetin biyolojini yakalamaya karar verdiği gün
Çık ortaya…
Çünkü ben sahip olamayacağımı istiyorum
Ve bu beni deli ediyor
Yüzümden, bütün yüzümden okunuyor

“Ben Sahip Olamayacağımı İstiyorum”

- I am walking through RomeWith my heart on a stringDear God, please help meAnd I am so very tiredOf doing the right thingDear God, please help me

“Dear God, Please Help Me”

- Roma’nın içinde yürüyorum
Kalbim bir ipte
Sevgili Tanrım, lütfen bana yardım et

Ve ben çok yorgunum
Doğru olanı yapmaktan
Sevgili Tanrım, lütfen bana yardım et

“Sevgili Tanrım, Lütfen Bana Yardım Et”


- The heart knows why I grieveAnd yes one day I will close my eyes foreverBut I will see youI will see you in far off places.It's so easy for us to sit togetherBut it's so hard for our hearts to combineAnd why?Why? Why? Why? Why?Destiny for some is to save livesBut destiny for some is to end livesBut there is no endAnd I will see you in far off places.

“I Will See You In Far Off Places”

- Kalbim bilir neden kahrolduğumu
Evet bir gün gözlerimi sonsuza kadar kapatacağım
Ama seni göreceğim
Seni uzaklarda, ötelerde göreceğim

Bizim için birlikte olmak çok kolay
Neden kalplerimizin bir araya gelmesi çok zor?
Ve neden?
Neden? Neden? Neden?

Bazılarını kaderi hayat kurtarmak
Bazılarınınki de hayatı yok etmek
Ama bir son yok aslında
Ve ben seni uzaklarda, ötelerde göreceğim.

“Seni Uzaklarda, Ötelerde Göreceğim”

* Queen Bee’ye…

- Oh Mother, I can feel the soil falling over my headAnd as I climb into an empty bedOh well, enough said..I know it's over, still I clingI don't know where else I can goOh Mother, I can feel the soil falling over my headSee the sea wants to take meThe knife wants to slit meDo you think you can help me?
(…)
I know it's overAnd it never really beganBut in my heart it was so real

“I Know It’s Over” / The Queen Is Dead


* Catty’ye…

- All over this town Yes, a low wind may blow And I can see through everybody's clothes With no reason To hide these words I feel And no reason To talk about the books I read But still I do That's 'cause I'm a ...SISTER I'm a ... All over this town Along this way Outside the prison gates I love the romance of Crime And I wonder: Does anybody feel the same way I do? And is Evil just something you are Or something you do? SISTER I'm a ...SISTER I'm a ... All over this town

“Sister I’m A Poet”


* Michael’a…

- No one I ever knew or have spoken toResembles youThis is good or bad, all depending onMy general moodWhy do you think I let you get awayWith all the things you say to me?Could it be I like youIt's so shameful of me, I like you
(…)
You're not right in the head and nor am IAnd this is whyThis is why I like you, I like you, I like you
“I Like You”

- Pashernate love In any form Whether real or a dreamPashernate love Could make your system erupt Into wild blisters and boils Oh, as for me It still doesn't understand me It wouldn't lay one single finger on me

“ Pashernate Love”

- I dreamt about (…)And I fell out of bed twice(…)Was something that you never said

“Reel Around The Fountain”

* Giovanni’ye…

Lamenting policewomen policemen silly women taxmenUniformed whores, Educated criminals, Work within the lawThis world is full, Oh oh, So full of crashing boresAnd I must be one, cos no one ever turns to me to sayTake me in your arms, Take me in your armsAnd love me, And love meWhat really lies, Beyond the constraints of my mindCould it be the sea, With fate mooning back at meNo it's just more lock jawed pop starsThicker than pig shit, Nothing to conveyThey're so scared to show intelligenceIt might smear their lovely careerThis world, I am afraid, Is designed for crashing boresI am not one, I am not oneYou don't understand, You don't understand, And yet you canTake me in your arms and love me, Love me, And love me

“The World Is Full Of Crashing Bores”


* A.E’ye…

- Everday is like Sunday
Everyday is silent and grey

“Everday Is Like Sunday”

- I was wasting my timeTrying to fall in loveDisappointment came to me andBooted me and bruised and hurt meBut that's how people grow upThat's how people grow upI was wasting my timeLooking for loveSomeone must look at meand see there's someone of their dreams
(…)
So yes, there are things worse in life thanNever being someone's sweetie

As for me I'm okFor now anyway

“That’s How People Grow Up”

- So what do you think I am?And how precisely could you tellA decent skin is all I am?
(…)
I knew I was nextAnd I didn't mindHere I offer you my life for any debts you're dueAnd when you've been down for the very last timeThere is nothing anyone can do to hurt you

“I Knew I Was Next”



İzler

*** “Sevmek Birikmiş İçimde” adlı yazılan ama henüz yayınlanmayan yazıdan bir paragraf…

1- “Music fills the infinite between two souls” – Rabindranath Tagore (Hintli şair, oyun ve deneme yazarı)
2- “Music expresses that which cannot be said and on which it is impossible to be silent” – Victor Hugo (Fransız şair ve yazar)
3- “Music is love in search of a word” – Sidonie Gabrielle (Gerçek adı Colette olan Fransız roman yazarı)
4- “Words make you think a thought. Music makes you feel a feeling. A song makes you feel a thought” - E.Y. Harburg (Amerikan söz yazarı ve besteci)
5- “Without music, life would be an error” – Friedrich Nietzche
(Alman düşünür, felsefeci, eleştirmen ve bir dönem önderi ve sorgulayıcısı)
6- “Music is the soul of language” – Max Heindel (Danimarkalı okültist, astrolog ve mistik)
7- “Where words fail, music speaks” – Hans Christian Andersen (Danimarkalı masal ustası, oyun, roman yazarı)
8- “He who hears music, feels his solitude peopled at once” – Robert Browning (İngiliz şair ve oyun yazarı)

PS: Morrissey’in de günü gelecek, bütün övgüler ona dizilecek… Şimdilik sadece onun kelimeleri…