7 Aralık 2007 Cuma

42- Akademi’ye inat “Scream”


Haklısınız, ne deseniz haklısınız.
Bu kez diyecek sözüm yok.
Ben bile şaşırdım her ay başına bir yazı görünen son bilânçomu gördüğümde.
İçimdekiler öyle bir esir almış ki beni ya da dışımdakiler…
Sesim, düşüncelerim, sessizliğim kelimelere dökülememiş ya da ben becerememişim.
Ve yine uzaklara gittim.
Oldukça bir süre…
Ne kadar olduğundan ben bile emin değilim.
Bu kez adı medeniyetle özdeşleşen ama aslında kültürü, tarihi, mimarisi eksik olan fakat görgüsü bol bir memleketteyim.
Belki haftaya oradan notlar yazarım.
Kim bilir…


“Scream Ödülleri”
Korku, bilim-kurgu ve fantastik filmlere adanmış ilk ödül töreni olma özelliğini taşıyan Spike TV’nin “Scream Ödülleri”, bu sene ikinci defa düzenlendi. Kırmızı halı yerine siyah halı tercihleriyle, daha ilk adımda farklarını ortaya koydular.
Bu yılki ödül töreni Testere 4 filminden bir işkence sahnesiyle açıldı. Yönetmen Quentin Tarantino, skandallar kraliçesi Paris Hilton, yönetmen Robert Rodriguez, müzisyen ve yönetmen Rob Zombie ve oyuncu Jessica Alba, törene katılan ünlü isimlerden birkaçı.
Gecenin müzik performansları ise shock rock’un babası Alice Cooper ve Scream şarkısını seslendiren karanlıklar prensi Ozzy Osbourne gibi efsane isimlerden geldi.
En İyi İşkence Sahnesi (Best Rack on the Rack), Lanet olası/ Koltuktan Zıplatan (Holy Shit/Jump out of the Seat), En İyi Uzuv Kesme Sahnesi (Most Memorial Mutilation), En İğrenç Yaratık (Most Vile Villain) gibi ödülleri kazananların yazılı olduğu zarflar ise “hamamböceği” dolu kutulardan çıktı.

İlk ödül olan “En İyi Kahraman”ı, Han Solo, İndiana Jones, Replica Hunter gibi rollerin oyuncusu Harrison Ford aldı.

Ve ödül alırken, “Akademi’nin hiç varolmadığına inandığı filmler için bir ödül töreni düzenlemek çok cesurca” diyerek törenin önemini ortaya koydu.

Seyirciler de sanki bir filmin parçasıydılar, makyajları, saçları, havaları, ayakta çılgınlar gibi eğlenmeleriyle gerçekten bambaşka bir dünyaya aittiler. Aslında algısı farklı çalışanlara çok da uzak olmayan bir dünyaya…
Punk, post punk, rock, metal, gotik… her tür yol ve yordam mevcuttu. Dünyaları iç içe geçmişti.
Hep derim tek bir öğreti hiçbir şeye ilaç olmaz… :)
Mesela “Gelmiş Geçmiş En İğrenç Yaratık” ödülünü alan Ralph Fiennes (Harry Potter serisindeki rolüyle) esas gerçeği ağzından kaçırıverdi: “Siz aslında kötü değilsiniz, sadece yanlış anlaşıldınız.”

“En Çok Beklenen Film, Dark Night seçildi ve Christian Bale ödülü aldı, “henüz çekilmemiş bir filmin” ödül almasına şaşırarak…

Mesela çok sevdiğim filmlerden biri olan The Illusionist’teki rolüyle Jessica Biel, “Fantezi Güzeli” ödülünü kazandı. Hatta yapımcılar, ödülün arkasından, seyircilerin üzerinden baykuş uçurdular. Anlatıcının sesi de tam korku filmlerine yakışan bir tondaydı…

Oscar zamanı geldiğinde, bu çok emek isteyen sinema dalı es geçiliyor. Sunucular yaptıkları konuşmalarda Akademi’yi iğnelemeden duramadılar.
“Tom Hanks’ta 80 zombinin sağını solunu koparacak güç var mı?
Ya Julia Roberts, “Cehenneme git pislik” diyerek zincirli bir hançeri saplayabilir mi bir katilin kalbine? Hadi ordan Pretty Woman…”

Hemen arkasından verilen “En iyi Korku filmi” ödülünü “28 Weeks Later” aldı.

San Diego Kongre Merkezi’nde 125 bin kişinin izlediği ödül töreninde, benim en umursadığım ödüllerden biri ise grafik, çizgi roman vb. dalındaydı. Comic Con* İkon ödülünü Neil Gaiman aldı.
Diğer ödüller için pek ahkâm kesmesem de, bu ödül bence çok yerindeydi.
Sandman’ın yaratıcısı, efsanevi karanlık dahi, benim de çizgi roman dalında, kalbimdeki gözdelerin başındadır…
Yeni vizyona giren filmiyle, kendisini tanımayan Türk izleyicisiyle Neil Gaiman dünyasını tanıştıracak. Üstelik Angelina Jolie’nin de kadroda bulunduğu, Robert Zemeckis’in yönetmenliğinde harika bir animasyon karakter yarattığı Beowulf filmiyle, yeni hayranlar kazanacak Gaiman ve yine de dikkatsiz izleyici onun imzasını gözden kaçıracak.
1000 yıllık efsane Beowulf, 3-D teknolojisiyle çekildiğinden, biraz animasyon gibi görünse de, gayet tehlikeli ve kara bir efsane…

Sin City’deki büyüleyici karakterlerden biri olan ve kendi çizgi roman kitabı da olan Rosaria Dawson ise, “En İyi Yönetmen” ödülünü sundu, ödül Grindhouse filmi için Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez’e gitti.
Malum gerçek sinema fanatikleri, filmlere, oyuncuları görmek için değil, yönetmenin zihnine girmek için giderler…(so says Rosario… ve çok haklı…)
Tarantino ise ödülünü alırken harika bir şov sundu ve “hepimize aynı virüs bulaştı, o yüzden buradayız” diyerek çizgiyi çekti… Ödül törenine de, benim yazıma da…


* Comic Con: Her sene ABD’de düzenlenen, çizgi roman yazar ve çizerlerinin, aktör ve aktrislerinin, televizyondaki dizi yapımcılarının vb. kişilerin fuarda bir araya gelerek paneller düzenlediği, okuyucu ve izleyicilerle söyleşilerde bulunarak, imza dağıttıkları bir organizasyon.
Daha fazlası için: comic-con.org/cci/

Çok önemli not: “Scream Ödülleri”nin 2006 kazananlarından en dikkat çekicileri…
Mesela…
V for Vendetta “En İyi Bilimkurgu Filmi” ödülünü aldı. Bana sorarsanız, bileğinin hakkıyla… Lost, Smallville gibi diziciklerin de aday olduğu “En İyi Televizyon Şovu” ödülü ise Battlestar Galactica’ya gitti. Charlie and the Chocolate Factory, The Omen, The Hills Have Eyes gibi filmlerin aday olduğu “En İyi Yeniden Yapım” ödülünü King Kong, Comic-Con İkon ödülünü Frank Miller aldı.
Lost’a ödül yok, “En İyi Televizyon Dizisi” ödülü de bu sene Heroes’a gitti. Hakkıydı doğal olarak… (Ben çok seviyorum ya… :D)



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* “İki insan arasındaki mesafe”
Kadın telefonun bir ucunda, gizli gizli ağlıyor. Sevgilisi, belki de onun sesindeki kırıklığı fark etmekten uzak, sohbete devam ediyor. “Bugün biraz canım sıkkın” dediğinde kadın, “Takma kafana geçer” diyor. Sadece…
Öyle bir mesafe ki, aşılması zor, ısıtılması meşakkatli…
Kadının çoook sevdiği filmlerden biri olan Painted Veil filminin dvd kapağında yazıyordu: “Aşılması en zor mesafe, iki insan arasındakidir” diye…
“Bugün seni özledim ilk defa” diyor kadın. Seviniyor adam. Neye sevindiğini bilmeden. Sevinip üstüne alırsa bu duyguyu, karşılığında ödeyeceklerini bilmeden…
“Sonra kendime hatırlattım, senin özgür ve bağımsız kadının kimseyi özlemez, kimseyi sevmez, kimseye bağlanmaz, o ilişkilerini iki bünyeyi tek bünye yapıp da samimileştirmez”.
Ağlamaya devam ediyor telefonun bir ucunda, öbür ucu bihaber…
Vakit doluyor, sohbet bitiyor. Kadın günlüğüne yazıyor içindekileri…
“Bugün rüyamda o ilk âşık olduğum adamı gördüm. O Sherlock böceği, o yusufçuk’u… Rüyamda, arıyordu beni, bana ulaştığında, onunla konuşuyordum. Sesinden anlıyordum, artık onu esir eden korkusu değildi, sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Ah, ne çok özlemişim. Ne çok…
Sonra uyanınca onu düşündüm uzun süre.
Böyle özlemle acının birbirine karıştığı rüyaların sabahında hep bir buruk uyanıyorum, hep bir can sıkıntısına teslim oluyorum.
Sonra uzun süre onu düşündüm.
Sonra da hayatımda eksik gidenleri. Hem hatalarını kabul etmekten, hem yaraları onarmaktan, hem de davalardan kaçan bir adamı, tökezleyen akademik kariyeri, canımın sıkkınlığını, işe hiç gitmek istemeyişimi, yine bilmem kaç aylığına uzaklara gitme ihtimalimi, yine kaçma sonsuza dek kaçma isteğimi, sık sık hastalanmamı…
Sonra korkularımı düşündüm. Sonra kaybettiklerimi…
Sonra…
Sonrası kocaman bir hiç.”

* AŞK
“Yanlış insana duyulan aşk bile hiç âşık olmamaktan iyidir.”
Ayşe Arman-Mercan Dede röportajı-Hürriyet Pazar 28 Ekim 2007

* Mesleğim kimliğimdir
Bir haber aldım, internette, biraz yol dışı bir sitede ünlü biri fink atıyordu. Nasıl demeyin, sonuçta benim “atlattığım”, uzun süre emek verdiğim bir haber. Ve henüz sonuçlanmadı. O yüzden şimdi detay yok…
Velhasıl o sitede tabii ki başka bir isim ve meslekle bulunuyorum. Ürkütmeyelim vakvakları. Bana kim merhaba dese, hemen profiline bakıp ayıklıyorum, haberim için aradığım ünlü kişinin mesleği belli sonuçta. Fakat yine de ısrarlılar “merhaba” diyenler. “Peki kimsiniz, adınız ne?” dediğim birçok seferde aldığım cevaplar belliydi: “Ben doktor Kemal”, “Avukat Cemal”, Mimar Süleyman”…
Ve hep aynı meslek sahipleri. Doktor ve avukat. Arada birkaç da mimar var. Mimarlara ilk başta şaşmadım değil.
Malum doktorlukla özdeşleşmiş bir “tanrı kompleksi” vak’ası vardır. Haydi onları geçtik, avukatlar da, hayat kurtarmanın bir başka çeşidini yaptıkları için onları da mazur görelim.
Peki araya serpilen birkaç mimar?
Herhalde onlar da yoktan bir şey “yarattıkları” için meslekleriyle tanıtıyorlar kendilerini.
Meslekleri kimliklerinin bir parçası, adlarının önünde meslek sıfatı yoksa, onlar da yok. Görünmezler, fazla ayıklamadan ezip geçen dişlilerden sıyrılamazlar, nefes alamazlar, varolamazlar, kendilerini yaratamazlar.
“Yaratmak” fiili hep çok dikkatli kullandığım ve mümkün mertebe kullanmaktan kaçındığım bir fiildir. Allah’a mahsustur yaratmak. Biz kul olarak ancak onun izini sürebiliriz, yapabiliriz, inşa edebiliriz, iyileştirebiliriz, icat edebiliriz ama yaratamayız.
Oysa doktorlar, avukatlar meslekleri yoksa yoklar… Buna inanıyorlar…
Adlarının bir parçası…
(Tabii şimdi alınmasın kimse, ailemde çok ünlü doktorlar var, zamanının ordinasyusları, profesörleri, ama kartvizitlerinde bunun yazdığı hiç görmedim.)
Bir de mesela Boğaziçi mezunları vardır. Bu okulun mezunları arasında olan bazı tipler (neyse ki benim arkadaşlarım arasında hiç yok bu tiplerden) hayatta başka bir kimlik/etiket yapıştıramadan üstlerine, sürekli bu okulun adını ortaya çıkartırlar.
Misal… Seray Sever… (Onunla da şablonumu Cosmopolitan dergisindeki Yalan makinası köşeme yaptığım bir röportajla çizmiştim, ne yazık :D )
Akşam gazetesi muhabiri Nurbanu Güney Elbir, yaptığı mini minnacık bir haberin başlığını “Yılın gafı ödülü: Seray” diye atmış.
Olay şöyle gelişmiş…
Sever’in sunuculuğunu üstlendiği “Her Şey Dahil” programının konuğu Dilruba Saatçi, “Latife ve Fikriye” oyununda Atatürk’e aşık olan iki kadını canlandırdığını söylemiş…
Seray ablamız ise araya girip şöyle demiş: “Atatürk, hem Kurtuluş Savaşı’nı yapmış hem de iki kadını idare etmiş. O bile böyleyse şimdiki Türk erkekleri neler yapmaz”…
Klasik tabirle “stüdyoda buz gibi bir hava esmiş”.
Seray Sever ise program çıkışı aydınlatılmış ve durumu toparlamaya çalışmış: “Latife Hanım’ın Atatürk’ün eşi, Fikriye Hanım’ın ise ona âşık bir kadın olduğunu yeni öğrendim.”
Hatırlarsınız değil mi, kendisi sürekli Boğaziçi (sanıyorum) Ekonomi mezunu olduğunu her fırsatta söyler. Hani şu üniversite mezunu dansöz gibi kendisi de buradan reklâm ve prim yapmaya çalışır.
Görünen o ki, Boğaziçi’nde öğrenmiş öğreneceklerini, sonra da “Boğaziçi mezunuyum” demeyi öğrenmiş. Ondan sonrası koca bir sıfır…
Yazık… Çok yazık…
:D

(PS: 16 Kasım 2007 tarihli Vatan gazetesi muhabiri Nur Gülmez Bel’in haberine göre, Seray Sever’in Atatürk’ün özel hayatıyla ilgili ifadesiyle yorumu hakkında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatmış!)

* Nesiller Boyu Güven! :)
Pakize Suda 28 Ekim 2007 Pazar günü Hürriyet’teki köşesinde yazmıştı, yoruma gerek yok, aynen yazıyorum.
“Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan politikaya ısınıyormuş.
Nesiller boyu güven!”

* Karpostal değiş tokuşu
Dünyanın öbür ucundan, hiç tanımadığınız birinden bir kartpostal almak ve eğer koleksiyon sevdalısıysanız, bunu da koleksiyonunuza eklemek ister miydiniz?
postcrossing.com sitesine üye olarak, dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlarla kartpostal değişimi yapmanıza olanak sağlayan, (ben bu yazıyı yazdığım sırada) 875 gün önce başlayan sistemin bir parçası olabilirsiniz.
Tek yapmanız gereken siteye üye olmak. Bir profil oluşturuyorsunuz ve kartpostal göndermek için bir adres istiyorsunuz. Bu adrese kartpostal gönderdiğinizde sizin de bir kartpostal almaya hakkınız oluyor.


* Haftanın Blogu
İtiraf sanatı… ABD Maryland’li Frank Warren’ın blogu… Herkese açık. Komik, karanlık, en derin düşüncelerinizi ev/el yapımı kartpostallara yazıp gönderebilirsiniz. Blog sahibi itinayla ayıklıyor… Sizin kartpostalınızın da içinizin en sıcak derinliklerinden çıktığına inanıyorsa, tarayıp sitesine koyuyor.

http://postsecret.blogspot.com/


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Göynük -ğü (sıfat, halk ağzında): 1. Yanık, yanmış. 2. Güneşte yanmış. 3. İyice olmuş (yemiş). 4. mecaz Acısı olan, elemli. 5. isim Orman yakılarak açılan tarla.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Kolektivizm: Fransızca kolektivizm (collectivisme) sözü toplum bilimi alanında "Üretim araçlarından kişisel sahipliği kaldırıp ortak kullanmayı ve toplum içinde her türlü harekette ortak davranışı savunan öğreti." anlamında kullanılmaktadır. Kurumumuz, bu kavram için ortaklaşacılık karşılığının uygun olduğu görüşündedir.
kolektivist (collectiviste): ortaklaşacı
kolektif (collektif): ortaklaşa

selcencosmoz@gmail.com









41- Geppetto, Pinokyo ve Siyah kurdele

Bugün benim yazı günüm değil ama buradayım. Hepimiz artık buradayız…
Hepimiz artık bir aradayız.
Olmalıyız…


Bölüm 1: Geppetto

Marangoz usta Geppetto, çabuk öfkelenen, anlayışsız bir ihtiyardır ama aslında iyi insandır. Olur ya, yalnızlıktan sıkılır bir gün.
Tahtadan bir oğul oyar kendine, en basit aletlerle. Tahta kukla, bir çocuğa dönüşür. Mutlu mesut yaşarlar ilk başlarda…
Pinokyo, hayat dolu ve saygılı bir çocuktur. Pek de zeki olmamakla birlikte iyi bir öğrencidir.
İlahi bir ses vardır ona doğruyu gösteren: Mavi Peri.
Bu güzel peri ona herhangi bir kötülük yaparsa yeniden tahta bir kuklaya dönüşeceğini söyler, uyarır Pinokyo’yu.
Pinokyo saftır…
Mutluluk Hırsızları tarafından kandırılır.
Zor zamanlar geçirmiş olan ve paçavradan başka giyecekleri kalmayan Kedi ve Tilki ise ormanda yaşarlar, ürkütücü rüzgârların estiği, kırmızı şimşeklerin çaktığı bu ormandan kurtulabilmek için Kedi ve Tilki türlü düzen peşindedirler. Açlıktan ölme ve kavga dışında, ormanın onları sunduğu hiçbir şey yoktur.
Tabii Kedi ve Tilki, Pinokyo’yu hedef alırlar. Mavi Peri Geppetto ustayı uyarır, Pinokyo yanlış yaparsa, yeniden tahta bir kuklaya, daha da kötüsü eşeğe dönüşecektir. Geppetto usta periye endişelenmemesini, Pinokyo’nun tamamen değiştiğini söyler.

Oysa masal burada bitmez…
Cırcır Böceği, Tuna, Yağ Adam, Soytarı, Robot gibi karakterler de eklenir. Pinokyo yanlışlar yapar, Noel Baba’ya iyilik edeyim derken, kılık değiştirmiş kötülerin kucağına düşer, tahta kuklaya dönüşür, eşeğe dönüşür. Dünyayı yılbaşı kutlamalarından, neşeden ve barıştan mahrum eder… Yavaş yavaş neden bu durumda olduğunu anlamaya başlar.
Pinokyo yaptığı hataları çok uzun ve dolambaçlı, acılı yollardan tamir eder. Ve her çocuk masalı gibi bu masal da mutlu biter.


Bölüm 2: Pinokyo

Tayyip Erdoğan, 5 Kasım’da “big brother” Geppetto’yla buluşacaktır. Belki RTE, Pinokyo iplerinden kurtulmak için çabalayacaktır bu kez. Çünkü… üzerinde “mahalle baskısı”…
Bir taraftan da Mutluluk Hırsızları konuşmaya devam ediyorlar. Talabani “PKK elebaşlarının teslim edilmesi, gerçekleşmeyecek bir hayal. Biz hiçbir Kürt’ü Türkiye’ye teslim etmeyiz, hatta bir kediyi bile…” (Masaldaki hangi karakter olduğunu anlayabildiniz mi? )
(Tilki) Barzani ise “PKK terör örgütü değildir” diye sayıklamaya devam ediyor. Hatırlayın, aylar önce yine bitlenmişti Tilki.
“Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Diyarkabakır’a karışırız”.

Rahmetli dimdik gazeteci Şakir Süter, “Kucaktaki Barzani” adlı yazısında (Nisan 2007 tarihli) şöyle yorumlamıştı Tilki’nin durumunu…
“Demek ki, karıştırmak…
Karıştırmak için tüfek-mayın servisi yapmak…
Aralara katil serpiştirmek…
Mitingler düzenletmek…
Mitinglerde orduya, bayrağa ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne küfretmek…
(…)
Sana bu cüreti, o kucağında oturduğu Amerika veriyorsa bir daha düşün.
Hatta, Amerikalı’nın kucağından inip İngiliz’in kucağına otur eskiden olduğu gibi.
Onların kucağında daha başka şeyler görüp başka laflar edebilirsin.
Yarın tekrar bizim kucağımıza oturduğun zaman da…
Ne söyleyeceğini şimdiden hazırla isterse.
Çünkü, bizim kucağımıza oturmana az kaldı!”

Barzani, oturtulmadı hâlâ kucağımıza/kazıklara. Saf Pinokyo, Amerika’yı dostumuz sanıyor, malum kendisinin Geppetto’su ya…
Ustaya saygısızlık yapmamak için ya 2 gün bekleyecek ya 5 Kasım’ı… Aylardır beklediği, beklettiği gibi.
“Dost” dediğimiz posttan ibaret aslında, altındakini görünmez kılıyor demek ki gözümüzde.
Tekrar tanışmakta yarar var. Şakir Süter’in çıkarıp “Amerikalılara selamlarımızla” başlığıyla yayınladığı özel Amerika Birleşik Devletleri Savaş Bilanço’sunu bulup okuyun tekrar. Rahmi Turan da, 15 Ekim’de “Katliamcı Amerika” başlığıyla Hürriyet’teki köşesinde Süter’in bu bilançosuna yer vermişti.
Tozunu silin, hafızanızın, postu kaldırıp bakın yüzüne altındakinin.
Diyarbakır’a karıştılar. Ülkemize karıştılar. Düğün konvoyuna mayın koydular Mutluluk Hırsızları, bölüğün emniyetini sağlamaya çıkan tabura saldırdı. Aylardır durmadılar. Biz durduk!
Dinlemedik, aylardır tezkere isteyen Genelkurmay Başkanımızı beklettik… Milletimizin sözde diğer kurmay başkanını bekledik çünkü.
Oysa Pinokyo tahtadan bir kukla.
Unuttuk…

Oysa Pinokyo’nun arkadaşı Cırcır Böceği, ABD Savunma Bakanı’yla görüşüp, karar verdi, “Sınır ötesi harekâtı düşünüyoruz, bunu ABD’lilerle yapacağız”.
Haydi, saklanın postun altına da, dostun yüzünü görün diyesim geliyor.
Acısını hepimiz çekeceğiz, susuyorum.


Bölüm 3: Siyah kurdele

Öyle garip bir mahalle baskısı ki bu, referandum’da Hayır diyen illerimiz İzmir, Aydın, Muğla, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Tunceli, bu kez yalnız kalmadılar.
İstanbul’un ve diğer “Evet”çi büyük şehirlerimizin de sesi çıkmaya başladı.
Hepimizin bağrı yanıyor çünkü.
Nasıl olup da, 70 milyonluk bir milleti, çok stratejik bir yerleşimi, kocaman yüzölçümü, dünyanın sayılı orduları arasında sayılan bir ordusu olan ülkemiz… Nasıl olup da 3-5 çapulçu, densiz ve cüretkar bir aşiret reisi karşısında tökezledik. Kafamız karıştı, komploları çözmeye uğraşıyoruz hâlâ.
Geppetto Bush, ancak açıklama yayınlayıp, PKK’yı kınıyor. Biz de büyük abimiz bir şey yapmış gibi başlıklar atıyoruz…
Pinokyo’yu dinleyip, terör örgütünü parlamento aldık, yani elbirliğiyle yılanı bağrımıza soktuk. Şimdi kız kulesine kapanıp bekleyemeyiz.

İnternet üzerinden (mail ve haber grupları, feysbuk gibi enstrümanlar sayesinde) toparlanıyor gençler. Hatta Güçlü Türkiye Partisi Başkanı Tuna Bekleviç bir mail atarak “Yetkililer ‘ulusal yas’ ilan edilmesi isteğimizi geri çevirdiler. Siyasi birlikteliğimizi önemsemiyorlar” demiş. Pazar günü kampanya başlattıklarından beri 60 bin kişi toplanmış, şimdi halka da bir araya gelindiğini göstermek gerek diyor.
MSN ve Feysbuk avatarlarına (tanıtım fotoğrafı diyelim) siyah kurdele konmaya başladı.
Mitingler, kavgalar, tartışmalar, yazılar, hararetler… Hareket yavaş yavaş başlıyor, 29 Ekim ve 10 Kasım için hazırlıklar var. Gideceğiz göreceğiz…
Dikkat etmeliyiz ki, bu arada kendi iç savaşımızı kendimiz çıkarmayalım.

İçine çekildiğimiz toprakları ve tuzağı görmek için sadece “şimdi” var, yarın çok geç olacak. Komplo teorilerini, iç yangınlarımızı bir kenara koyup, eskiden bir kulağımızdan girip bir kulağımızdan çıkan tarih derslerini hatırlamalıyız.
Çünkü tarih tekerrürden ibaret.
Çünkü Soğuk Savaş yaşandı.
Çünkü 12 Eylül’ü gördük.
Çünkü kafamızı karıştırmak, bizi aceleye getirmek istiyorlar.
Çünkü 12 Nisan’da söyledi söyleyeceğini Büyükanıt Paşa.
7 ay geçti.
Çok şehit verdik.

Hâlâ da veriyoruz.

Papa 138 Müslüman din adamının barışma çağrısını geri çevirdi, “Herkes Hıristiyan olmalı” dedi.
Bırakalım artık misyonerliği, diğer yanağımızı çevirmeyi.

Bize öğretilenleri hatırlayalım.
Bir de bize unutturulanları…


“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli görevi, milletimizin kurtarıcısı ve devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün silah arkadaşlarıyla beraber ve binlerce şehit vererek kurmuş olduğu bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni demokratik, laik ve üniter yapısıyla sonsuza kadar savunmaktır.
BU SAVUNMA, SÖZÜN YETTİĞİ YERDE SÖZLE, YAZININ GEREKTİĞİ YERDE YAZIYLA, SİLAHIN GEREKTİĞİ YERDE SİLAHLA OLACAKTIR.” (1)



Geppetto, yalnızlıktan sıkılır bir gün, tahtadan bir oğul oyar kendine.
Pinokyo, pek de zeki olmamakla birlikte iyi bir öğrencidir.
İlahi bir ses vardır ona doğruyu gösteren: Mavi Peri.
Bu güzel peri ona herhangi bir kötülük yaparsa yeniden tahta bir kuklaya hatta eşeğe dönüşeceğini söyler, uyarır Pinokyo’yu.
Pinokyo saftır…
Mutluluk Hırsızları tarafından kandırılır.
Kedi ve Tilki ise kırmızı şimşeklerin çaktığı sefil bir ormanda yaşarlar ve oradan kurtulmak için türlü düzen peşindedirler.
Pinokyo’yu kullanırlar.


Bir başka ses daha yankılanır ormanda…

“Laf değil, icraat istiyoruz beyler. Yeni fidanlarımızın kırılmamasını, yeni umutlarımızın söndürülmemesini istiyoruz.
Artık aklınızı başınıza toplayın…
Özgür ve bağımsız bir ülkeyi yönettiğinizi hatırlayın!
Ve bugüne kadar dayak yediğinizde bile tokalaşmak için dostça uzattığınız elinizi, bu kez hiç değilse kendinizi korumak için kaldırın!” (2)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* 70 milyonluk Türkiye nerede?
Yusuf İnan “İçimizdeki yangını dünyaya göstermeliydik. Annelerimiz ağlamaktan daha büyük işler yapmalıydı. Benim oğlum üzerinde USA yazan silahlarla şehit edildi. Sen hâlâ dost ve müttefikimiz misin demeliydi?
www.SehitlerOlmez.Com-Net siteleri dünya liderlerine şehitlerin fotoğraflarını göndermek için kampanya başlattı. Hedef beş milyon şehit fotoğrafının dünya liderlerine, dünya medyasına gönderilmesiydi. 70 milyonluk Türkiye’de 651 bin şehit fotoğrafı gönderildi. (…) Neden 70 milyonun sesi, internet otoyolundan dünya halkalarına ulaşmadı?
Sitede her liderin özel mail adresi, dünya haber ajanslarının mail adresleri var. O mail adresleri şehit fotoğraflarıyla dolup taşsaydı; yanan yüreğimizi ve sesimizi daha iyi duyacaklardı.” demiş…
Okumamışsınızdır, bir köşede kalmıştır diye, bunu da paylaşayım istedim.

http://www.yusufinan.com.tr/index.php?pg=makale&id=77







İzler
1- Yazarın 06 Ekim 2006 tarihli “Büyükanıt teşekkürler, Karahanoğlu teessüfler!” yazısından alıntı.
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=67O67O68O
2- Mustafa Mutlu, Vatan gazetesi, 22 Ekim tarihli “Savaşta demokrasi derdine düşerseniz, sonuç bu olur!” başlıklı yazısından alıntı.

40- Yamalı bohça

Biliyorum araya zaman giriyor, sonra siz mailler gönderiyorsunuz, sonra ben cevap yetiştiremiyorum size. Unutuyorum, vakit olmuyor, geç kalıyorum. Yine de anlayış gösteriyorsunuz.
Düzeni bozdum biliyorum, anlaşmamızın dilsiz kurallarını ihlal ettim.
Sevgili Ahmet Demir “Yazılarınızı okumak benim için gerçekten önemli bir hale geldi, düşüncelerimde adlandıramadığım bazı şeyleri yazılarınızda bulabiliyorum. (…) Ülkemizde yaşayan, sessiz ve olanların farkında olamayan çoğunluğa inat yazılarınızda köşe başlarını tutmuş büyüüüüük ustaların (kimilerine göre) yazmaya çekindikleri noktalara değindiğiniz için bir kere daha teşekkür etmek istiyorum” diyor.
Sevgili Mustafa Ulusoy, (yazılarıma yer veren bir başka site olan odaksevgi.biz’in sahibi) “Yazını büyük bir dikkat ve ilgiyle okudum. Ne güzel ve hoş yazmışsın. Hele bir de üslup ve içerik olarak benzeşmemiz de ayrıca sevindiriyor beni. Teşekkür ediyorum bir okuyucun olarak…”
Sevgili Derya Seryaç “Hiç ummadığım bir anda, karşıma çıktınız, karanlığımın içindeki cevapları buldum” diyor.
Sevgili Bahtiyar Kılıç “Kurşununuz boşaldı mı, malum bir tabancaydınız..:))
Bu arada sizin vegan olduğunuzu düşünmüyorum, bence savunma mekanizması bu... Kendinize haksızlık etmeyin. SEVGİLER, "SEVGİLİ SELCEN" (BÜTÜN S’LER BÜYÜK)”.
Sevgili Aydın Bey, Aktüel döneminde yazdığım, kenarda köşede kalmış sinema yazılarına denk gelmiş eski dergileri karıştırırken, üşenmemiş yazmış, haber vermiş, teşekkür etmiş…
Ne hoş…
Sevgili Serra Yılmaz, “Maillerimize cevap da yazmıyorsunuz, yazı da” diye sürekli atmış da atmış mail. İşte cevap Sevgili Serra…
Adını anmadıklarım, unuttuklarım, diğer maillerin arasında gözden kaybettiklerim de alınmasın, zamanla onlara da yer vereceğim.

“Tanınmış sima”
Bayram öncesi Sevgili dostum Krik-Krak’i Kazakistan’a yolcu etmek için havaalanındaydım. Upuzun kontrol sırasında beklerken, polislerden biri beni çağırdı. “Siz burada çalışıyorsunuz, değil mi? Arkadaşlar uyardı, ben fark etmemiştim. Lütfen sıra beklemeyin, buradan geçin” dedi. “Yok, ben burada çalışmıyorum” deyince, mesleğimi sordu. Cevap verip, nezaketine teşekkür edip, milletin meraklı bakışları içinde eski sıramı geri almaya çalıştım, olmadı. Yeniden sıraya girdim. O polis memuru arkadaş diğer arkadaşlarına döndü: “Burada çalışmıyormuş. Gazeteciymiş. Tanınmış sima” dedi. Kulağıma çalınan bu sözler, beni öyle gülümsetti ki.
Yine de beni tekrar çağırıp sıranın yanından kontrolden geçirdiler. İçeri gittiğimde Sevgili Krik-Krak’la durumu paylaştım. Ve onun sayesinde Ahmet Yesevi Üniversite’sinin yeni öğrencileriyle tanıştım. Bundan yıllar önce, ben daha gençken :) Aktüel dergisinde heyecanla haberler hazırlarken, Ahmet Yesevi’de ders verme teklifi almıştım. Düşünmüş taşınmış, sonra o kadar uzaklara gitmenin zorlukları ve en önemlisi de beni Aktüel’de isteyen rahmetli Ercan Arıklı’yı yarı yolda bırakmaktan (ve annemi) üzülüp, sevdiğim başka 2 insanı yarı yolda bırakıp vazgeçmiştim. (Yani 2’ye 2’ydi, zor karardı.)
İlginçtir bu seneki öğrencilere bakarken, bunlar benim öğrencilerim olabilirdi diye düşündüm bir yandan. Bir yandan da onlarla sohbet edip tanımaya çalıştım. Ne ilginçtir ki, gazeteciliği kazananları değil, çevre mühendisliği okumaya gidenleri daha bir uygun buldum “bizim” mesleğe. Sebepler çeşitli ve detaylandırmak gereksiz… :)
Velhasıl Ramazan nuru girdi araya, yine hastalıklar girdi, derken bayram. Sonra Bienal. Şimdi Filmekimi. Yeni mekânlar… Aslında paylaşacak çok şey var, henüz yeterince demlenmediler.
Bir sürü bizi ağır yaralı bırakan olay var, şehitlerimiz, buruk bayramımız, tezkere, ermeni yasa tasarısı, referandum… Basılı basında (hemen telif hakkımı bildiriyorum, kelimeme dokunmayın!) sürekli okuyorsunuz bu konuları. O yüzden biz, bugün hafif konuları söyleşeceğiz, dilimden döküldüğü gibi, elime geldiği gibi akıttım klavyeye. Maksat arayı açmayalım…
Kısa zamanda görüşeceğiz, ya bu Cuma’ya, ya haftaya. Siz elinizi üzerimden çekmeyin.
Bir sürü şey yazıyorum sessizlikte. Çoğunu göndermiyorum, çoğunu yayınlamıyorum, çoğu zaman aşımına uğruyor. Bazıları bir başlıkla, bir alt paragrafla bekliyor, kendi hikâyesinin tamamlanmasını. Siz de bekliyorsunuz. Belki beni, belki hayatınızdaki aksayanların cevaplarını bir başkasının satırlarında bulmayı. Belki kendinizi. Belki bir şeylerin olmasını, hayatın mucizevi bir değnek değmiş gibi bir anda değişmesini.
Yok, durmayın siz. Bir yerden yakalayın kayıp gidenleri, kaçıp gidenleri, size uğramadan sıvışanları.
Haydi…


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Tallarmenaintale Grubu
Aylar önce Dişi Mevzular II adlı hoşsohbet ve zihin rahatlatıcı yazılarımın :) (geyik demenin nazik yolu bu) birinde, haftanın blogu seçmiştim onları.
Şu kelimelerle tanıtmıştım size…
“Sözde Ermeni soykırımı hakkında temel bilgi sağlayan bir blog. Ayrıca, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Türkçe, Fransızca, Almanca ve İngilizce olarak hazırlanan “Ermeni Sorunu – İddialar ve Gerçekler” cd’sinin içeriği indirebiliyorsunuz.
http://realgenocide.blogcu.com/1661188/
Google arama motorundan denk gelmiş ve görmüşler benim koskoca, upuzun yazımın içindeki küçük bir köşedeki kısacık bir yazıyı. Teşekkür etmişler, g@zeteci.tv’yi hem okumuşlar ince ince, hem yer vermişler sayfalarında.
Onlar onurlandıklarını söylemişler yer bulmaktan, bize de tekrar teşekkür etmek düşüyor, vakit ayırdıkları için, omuz verdikleri için, takdir edecek kadar geniş gönüllü oldukları için.
(Bu arada, bu haftanın blogu kendiminkini seçiyorum, şimdiden üzgünüm :) )

* Osman Tan ve Ebru Gündeş
Üzüldüm… Çok üzüldüm. Sevdiğim bir arkadaşımdır Osman Tan. Eskiye dayalı bir tanışıklığımız ve arkadaşlığımız vardır. Benzer eğitimlerimiz, yakın zevklerimiz.
Bu yeni aşkını (!), bu medyatik kültürün dişlilerine takılıp / çakılıp kaldığını okuduğum zaman çok üzüldüm. Benim gibi Francophone olan, bir Londra sevdalısı olan, sanattan, müzikten, fotoğraftan, sergiden, ustaya saygıdan, iyi işe hürmetten anlayan Osman Tan’ın, Ebru ablayla Londra’da müzikal seyretmeye gittiğini okuyunca da çok güldüm. Herhalde bütün müzikal boyunca (şarkıları haydi hariç tutalım) sürekli simültane çeviri yaptı durdu.
Bugünkü Vatan gazetesi nişanlanacaklarını yazmış. Arayıp tebrik edemedim, neşemi saklayamam diye.
Malum Sevgili arkadaşım ömür boyu, hayatı simültane çevirmek için bir anlaşma yapmak üzere…
“My dear beloved wife Ebru, this is a book. About Ernest Hemingway who won the Nobel prize in 1954” (1)
“Ma chérie Ebru, je sais que tu n’as pas lu L’étranger mais Albert Camus a gagné le Nobel en 1957 mais disons son maitre, son éclat Jean-Paul Sartre, père de l’existantialisme, a refusé son Nobel en 1964”. (2)
:)
“Hayatım, bu Ara Güler, benim özel ilgi duyduğum ustalardan biri. Aaaa, söylemeyi unuttum… Kendisi fotoğraf çekiyor.
Bak bu bir İsmet Doğan aynası. Son dönem Türk resim sanatının karışık teknikli ressamı.
Yok yok, Nacar saat markası, sosyetenin gözdesi olan abimiz İsmail Acar…
Aaaa, bak bak, bu shandy. Bir nevi kokteyl. Genelde alkolle soda karıştırılarak yapılıyor.
Hııımmm.. mutlaka tatmalısın, bu “Aubergine dans le lit de Salmon”, yani somon yatağında patlıcan. Aç bakayım…. Hah, al bir kaşık.
İlgini çekti mi bu eser? Hâlâ kimliği hakkında muammalar olan Mehmet Karakalem’in…
Neden bu kadar hainsiz demeyin. Ankara grubumuzdaki Sevgili Yalçın’a söylediğim gibi, “90 yaşında kadar hep tavşan modunda mı kalmayı planlıyordunuz yoksa?” :D

Ve bu aşkın hikâyesi, medyatik dişlilerde çiğnenmeden önce, en eski hikâyelerle başlar…
Mr and Mrs Robinson went to the seaside ve Mireille et Pierre sont les personnages de la leçon audio-visuelle. (3)


1- Sevgili karım Ebru, bu bir kitap. 1954’te Nobel kazanan Ernest Hemingway hakkında.
2- Sevgilim Ebru, biliyorum ki Yabancı’yı okumadın ama Albert Camus, 1957 yılında Nobel kazandı, ama onun patronu diyelim, ışığı, varoluşçuluğun babasu Jean-Paul Sartre, 1964’teki Nobel’ini reddetti.
3- İngilizce ve Fransızce dil eğitimde önemli karakterler bunlar… “Bay ve Bayan Robinson deniz kenarına gittiler.”, “Mireille ve Pierre görsel-işitsel dersinin karakterleridir”.

* Bayan demek alt kültür
Sabahları televizyon kanalları arasında zıplaya zıplaya dolaşırken, magazinci İdil Çeliker’in sunduğu bir programa rastladım. Adını bilmiyorum ama bir fikrim olsun diye seyrettiğim 5 dakika içinde şöyle bir diyalog geçti. İdil hanımın karşısında, adını sanını bilmediğim meşhuuuuur bir kişi şöyle diyor İdil hanıma: “Siz bir baaaa-yan olarak filan şeyi yapmaz mıydınız?”.
İdil hanım da cevap veriyor: “Lütfen bana bayan demeyin, çok alt kültür. Kadın deyin.”
Meşhuuuur baaaa-yan ise “ben kadın diyemem, ayıp. Benim terbiyeme göre bayan demek uygun” diyor.
Ne anladık bu sohbetten? :)
Baaaa-yan lafı alt kültür, kadın demek terbiyesiz bir durum…

Bir başka program.
İnci Doğan diye bir kadın var misafir, Ozan Orhon telefon açıyor yayına. İnci hanım ise onunla sohbet ederken şöyle diyor: “Bir cümle kurmak istiyorum, bana bunları yapanların arasında menajerim de var.”
Kadının hikâyesini boş verelim şimdi, şuraya takılalım: “Bir cümle kurmak istiyorum”.
İlkokul eğitimi yaş ve sınır tanımıyor. Cümle âlem, dilbilgisini canlı yayında test ediyor.

* Tayfun Duygulu ve Esra Ceyhan
Ahhh, ne kadar çok vasat zihin var çevrede. Dayanamadım söyleyiverdim işte. Aziz Nesin haklı, çoğumuz (!) biliyoruz bunu.
Esra Ceyhan’ın akli performansı da, seyircisi de farklı değil. Ön yargıları açık ediyor zihinsel faaliyet seviyelerini.
“Daha önce dünyaya geldiğini iddia ediyor musun?” diye ısrarla soruyor Esra Ceyhan, “biz anlamadık” diyor. Kendisi anlamamış belli, seyircisi de anlamamış.
Tayfun Duygulu’yu, Kayahan’ın damadıyken pek de sevimli bulmamama rağmen, (önyargısız bir biçimde) söylediklerini dikkatle dinledim. Akıllı, kendini iyi ifade ediyor, sakin konuşuyor, sabırlı. Belli ki araştırıyor, merak duyuyor doğa üstü olaylara, parapsikolojiye, dini araştırmalar yapıyor.
Fakat Esra ablam ısrarla anlayamıyor, sözde seyircinin içindeki eksik anlamalara karşı önlem almak için böyle davranıyor ama akıllı seyirci biliyor.
Hani bazen, bazı insanlarla olan ilişkinizi bir şablona oturtursunuz ve o kişinin yaptığı, söylediği her şeyi o şablona yorumlarsınız ya…
Ben Esra Ceyhan şablonunu yıllar önce bir onunla yaptığım bir kapak röportajı sırasında kesinleştirmiştim. Ondan öncesi, hakkında duyduğum bir ton medya dedikodusu vardı ve en komiği ailemin işiyle Ceyhan’ın eşinin kesişmesiydi… Hatta benim Sevgili Amirim sormuştu bana “Kim bu Esra Ceyhan? Bugün onu eşi olduğunu söyleyen biri aradı. Elimizdeki filanca yeri almak istiyor. Sürekli karısının ne kadar tanınmış ve ünlü olduğundan bahsetti durdu. Ben de tanımıyorum dedim” demişti. Ben de “Boşver onu ama satmayalım” demiştim. Ve satmamıştık tabii ki. Amirim aile amiri, ben gizli amir. :)
Neyse yıllar önce ben yine şimdiki gibi kilo alıp 38 olmuşken, sevgili :) Esra Ceyhan’la yapacağım kapak röportajının çekimi için aramıştım kendisini. Önceden bana ölçülerini vermesi gerekliydi ki, moda editörüne onun için kılık kıyafet aldırabileyim. Elleriyle yazdı verdi, gözümün önünde gitmedi hiç. 36 beden diye… Tabii benim kilo almış 38 bedenimden daha fazla durduğundan 40-42 aldırdım kıyafetleri. Yanılmamışım da…
O elyazısı notu ise aylarca masamın üzerinde tuttum, her baktığımda gülümsemek için.
Koskoca bir günü ise fotoğraf çekiminin arasında sıkıştırdığımız, sivri röportaj sırasında içimden gülümseyerek geçirdim. Sonuçta çıkan kapak fotoğrafları beni ziyadesiyle güldürdü.
Hiç gitmez gözümün önünden.
Denk gelirseniz, yeşil eşofmanlı ve peruklu Esra Ceyhan’ı yâd etmek için açın bakın eski arşivleri…
İşte benim Esra Ceyhan şablonum o günden sonra nihai şekline kavuştu.


* Haftanın Blogu
Şimdilik sadece g@zeteci.tv’deki yazılarımı tutan, arşiv görevi gören bir blog… Malum g@zeteci.tv sadece son 10 yazıyı tutuyor. İlerleyen zamanlarda, yıllara yayılan diğer arşiv de taranıp, ayıklanıp eklenecek. Sonra koskocaman olup büyüyünce blog, belki bir internet sitesine dönüşecek. O arada da bu blog tam anlamıyla bir blog özelliği kazanacak.
Haydi bir göz atın…

http://ayseselcen.blogspot.com/


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Tarih yanılgısı (isim): Tarihlendirmede yanılgı içinde bulunma, anakronizm.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Gag: İngilizce gag sözü "Skeç, revü, eğlence gösterisi vb.ne eklenen beklenmedik gülünç sözler veya durumlar." anlamıyla sinema ve tiyatroda kullanılmaktadır. Bu söz için dilimizdeki gülüt sözü uygun bir karşılıktır.


selcencosmoz@gmail.com