22 Eylül 2007 Cumartesi

26- Dişi mevzular


Terk eden birinin gidişini izlemekten daha üzücü çok az şey vardır.
Onun gidişini izlemek… Senin kalışını… Aradaki mesafenin kocaman bir boşluğa ve sessizliğe dönüşmesini izlemek…

Bazen kendini “yarın güneş doğacak ve her şey yeniden başlayacak” diye huzursuz bir kıpırtıyla yatağa attığında bile, uyku arasında/uyurken gözyaşı dökmek… Camları sonuna kadar açmak, sanki daha iyi nefes alacakmışsın gibi… Boğazına oturan düğümden, kalbine yerleşen ziftten daha kolay kurtulmanı sağlayacakmış gibi. Kendini dağıtmak, parçalara bölmek, etrafa savurmak, insanlara savurmak. Birisi daha üstün/güçlü/etkili çıkacak, içindeki kabuklarını yolmadan üzerlerine merhem sürecek diye…
Sanki iki gerçek var… İlkinde hâlâ âşıksınız (sen/o/ikiniz birden) ve her şey mükemmel. İkincisinde ise, Alaaddin’in cini puf diye kayboluyor, ardından duyduğun kelimeler aynı: “işime gelmedi”, “yanlış alarm”, “meraktı geçti gitti”…

Oysa unutmamak gerek… Erkekler beyaz atla dolaşırken kaba etleri acıyor.
Tamam işte, çıktı içimden diyorum.
Erkekler beyaz atla dolaşırken kaba etleri acıyor!
Bu sözleri duyan bir erkek (meda) “Nasıl yani? Diğer atlarda acımıyor mu?” diyor. (Çünkü bazı arkadaşlar benim yazı gecemde oturup bekliyorlar, sohbetleriyle arada eşlik ediyorlar, sabahın kuşlarına kadar sussak da buradayız diye işaretler gönderiyorlar.)
Nasıl yani? Diğer atlarda acımıyor mu?
Acımıyor tabii ki.
Kaldıramıyorlar beyaz atlı prens olmayı, onları eş seçmenizi değil de, onlara hayallerinizi yüklemenizi… Önce kaba etleri acıyor, sonra kas kalpleri…
Onları kahraman yapmamak gerek. Onları… Erkekleri… Onlar bir kadının hayatında sadece küçük rolleri oynayabiliyorlar. Kavalye, partner, şoför, masör… (hizmet kollarını çeşitlendirebiliriz, talebe bağlı :) ) İş bütün rolleri kapsayan başrole geldiğinde ise ezberlerini unutuyorlar, kostümleri yetmiyor, mesaileri eksik kalıyor, provalara gelmiyorlar…

Terk ettikleri kadın, ne sebeple olursa olsun, onlarda kaldığı müddetçe ilgilerini çekmiyor. Gitse bile kaldığı müddetçe kadın, adamlar kalmıyor, yeni otlaklara doğru yol alıyor.
Terk ettikleri kadın, günü gelip de onlardan sonsuza kadar vazgeçtiğinde ise, yeniden alevleniyor ilgileri… “Yemekler yemek istiyorlar”, yeniden “özlüyorlar”, “seni arayabilir miyim?” diyorlar… Kıpırdanıyorlar…

“Sadıktım, zavallıydım. Sadık olduğum için değil, boyun eğdiğim için zavallıydım, o kalıbın içine tıkılıp kaldığım için” diyor Finans Müdürü Hanım. İşte bu yazıya sebep konuşmaların, yazışmaların ateşleyicisi.
Birlikte geçirdiğimiz ardı ardına günler boyunca, bu konulara hiç değmeden, eğlendik, söylendik, işe gittik, çalıştık, güldük, dans ettik, Djarum’larla, Turasan’larla boğulduk, komün bir hayata saldık kendimizi. Asgari saatlere mahkûm uykularla, dostlarla, İstanbul’dan, Ankara’dan çalınmış, kendi sınırlarımızın, sınırlamalarımızın dışında günlerle anmalıklar topladık. En güzel doğum günleri dedik… İstedik oldu, istedik verildi, istedik yaptık. Sıradan mucizeleri gördük, sıradanlığın mucizelerini.
Bir yazı çıktı hepsinden. Konuşulmayan dişi mevzular, konuşulmadan çıktı ortaya. Satır aralarına da ben sızdım. Bendekiler sızdı. Hikâyenin ruhu onundur (yani nam-ı diğer krik-krak’ın), dumanı benim…
Tütsüleniniz…

“Gerçekten…”
Sancılı, gölgeli bir ilişkiden zaferle çıkmış, zaferi kalana, kalırken çirkinleşene, başkasını korkutmaya çalışırken “kendi kişiliğini iğrençleştirene”, korkudan ürperene bırakarak, derin bir nefesle hayata dalmış. “Şimdi bana biçilen ‘acı çekmiyorum, bekârlık sultanlıktır’ rolü” diyor Finans Müdürü Hanım (baş harfler büyük :) )…
Sultanlık kendi iç ülkene genişlemektir oysa, tüm “zafer”leri geride bırakarak, kendi labirentlerinde kaybolup, geride kalanlardan sonra yeni bir sen yoğurmaktır hayat… devam etmektir…
Oynamak yoruyor hepimizi. “Gerçekten mutlu musun?” diye sordu, “Bak, gerçekten’in altını çiziyorum” demeyi de ihmal etmeyerek.
“Gerçekten mutsuz değilim” dedim. Gerçekten’in altını çizmeyi ihmal etmeyerek.
“Kaçma” dedi. Kaçma…
Ben kendi içime kaçtım, tırtılım, kelebek olacağım, sonsuz ömürlü bir kelebek, sen merak etme demek istedim ona. Diyemedim.
“Geleceğe kafa tut, her sabah güneş güne soyunurken” demek…
Bana söylenenleri söylemek istedim ona…
“Böyle bir mucizenin başına ikinci kez gelmeyeceğini düşünüyorsun ama gelecek. Güzelsin. Çok… Ve gerçeksin. O senin asla son aşkın olmayacak. Bundan emin olabilirsin.”
“Sen kandırılmazsın, kaybedilirsin” (1)
“Sen ağlayacak kadın değilsin, sen uğrunda ağlanacak kadınsın”
“Kaldır başını dimdik, olduğun gibi gerçek görün”

Ve söylemek istedim, sen âşık değilsin diye. Değildin diye. Ben aşkı her yerde, her kılıkta tanırım demek istedim. Sen sadece sevdin, tutundun, senin kadar güçlü olmasını umut ettin, sen layık gördün yanına… Demek istedim. Demedim. Sözler bazen çıplak kalıyor, bazen kırıcı, bazen yetersiz.
Biliyorum hepimiz ayağa kalkacağız. Hepimiz, her birimiz.
Uzanamayacağımız yerlere bile dokunacağız, güç de sabır gibi parmak ucunda yaklaşıyor, alışıyor bünyemize.
Tek başına değerini biçemiyorsan, çoğalınca değerin göze görünmüyor, kalabalıkta/çoklukta/ikilikte kaynıyor gidiyor.
Hadi yaaaa!
Kalkın ayağa hepiniz.
Susmuyor sesler, kesilmiyor sorular.
Böyle olacak, alışacağız, özlemeye sevmeye, vazgeçmeye yine de sevmeye, zehirlenmeye yine de nefes almaya, kanamaya yine de ilerlemeye, sırtımızda bin bıçakla gülümseyerek erdemli olmaya, alışacağız başka başka şeylere, her seferinde saf ve gerçek olarak yeniden başlamaya alışacağız. Belki bir gün özlemeyeceğiz, kanamayacak, acımayacağız, kalınlaşacak kabuğumuz. İşte o gün korkma vaktidir. “İşte o gün bittiğimiz andır”!
O yüzden alışacağız bize verilenlerle, sunulanlarla, dualarımızdan gerçekleşenlerle yaşamaya…
Her birinin ardında hayrını, şerrini görmeye, bir diğerimizin sırtını sıvazlayıp yola devam etmeye… Alışacağız.
Alışacağız…


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK
* Aydınlar Ocağı-“2007 başlarında Türkiye”
Aydınlar Ocağı 24 Şubat Cumartesi günü, “2007 başlarında Türkiye” adlı bir toplantı daha düzenliyor. Saat 14.00, mekân Eminönü Halk Eğitim Merkezi Salonu (Bab-ı ali cd. Nu: 37 Cağaloğlu meydanı).
Oturum Başkanı ve değerlendirme M. Esat Güçhan (Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu Üyesi), konuşmacılar ise Prof. Dr. Ömer Aksu (İ.Ü. İktisat Fak. Öğretim Üyesi ve Aydınlar Ocağı üyesi), Prof. Dr. Ahmet Gökçen (İ.Ü. İktisat Fak. Öğretim Üyesi ve Aydınlar Ocağı İstişare Kurulu üyesi) ve Aytunç Altındal (Fikir adamı ve yazar)…
Toplantı için, Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın davet yazısı şöyle:
“2000’li yıllar Türkiye için yol ayrımı özelliği taşımaktadır. Sosyal yapımız mümkün olduğu kadar ufalanmak istenmekte, Anadolu’da Türk kültürünü ve Türk’ü yok farz eden karışmışlık iddiaları ileri sürülmektedir.
Milli mensubiyet yerine etnik aidiyet öne çıkarılmaktadır. İnsanlarımız birbirine “öteki”leştirilmektedir. Böylece içeride güçsüz, dışarıda tesirsizleştirilmiş Türkiye hedefleniyor. Kamu kurumları birbirine rakip konuma itiliyor. Aile yapımız, manevi değerlerimiz tahrip ediliyor, gençlerimiz uyuşturucu ve seks tuzağına çekiliyor.
AB ve ABD-Türkiye ilişkileri yeniden ele alınmak ve köklü değişikliklere gidilmek durumundadır. Kıbrıs, Irak ve barut fıçısına dönen Ortadoğu’da kararsız toplum görünümü bize yakışmamaktadır.
İktisadi durumumuz çizilen yatıştırıcı pembe tablolara rağmen hiç de iç acıcı değildir. Irak’tan sonra teslimiyetçi yeni petrol kanunu ile petrollerimize de el konulmuştur. Ancak Türkiye TCK’nın 301. maddesini tartışmaktadır.
Sorunlarımızı tespit kadar çözümler getirmek de önemlidir.”
Sözün özü, bu hassasiyetlere sahip herkes davetlidir. Ben orada olacağımdır, görüşmek üzere…

* Sırrım
Popülerliğimin tepelerindeyim yine. (Dikkat yine!) Arada Olimpos’tan inip serüven olsun diye halka karışıp umumi taşıtları kullandığımda beni tanıyanlar mı dersiniz, katıldığım toplantılarda saygıdeğer kişilerin (hatta amirimin yanında :) ) “Yazılarınızı takip ediyoruz” demeleri mi, yaşadığım, gezdiğim, nefeslendiğim semtlerde tanıştığım esnafın, güvenliğin, ahbabın samimiyetle gözlerimin içine bakıp “Ah, ne kadar şanslı sizin eşiniz/sizin yanınızdaki” diye sırtımı sıvazlamalarını mı (benim tepkimi boş verelim tabii :) ), kişisel (kariyeri bir kenara koyalım) hayran kitlemin ilgisini eksik etmeyip her kaprisimi, şımarıklığımı yerine getirmesini mi, bir önceki gece yarısında başlayan doğum günü şenliklerim mi (bir ay boyunca sürecek tabii ki, farklı organizasyonlarda ve farklı şehirlerde), yüze yakın mesaj ve harika telefon tebrikleri mi doğum günüm için (tam sayısını söylemeyeyim kıskanmayın :) ), şimdi aklıma gelmeyen daha neler neler. En güzellerinden biri de, ailemle gittiğim kısa bir seyahatte, kontrolü yapan kadın polis memurunun yüzünde mutlu eden bir gülümsemeyle “Aaa, ben sizi tanıyorum, gazetecisiniz”, sonra biraz mahcup olarak “adınızı çıkaramadım ama” demesiydi…
Her şey umursadıklarımızın, sevdiklerimizin bizimle gurur duyması için değil mi zaten?
En başta da kendi kendimizle gurur duymamız için değil mi her şey?
Siz sevdikçe, saygı gösterip değer verdikçe, şükrettikçe daha fazlası veriliyor. Sakin kalıp, değer bildikçe, size yanlış yapana bile iyilikler diledikçe daha fazlası veriliyor. Kıskanmayın diye size sırrımı açık ediyorum işte.
Ben kendimden vazgeçmedim hiç.
Siz de pes etmeyin ve vazgeçmeyin kendinizden…
Değişim, parmak ucunda geliyor. Sabredin…
Vaz-geç-me-yin!

* Küresel ısınmaya karşı eylem çağrısı…
Plana göre yerel saatlerin farklılığı gözetilmeden, bütün dünyada 1 Mart Perşembe günü saat 19.55-20.00 arası tüm enerji kaynakları kesilecek. Evde ya da işteyseniz şalterleriniz inecek! Arabadaysanız yol kenarına çekeceksiniz.
Amaç, tüm dünyada uygulanacak olan bu 5 dakikalık kesintiyle oluşacak enerji tasarrufuyla, karar veren, yönetenlerin dikkatini çekmek! Eyleme davetlisiniz…

* Elektrikler kesikti hocam!
Belli olduğu üzere, Ortaya Ortadan Karışık bölümüme fazla çalışamadım. Hocam elektrikler kesikti, babam ödevimi yapmadı reddetti, silgim bitti, kalemim kırıldı. Canım istemedi. Çalışamadım işte. Gelmeyin üzerime…

* Haftanın Blogu
Türk Evrimci iş başında! Evrim karşıtlarına, yobazlara, bilim düşmanlarına, bilimi içine sindiremeyenlere, dini bilimin içine sokmak isteyenlere hak ettikleri cevabı vermeye gelen Türk Evrimci’nin blogu… Blogun adı “Evrim Karşıtı Yaratılışçı İddialara Cevaplar”…
http://www.cevaplar.blogspot.com/

İMZA: Bİ DOST

“Yüksel ki, yerin bu yer değildir!”*

Diyarbakır’da bir DTP’li "Kerkük’e yapılan bir saldırı, Diyarbakır’a yapılmış sayılır" dedi. Bugün lafı çevirme açıklamaları vardı, sözü söyleyenin.

Kıbrıs’ta bir şehidin adını taşıyan okula, Rum kesiminde basılmış ve KKTC topraklarını "işgal altındaki topraklarımız" diye gösteren bir harita asılmış. Bir başka şehidin adı da, ki bir kadın şehit, pavyonların olduğu bir sokağa verilmiş. (art tv –KKTC’den yayın yapıyor.)

Fransa’daki bir Ermeni Enstitüsü’nün bir yetkilisi, "Soykırım konusunda tarihçilerin söyleyeceği bir şey yok, o kanıtlandı. Şimdi politikacılar konuşmalı" dedi. (Business Channel - adına bakmayın, Türk kanalı oluyor kendileri.)

Çeşitli illerden gelip, AKP’nin grup toplantısına katılan gençler Başbakan’a tezahürat yapıp, kendisiyle gurur duyduklarını haykırdılar. Meclis dışında, kameralara "Biz maça da böyle gideriz" dediler.

Türkiye’de "Milliyetçiliğin tehlikeli yükselişine(!?)" dikkat çekenlerin dikkatini çeker mi bunlar?

* Namık Kemal

TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Kol Değirmeni (isim, halk ağzında): Bulgur, yarma vb. tahılların öğütülmesinde kullanılan, kol gücü ile çalışan taş değirmen.

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Emprovizasyon: Fransızca emprovizasyon (improvisation) sözü, "Şiir veya müzikte hazırlanıp düşünmeden, birdenbire, içe doğduğu gibi söyleme veya çalma" anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime için dilimizde zaten doğaçlama karşılığı vardır ve kullanılmaktadır. Kurumumuz emprovizasyon sözüne karşılık ayrıca doğmaca karşılığının da kullanılabileceği görüşündedir.

İzler
1- Bir yazıya ilham ve manşet J olan söz.
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=68O69O69O
23 Şubat 2007

Hiç yorum yok: