23 Eylül 2007 Pazar

32- Öküzün gamsızı kasap bıçağını yalarmış

Cirimlerine bakmaksızın, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının emperyalistlere karşı kutsal bir zafer sonucu kurduğu son bağımsız Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetini ele geçirme hayali içinde, gece uykuya yattıklarında yorganları açığa düşüp vücutlarının bir bölümü açıkta kalmış sac ayağının “sayın” zevatını tek tek düşünüyorum.

Onları yani Amerikan BOP’unun eş başkanı olmakla iftihar eden RTE, Türkiye Cumhuriyetine karşı Yunan devletinin Ege tezini savunan, kendini Yunanistan Meclis Başkanı sanan Bülent Arınç ve bakanlığı döneminde Türklüğün bütün kutsal davalarını, Kıbrıs’ı, Kerkük’ü Türklük düşmanlarına peşkeş çekme konusundaki gayretlerde ön alan ve bu başarısının Çankaya’ya gönderilerek taçlandırılacağını zanneden Abdullah Gül’ü düşündükçe de aklıma bu atasözü geliyor:

“Öküzün gamsızı kasap bıçağını yalarmış.”

Ayrıca da bilmem bilir misiniz, kaçakçılık faaliyetiyle uğraşanlar mayınlı bölgeye girerken önce eşekleri salar, bölgenin temiz olup olmadığını kontrol ederler. Sonra da eşeklere bir şey olmazsa kendileri bölgeye girip faaliyetlerini sürdürürler. Bu görevi üstlenen eşeklere de menzil eşeği denir.

Bilmem anlatabildim mi?


İMZA: Bİ DOST

Köy Enstitüleri

17 Nisan 1940, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yağıyla kavrulup, ayakta durduğu yıllarda başlattığı eğitim atağının miladı olan tarih. Askerliğini yaparken okuma-yazmayı çabuk söken, sonra da devrelerine yardımcı olan askerlerden seçilenlerle, köylerde başlatılan eğitim atağı, bu tarihte değişik köylerden gelen çocukların birlikte eğitim göreceği kurumlara, Köy Enstitülerine dönüşmüştü.
Kız ve erkek öğrencilerin taş üstüne taş koyarak, kendi yaptıkları okullarda öğretmen olarak yetiştirildiler. Genç Cumhuriyet, kıt olanaklarıyla bu öğrencileri akademik bilginin yanında, kültürel olarak yetiştirdi. Her biri, plastik sanatlarda temel bilgileri uygulamalı olarak aldığı gibi, her bir öğrenciye bir müzik aletini çalmasını da öğretiyordu. Bunun yanında, her mezun, bir zanaat de öğrenmiş oluyordu. 1940–46 arasında kuruluş ilkelerine uygun olarak eğitim veren Köy Enstitüleri, savaş döneminin arttırdığı toplumsal huzursuzluğun da etkisiyle, kuruluş ilkelerinden uzaklaştırıldı. 1950 sonrası müfredatında yapılan oynamalarla da düz öğretmen yetiştirir oldu.
İlginç olan, bugün bile Köy Enstitülerine karşı olanların bulunmasıdır. Bu kesime göre, "Köy Enstitüleri, köylüyü köyde tutma projesiydi, kaldırılmaları hayırlı oldu". Ne acıdır ki, rahmetli Attila İlhan da bu görüşteydi. Kemal Tahir, "Bozkırdaki Çekirdek" diye bir roman bile yazdı, kötülemek için. Neyse ki Demokrat Parti, genç Cumhuriyet’in, bir yandan Osmanlı borçlarını öderken, biriktirdiği dövizi tarımda makinalaşmak için kullandı. Tarım kesiminde işsiz kalan kitleler ise, "taşı toprağı altındır" düsturu gereğince, köyden indi şehre, köyde kimse kalmadı böylece.
Sütun sahibem Ayşe Selcen gibi, soru sorarak bitireyim ben de. 46’da kuruluş amacından uzaklaşmaya başlayan, 50’den sonra tümüyle uzaklaşan Köy Enstitülü öğretmenlerin öğrencileri göç etseydi, bugün yaşadığımız kentleşme sorunlarını yine yaşar mıydık? Ya da, köyde kalsalardı, Türk tarımı bugünkü sorunları yine yaşar mıydı?

Not: Tatillerini bile Türkiye’de geçirmemek için, "Beni tanırlar, rahatsız edilirim" bahanesini uydurup, inandırıcı olduğunu düşünen, İstanbul’u bile, yaşadığı 3-4 semtle sınırlı sanan birisi, yazacak bir şey bulamayınca, köy enstitülerine "faşist" demiş, kendiyle çelişerek hem de! Hemen her yazısında okuyucusunu aşağılamayı alışkanlık edinen yazar, "Yerinde tutulmak istenen köylü, bu yanlış politikalar yüzünden, ellili yıllardan başlayarak büyük şehre bu kez “lümpen” olarak akın akın geldi ve büyük sorun oldu!" demiş.
Köy enstitülerini kuranların amacı tam da buydu. Köylüyü "lümpen" olmaktan kurtarmak!
imzasi.bir.dost@gmail.com
28 Nisan 2007

Hiç yorum yok: