23 Eylül 2007 Pazar

36- Sevgili günlük

Sevgili Günlük,

Haftalar haftaları kovalıyor, ben akıp gidiyorum. Düzeni bozmadan, düzenimi bozarak, düzenin hem içinde, hem dışında…
Hani Tanpınar misali, hem (ne) içimdeyim zamanın, hem (ne) de büsbütün dışında…
Hastalıklar (sıkça yakamda), işler, insanlar derken zaman geçiyor. Ben geçmiyorum henüz. Öyle bir kenarda bekliyorum.
Esas rolüm gelene kadar, daha fazla sahneyi meşgul etmemek gerek değil mi?
Yine de ışıklar hep üzerimde, doğam bunu gerektiriyor ne yapayım… :D
Hastalanmadığım zaman da, ya çalışıyorum, ya geziyorum. Bu yaz için planım buydu aslında. Tüm işleri bir kenara bırakıp, sadece gezmek, yurtdışı, yurtiçi… Daha ne kadar buradayız bilinmez, malum.
Olmadı ama, planladığım gibi olmadı. İşte şu ajans işi oldu. Benim elimin değmesinin gerekmediği tüm işleri bir kenara bıraktım, ev tadilatımı askıya aldım (ne istediğimden emin olamadım yolun yarısında, belki Ankara’ya taşınırım, belki Asya tarafına derken, askıya almak daha doğru geldi, hem halim de yok), içimi askıya aldım.
Editör Bey, bana yaz başında bir liste yaptırdı, sorumluluk listesi. Aynısını kendisi de yaptı. Ve gördüm ki, onun hayatında sadece iki madde var, biri iş, diğeri aile. Benim hayatımda ise –bırakamayacağım- 8 madde. Aile işleri ve ailedeki yaşlıların sorumluluğu da bende çünkü. Muhasebe uzmanı oldum çıktım, sigorta ödemeleri, çalışanların maaşları, babaanne, dede alışverişleri, beslenme düzeni, doktorları derken…
Peki hangilerini bırakabilirsin diye sordu Editör Bey. Özel hayat ve sanırım gazeteci.tv dedim.
Kızmayın bana hemen…
Çok fazla sorumluluk var ellerimde.
Tabii bir madde de, en başta olması gereken madde de bendim. Ne yazık ki listede en sona yazmışım kendimi. Selcen’in fiziksel ve ruhsal gelişimi-sağlığı.
Aile ve dostların baskısı :) ve desteğiyle sağlığıma dikkat etmeye çalışıyorum da, her saldığımda kendimi hayatın içine, mutlaka bir kuralı çiğniyorum ve sonrasında yine ayağa kalkmak için acı çekiyorum. Çok sevdiğim bir ifade var İngilizce, “good as new”. Yeni kadar iyi yani. Henüz olamadım yeni kadar iyi. Olabilecek miyim hiç bilmiyorum. İyileşmekle de yetinebilirim ama… :)
Offf, Sevgili Günlük, kafam karışık, ne anlatacaktım ne anlatıyorum. Neyse, sen kusuruma bakmazsın biliyorum. :p
8 maddelik listeden, sizi atmadım ama biraz aksattım farkındayım, kendimi atmışım tamamen, özel hayatı da atmışım. Oysa Cüneyt Ülsever Hürriyet İnsan Kaynakları ekindeki köşesinde (08 Temmuz) sormuş “Bu yaz ne yapacaksınız?” diye.
Hemen de cevabı yapıştırmış: “Bence âşık olun”.
Tabii böyle bir kapasitesiniz yoksa “en azından çapkınlık yapın, birisi ile flört edin” diye de eklemiş.
Hani ben attım ya, bu özel hayat maddesini, her türlü uçan, parlayan, kanayan böcek çevremde. Daha da ısrarlı uçuyorlar. Daha da körkütük.
Oysa hep aynı noktaya gelip tıkanıyoruz.
Korku.
Aynalı Kaleideskop diyor ki : “Sana ihtiyacım var. İlişkimizin güçlenmesi için bilmem nereye gelmelisin, benimle geçirmelisin yazı”, yok daha neler diyorum. Hani omzunuza konan böceği şık :D bir hareketle silkelersiniz ya, aynen öyle yapıyorum ve “Bunları konuşmasak telefonda” diyorum. Yaşımın neredeyse iki katına varmış yaşıyla, hayatta daha el yordamı ilerliyor ya, şaşıyorum ona da, “ayakların yere sağlam bassın” diyorum, hocalık yapmaktan da sıkılıyorum, önüme bakıyorum.
Sevgili Aynalı Kaleideskop, Türk resminin karışık teknikli şifreli çocuğu. Son nesil dehası. (Son nesil dediğimde şunu anlayın, eserleri para eden son nesil yani, dedim ya, yaşı yaşımın neredeyse…). Hayatta hâlâ el yordamıyla ilerliyor ya, tamam temel sorunsalı kültür-kimlik-beden ve bence etc.
Editör Bey, taktı senin boyacı sevgilin diye, eh boyacı ama ne boyacı… :D
Ne oluyor sonra, süper bir ilgi, sonu gelmez, dibi görünmez…
Eh keyfini çıkartıyoruz, ne de olsa, “Yıllardır senden korkuyordum, artık korkmuyorum, seviyorum” dedi ya. :D
Oysa hep aynı noktaya gelip tıkanıyoruz.
Korku.

Hepsi hem deli gibi sığınmak istiyor, hem de deli gibi kaçıyor, korkuyor çünkü.
Ben de korkmayanı bekliyorum, onu ağırlayacağım en değerli sığınaklarda.
06 Temmuz Cuma günü Tesev vak’asının sene-i devriyesiydi, kişisel tarihimde. Kendimce kutlama yapacak ve şükranlarımı sunacaktım, aşka, korkuya, tüm kaçırdıklarımıza…
Hâlâ içimde. Çünkü kıyamadım sevdaya…
Tam kutlayacaktım, ağrı ele geçirdi beni. (Zaten bir önceki hafta Saros’a gitmiştim, hastalanınca döndüm, zayıf düşmüşüm demek ki) Gecenin bir yarısında, dertli bir dost aradı, malum kapımda her daim Gam Merkezi yazıyor ya benim. Kıyamadım ona, o ağrımın içinde, sesini fark ettim. “Çok ihtiyacım var sana” dedi, ama o sırada da anladı durumumu. “Boşver” dedim, ben ilaçlarımı içeyim, gel dışarı çıkartacağım seni hemen, dinleyeceğim, geçecek hepsi” dedim.
Ertesi gün “Eskisi gibi uyandım, teşekkürler” mesajı yine iyi hissettirdi beni.
İnsan o ağrısının sızının arasında bir dosta kucak açmaz da, kime açar?

Bir sürü işi askıya aldık da, bir türlü mekân yazıları yazmaya başlayamadık. Ama benim profesyonel müşteriliğim her daim devam ediyor.
Mesela Ankara’ya en son gittiğimde, Sevgili Finans Müdürü Hanım ve AN-a-KARA ekibi beni bir gezdirdi, bir gezdirdi. Adını yanlış hatırlamıyorsam, Vogue diye bir mekâna da gittik, açık hava ve güzeldi. Benim sayemde de servis gayet iyiydi. Hatta AN-a-KARA’lı ekip inanmadı da, Garson Bey gelip dedi ki: “Selcen Hanımı tanırım ben, ona göre servis yaparım”, eh ben de bir prim yaptım sormayın :D…
Ankara sosyete.com da çekti de durdu bizi, malum en çok eğlenen grup bizdik. O sırada pek sevgili arkadaşım :D (nerden oluyorsa) Volkan Büyükhanlı’yı gördük Sevgili Finans Müdür Hanımla. “Hadi, sizin Hacı Beğendikle fotoğrafınızı çekeyim” dedi, sonra da “eski nişanlım burada yanına gitmem gerek” dedi toz oldu. Arka arkaya masalardaydık, hiçbir şey bizden kaçmadı, biz de fotoğraf çektik bol bol. Hadi biraz dedikodu yapalım, eski nişanlısı şimdi Okan Bayülgen’in sevgilisi olan Berrak Tüzünataç. Eh, onlar da oldukça samimiydiler. (Fotoğraflar elimde, isteyen magazinci arkadaşa verebilirim :p)
Litera diye bir yer keşfettim yaz başında, farklı zamanlarda gittim test ettim (doğru fark ettiniz, gezdiriyorlar beni), bir de Fransız Sokağında harika bir teras, adını unuttum, Nişantaşında da Leea sevdiğim. Her daim gözdem Tünel’deki K.V.’ye artık pek gitmiyorum, hem çok sevdiğimden, hem hoş bir akşamın anısını aşacak bir şey bulamadığımdan. Kıştan beri Peradox’a gidiyorum, harika bir set mönüsü var. 360, Local, Zencefil, Pia her zamanki gibi.
Limonlu Bahçe çok bozulmuş, Cambaz’ın müzikleri kötüleşmiş, Mojo her zamanki gibi, Aşşk Café’nin keyfine varılmıyor kalabalık gençlikten, ama Harun Bey sağolsun her daim iyi servis alabiliyoruz. Ayaspaşa Rus Lokantası her daim babaannemle sığınağımız. Gezi ve Kemal Bey sağolsun, gecenin bir vakti, dört ayaklı dostum Pearl eşliğinde uğrağımda harika çikolatalar ikram ediyor ve her seferinde nezaketiyle beni kazanıyor.
Daha biriken çok şey var, eskisi gibi mekân yazmaya başlamak gerek…
Gidemediğim Marilyn Manson konseri (kendisi ilk gençliğimden beri çok sevdiklerimdendir), Ankara Mesa Salata’daki 700 milyonluk Kutsi gecesi, yazı açtığım Efes Pilsen One Love Festival, gidilen konserler, gidilemeyenler, hâlâ beklenenler…

AN-a-KARA grubuyla bir haftalık bir tekne gezisine gidiyoruz, arkadaşlarımla çıkacağım ilk tatil. Ailem dışında kimseyle gitmedim bir yere. Çünkü. Zorum ben zorum…
Laf aramızda, bugünlerde öyle çok da keyfim yok, gitmesem, kendi kozama kapansam yeridir…
Bir aydır bilgisayarın başıma açtığı dertler de cabası. Elektronik lanet var üstümde. Elektronik her aletim beni yarı yolda bıraktı, ipod nanom, laptopum, müziklerim, fotoğraf arşivim… Bir cep telefonum çalışıyor çok şükür…
Şimdi ve her daim aklımda Tesev vakayı vakvakiyesi… Hep içimde…
(“Seni unutmama izin verme. İlan-ı aşk ediyorum…” Kutsi söyledi tam bu anda, ben de daldım bu sığ sulara işte. İçimde karmakarışık bir koro. Şarkılardan fal tutacaktım, o kadar sığ çeşitli ki, gözüm yemiyor)
Cem Adrian söylüyor tam da şu anda, “Aşk bu gece şehri terk etti” diye…
Aşk beni… ben de şehri…
(Teşekkürler Alpxx, şarkı için. Unuttum, hangi şarkı beni anlatıyordu, zırzop mu?)
“Döküldü bu gece yağmur, gözlerine, eline, yüzüne”…
“Sev onu, kalbi çok çok soğuk, ısıt göğsünde”…
Isıtamadım, hâlâ…
Ne berbat bir şey değil mi, korku bizden… büyüktü.
“Her şartta korkularımızın toplamıyız. Kaderimizi kucaklamak için korkularımızla yüzleşmeli ve onları yenmeliyiz.” (1)
İnsan sadece kendine yenik.
Sadece…
Kendine.
Kadere bile değil.
Şimdi bir tütsü yanıyor dibimde, kokusu boyacıdan esiyor, biraz önce bana “iyi uykular” dileyen, hani artık dibine kadar korkmamaya çalışan.
Aşk kanıtları gösteriyor. Kendince. Kendi renklerince…
Adını hatırlamadığım ecnebi bir yazar, “Aşk yoktur, sadece aşk kanıtları vardır” diyor.
Oysa aşk kanıtları yoktur, sadece aşk vardır.
Ve o da yoktur.
İşte şimdi yoktur…
Ne fark ederse bütün bunlar, hayatın koşuşturmaları, acılar, sızılar, daha büyük gerçekler bizi ele geçirmişken.
Kalbim hâlâ aynı yerde çarparken, göğsüm hâlâ aynı yerde nefes alırken, hayat kendi kendine akıp giderken…
Ben hiçbir kalıba sığamazken, hiçbir kelime bana yetmezken, hiçbir ağrı beni durduramazken.
Ne fark eder?

“Ben bir tabanca hayaliyim
Ama içimdeki kurşun gerçek.”
(2)


PS.
“Before my pen has glean’d my teeming brain”
(Önce kalemim kaynayan beynimi topladı)
John Keats
Teşekkürler Sevgili Günlük…

İzler
1- Heroes
2- Küçük İskender


09 Temmuz 2007

Hiç yorum yok: