22 Eylül 2007 Cumartesi

17- “Oysa şimdi gülmüyorum”


“Hadi, artık evde kalmamalısın. Bizimle gel bu akşam. Seni tanıştıracağım kız sana çok iyi gelecek. Seveceksin onu.”
Hayır dedim. Hayır, kimseyi tanımak istemiyorum. Yeni bir dosta, yeni bir arkadaşa, yeni bir insana ihtiyacım yok. Yeni birini sevmek istemiyorum. Hayatımdaki hiçbir şeyden kolay ayrılamıyorum ben. Kalemlerimden, kitaplarımdan… Çöplerimden bile.
Vedalarda iyi değilim, hiç iyi değilim. Hiçbir şeyden ve hiç kimseden ayrılmak istemiyorum. Çünkü çok zor seçiyorum. O yüzden uzaklara gittiğim her seferde yalnız gidiyorum havaalanına. Bavulumu taşıyan bir şoför… Yetiyor.
“Hayır, gelmeyeceğim. Yalnız kalmak istiyorum. Bir yıldır sürdürdüğüm sosyal yalnızlığa kısa bir umut sıçramasından sonra geri dönmek istiyorum”.
“Tanıdığım en güçlü kadının bunları söylemesi anlamsız geliyor.”
Sonra annem arıyor, oysa ben bir başkasıyla konuşuyorum diğer telefonda, “Bilekli basketbol ayakkabıların çiftlikte kalmış, getirmemi istiyor musun?” diyor. Sesimi duyunca da… “Hâlâ hastasın kızım. Dinlen lütfen.”
Hasta mıyım sadece? Alıştığım ve barıştığım hastalığım mı yabancıladığım? Yoksa bana uymayan kırıklığım ve yorgunluğum mu?
- İyiyim anne, merak etme.
- Hayır, hastalığın değil bahsettiğim. Başka bir şey var sende. Geliyorum, konuşacağız.
Kahretsin, ne çabuk anlıyor anneler. Tını farklılıklarını yutturamıyor insan onlara.
- Anne, bugün ayın 9’u. Ve haklı çıktın yine anne.
- Konuştun değil mi? Oyalanacak zamanın yok. Sana yetmezdi, seni mutlu edemezdi. Vakti yoktu. Kaldıramazdı. Bunu biliyordun, inat ettin. Olsun. Hayata yeni başlıyorsun. Hatalarından öğrenmeyi öğreneceksin.
- Öğrenmiyorum anne. İnat etmedim anne. Vakti vardı anne. Hayata başlamıyorum. Bitiyor anne. Hem sen nerden biliyorsun ki? Şu 5 ay içinde hiçbir şey sormadın ki anne. Adını bile bilmiyorsun. Sadece nasıl tanıştığım ve ne yaptığı… Yetti sana. Hemen bir özgeçmiş yazdın ve olmaz dedin. Sana olmaz. Hiçbir şeyine uymaz.
- Sen de biliyordun olmayacağını. Dayanamayacağını onun.
- Umut ettim ama. Dostluğun, birbirini umursamanın hepsinden önemli olduğunu biliyorum ama. Sarılmanın yettiğini biliyorum.

Ben daha ötesini istemedim ki. Masumiyet bozulmasın istedim. Yüzünün ötesini/aşağısını hiç görmedim baktıkça, görmek de istemedim.

Annem aradığında diğer telefonda konuştuğum dosta (o da bir anne) geri dönüyorum, gözyaşları içinde.
- Nasıl anlıyor anneler? Sesim aynı, hastayım sadece. Alıştığım ve kabullendiğim bir biçimde hastayım. Ama o bundan fazla bir şey olduğunu nasıl anlıyor?

İzler ve tesadüfler
Dün oturup saydım, 5 ay 3 gün…
Beklenen tarihe gelene kadar, son bir aydır her gün geriye saydığım/sardığım ana gelene kadar beş ay üç gün. Ne kadar uzun bir zaman. Bu hikâyenin ilk işaretinden, tesadüfünden bugüne dek.
Bir sürü işaret vardı büyüklü-küçüklü. Anlatsam güleceğiniz… Anlasam belki de güleceğim.
Oysa şimdi gülmüyorum.
Şimdi bütün öğretiler sığ geliyor, bütün sözcü(k)ler yalancı…

“Herhangi bir hayat deneyiminin nerede ve nasıl tekrar ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir tesadüfün ne zaman hayatınızın fırsatına öncülük edeceğini bilemezsiniz.” (1)
Hangi dersten kalmıştım da tekrar almak zorunda kalmıştım?
Resmin içindeyken fırsatları, büyük resmi görmek zor olurdu hep. İki adım geriye çekilmeyi öğreneceğiz. Üç kanat çırpışı yükselmeyi de…

Latife Tekin’in yeni kitabı, öfkeli bir kadının romanı. Muinar. “Örtünen kadının bedeni içe doğru bükülür. Korkusu derinleşir, teninin ışığı solar.” diyor Tekin.
Peki ruhunu örten kadınlara ne olur?
Bence onlara da aynısı olur.
Bedenleri içe doğru bükülür. Korkuları derinleşir, ışıkları solar.
Hatta bir kere soyunmayı deneyip de utanmışlarsa, daha da kıvrımlaşırlar içlerine doğru.
Kendi kıvrımlarımda yol alıyorum işte bu yüzden.
Tavşan deliğinden içeri süzülen Alice gibi…

Sonra o kadınlar kendileriyle aynı frekansta insanları çekerler kendilerine doğru.
Senkro kaderin gerçeği budur, tüm evren sizin kaderinizi yaratmak için işbirliği içindedir çünkü. Her tesadüf bir fırsattır, görebilen gözlere.
Çekim yasasının gerçeği budur, benzer benzeri çeker. Ağırlıklı düşüncelerimiz ne ise ona uygun insanları, olayları ve deneyimleri çekeriz hayatımıza.
İşte bu yüzden “farklı bakıyoruz hayata” dediğinde inanmadım ona, onu tanımayan insanların arkasından, saçma, standart ve renkli cam hayatı gibi soluk mavi ve tatsız bulduğum bir biçimde miroğlu dediği o adama (İşte bir şifreyi açık ettim, ne eğlenceli, hep söylerim benim kötülüklerim eğlenceli, bu kadar yürek çöküşünün, beden kaymasının içinde tek bu eğlenceler kaldı yüzümü güldüren, en çok da ihtiyacım olan).
İnanmadım. Benzemediğimiz kadar, benzediğimizi biliyordum. Her kelimesini biliyordum, küçük alışkanlıklarını, kısa jestlerini, korkularını, gel-gitlerini, donuklaşmasını, eksikliklerini, hayallerini, söyledikleri ve söylemediklerini. Kendi iç haritasının kocaman bir eskizini… Ele vermişti kendini farkında bile olmadan. Ona söyleyebilmek istediğim çok şey vardı. Yıllar içinde hep yazıp yazıp biriktirdiğim gibi. Bu kez biriktirmeden…
Süre dolacaktı çünkü. Biliyordum.
O beklentilerden bahsediyordu, gelecek sorunlardan, isteklerin artacağından…
Ben o zamanlara gelinemeyeceğini anlatamıyordum. Zamanımız sınırlıydı, zamanım…
Önünü görmeyeceği bir “şeyde” kalamayacağını söylüyordu. Yanlışlardan, doğrulardan sözediyordu. Einstein’ı anlatmak istedim, Nietzche’yle, Sartre’la, Camus’yle tanıştırmak istedim, tüm varoluşçularla, hatta Oscar Wilde’la, Orhan Veli’yle, Hayyam’la tanıştırmak, tokalaşmasını sağlamak. Hatta aklıma şimdi gelmeyen tüm o ciltli dostlarla…
Doğrulardan, yanlışlardan bahsediyordu, önünü görmekten. Büyük plandan habersizdi gibiydi.
Hayatta hiçbirimizin önümüzü göremediğini, el yordamıyla ilerlediğimizi, bu yüzden mantığımıza değil de, hislerimize güvenmek zorunda olduğumuzu söyleyemiyordum.
Ve yine de benim mantığımla yaşadığımı. Hislerimize kalsa, onu böyle başı boş bırakmayacağımı, nerdeyse orada olacağımı, ona hep içinde kalmak isteyeceği bir dünya göstereceğimi yeterince anlatamıyordum.
İpuçları veriyordum ona, her şeyin geçiciliğini, küçücük şeylerin değerini anlasın diye. Sabretse, hayata dalabilse benimle, ona tüm renklerimi gösterebileceğimin ipuçlarını. Sıradanlığın mucizesinin ipuçlarını. Sıra dışının güzelliğinin ipuçlarını. Doğrunun ve yanlışın çok ötesinde.

Uzağa değil usta, öteye gitti, ondandır yalnızlığı…*

Daha sonrasına verilen sözler. İleri talimatlı banka işlemleri gibi.
Daha sonrasını değil, şimdiyi, “bunu” yaşamak istediğimi, bedel olmadığını anlatamıyordum. Sebeplerini söyleyemiyordum. Söylesem fark eder miydi?
Fark etse, değeri olur muydu?
Bilmiyorum.
Sonra o sebeplerin görüntüleri birbirine giriyordu. Sabaha kadar ağrı içinde hücre mahkumu gibi dolaştığımı ve annemi özlediğimi hatırlıyordum. Onun ağrılarımı nasıl süpürüp götürdüğünü. Beni hırpalamadan, ben daha fazla hırpalanmadan beni yatıştırdığını.
Sadece hastalandığımda görünmek istemiyordum. Yarasını kendi köşesinde yalayıp iyileştiren bir köpek gibi, gözlerden saklanmak istiyordum, tekrar kapatıcılarla, süslerle, püslerle herkese oynayacak kıvama gelene kadar. Artık seyrekleşmişti ya saldırılar, daha rahat oynuyordum.
Sonra o sebeplerin görüntüleri birbirine giriyordu. İlk defa gittiğim bir kasabadaki ilk gecemde, yabancı bir yatakta sabaha karşı, beni sevdiğini söyleyen birinin beni ambulansa sürüklediğini hatırlıyordum. Sürekli sayıkladığını bir de… “Gözlerin, gözlerin…” İyiyim, rahat bırak beni diyordum, sözlerime değil, gözlerime güveniyordu. Köpeğimi, arabamı, ihtiyaç duyduğum her şeyi o kasabada bırakıp, soğuk bir ambulansın arkasında, kocaman bir battaniyeye rağmen üşüyerek, sürekli sallanarak, virajları aşıp büyük şehre, hastaneye geldiğimi hatırlıyordum.
İğnelerden, ilaçlardan, oksijen tüplerinden, hastane beyazlığından nefret ettiğimi kimseye anlatamıyordum ama.
Bütün görüntüler hep birbirine karışıyor.
Ben bütün tatil boyunca, güneş ışıklarının odamın duvarlarında dansettiği, bütün yaşıtlarım caddelerde gezerken, yatağımda durmadan kitap okuduğum, hayatın sonsuz, benim çok güçlü, hayallerin hep hedef kadar kesin olduğu o akşamüstlerine dönmek istiyorum.
Hep oraya kaçıp saklanıyorum. Bazen Mabelim oluyor yanımda, kaz tüyü yorganlarımın içinde, birlikte büyüdüğüm.

Olabildiğince iyi görünmek zorundaydım. Benden beklenen buydu, alışılan da buydu. Babam bile grip gibi bakmamış mıydı, kabullenene kadar, barışana kadar. “Hadi hafta sonuna iyileş de çiftliğe gidelim”.
Nasıl gülümsüyordum bunlara…

Dün oturup saydım, 5 ay 3 gün…
Beklenen tarihe gelene kadar beş ay üç gün. Ne kadar uzun bir zaman. Onunla paylaştığım hikâyenin tüm özeti 5 ay üç gün. Bu hikâyenin ilk işaretinden, tesadüfünden bugüne dek.
Hegel, zorunlulukların kendilerini tesadüfler aracılığıyla ifade ettiğini söyler. O benim tesadüfümdü, beni kaçamayacağım zorunlu sanatoryum dönemime hazırlaması için karşıma çıkan. İlahi görevini yerine getirememişti, insandı sonunda. Yolu, ilahi yollara çıkmayan, şifrelerimi okuyamadığından yakınan bir miroğlu.
Bir sürü işaret vardı büyüklü-küçüklü. Anlatsam güleceğiniz… Anlasam belki de güleceğim.
Oysa şimdi gülmüyorum.

Korkağım, korkaksın, korkağız!
Salağım, salaksın, salağız!


Sıradan başlayan bir gün değişiyor her şey.
Bir tesadüfle içine sızdığın sıradan hayat uyum sağlamıyor sana.
Seni reddediyor ötekinin bünyesi. Ve o bünyenin sahibi bir tüccar kıvamında ellerini ovuşturuyor; “denedik diyelim, daha fazla zorlamayalım”.

“Gidiyorsun” diyor annen. “Gidiyorsun. Gitmezsen ben zorla göndereceğim. Uzağa.”
- İstemiyorum. Burada kalmak istiyorum. İyileşene kadar.
- Hayır. Hayallerini, hedeflerini, ne kadar değerli olduğunu anlayana kadar gideceksin. Bir gün, bir yıl. Ne kadar gerekirse. Sonra devam edeceksin. Nereye kadar sürerse. Direneceksin. Altı ayı yatakta kıpırdayamadan geçirdikten sonra yasak olmasına rağmen maça çıktığını hatırlıyorum. Yüreğimizi ağzımıza getirdiğini de. Ne kadar dik kafalı olduğunu da.
Ne kadar mutlu olduğunu hatırlatmak gerekiyor sana. Neden ardı ardına iki insanın sana bunu yapmasına izin veriyorsun ki? Vaktim yok, nasıl istersen öyle olsun demediler mi? Senin harcayacağın ne kadar vaktin var? Kızmıyor muydun çabuk pes edenlere? Sen sonuna kadar pes etmemişken. Her gününü mutlu geçirmek isteyen sen değil miydin? Üzülmemen gerekiyor, o günleri sağlıklı değerlendirmek için.
- Onlar değil, ben yapıyorum bütün bunları. Başkalarına değil, kendime öfkem. Üstelik hisler değerli anne. İlkini ben gönderdim. Yol oraya çıktı. İkincisi ise çıkmaz sokaktı belki ama benim de tek istediğim dostluktu ya da kötü günlere saklayacağım günübirlik bir hatıra. Ama o dürüst olamadı anne. Benden fazla korktu çıkmaz sokaktan. Diğer insanlardan. Çevre, toplum, hedefler, aile gibi benim kazandığım bütün savaşlardan çekindi. İstediğim küçük şeylerdi yani… Kimseye anlatamadım. Mutlaka sebepleri söylemek, hayatla tehdit etmek mi gerekiyor. Acıma karşılığında mı mutlu olunuyor anne? Küçücük şeylerin ne kadar değerli olduğunu kimseye gösteremedim.
- Hayır, bana öğrettin. Bu çok büyük bir başarı değil mi? Artık değişmem diyen birine, bana, hayatın ne kadar değerli olduğunu ve günümüzü iyi geçirmenin önemli olduğunu öğrettin. Senden başka 80’li yaşlarda dostları olan bir genç tanımıyorum ben. Her gittiğin yerden saatler sonra dönerdin, mutlaka yolda biriyle tanışmış, onun hayatında bir şey değiştirmiş olurdun. Taksi şoförlerinden, simitçilere, kapıcılardan, çöpçülere kadar değdiğin hayatları ve seni seven insanları görüyorum kızım. Ve bununla da çok gurur duyuyorum. Başkalarına yardım etmek, kendi acını/ağrını/sızını unutturuyor sana. Ama kendini unutmamalısın.
Senin bize öğrettiklerini şimdi sana hatırlatma sırası bize geldi galiba…

Küçücük şeylerdi istediğim. Hep öyle oldu. Hayatın sıradan ayrıntıları. Küçük impeccadillo’lar… Çünkü küçük kusurlardır bir insanı mükemmelleştiren, bir başkasının gözünde özel ve benzersiz kılan.

“Meraktı diyelim”

Bütün oyuncakları önüne serili arsız bir çocuk gibi… Canı istediğinde istediğiyle oynayan, istemediğini kıran haşarı bir velet gibi. Kürşat Başar’ın bu tip çocukları ne kadar iyi tarif ettiğini tam kelimeleriyle hatırlayamıyorum ama.
“Hadi, ne duruyorsun, arasana. Acı çekme lüksün yok. arayamıyorsun çünkü cevapları duymaya hazır değilsin değil mi?” demişti annem.
Hayır, hazır değilim. Ama biliyorum cevapları. Zamanı gelince anne, zamanı gelince arayacağım. Az kaldı. Bak geriye doğru sayıyorum.
Vermem gereken başka kararlar var, ihtiyacım olan cevaplar beni güçlendirecekti. İstemediğim cevaplarsa güçsüz düşürecek ama yine de sonunda kesinleştirecekti. Cevaplarıyla kendi altını çizecekti, belki de üstünü.
Kürşat Başar’ın dediği gibi (bunu hatırlıyorum), “insanlar belirli bir mutsuzlukla belirsiz bir mutluluk arasında seçim yapmak zorunda olduklarında, belirli mutsuzluğu seçerler”.
Mutsuzluk olsa bile belirliydi ya, sınırları belliydi ya.

Beş aydan beri hayatınızda olan birini nasıl çıkartırsınız? Ya da neden? Neyin karşılığında? Ya 5 yıldır, 6 yıldır, 7 yıldır hayatınızda olan birini? Yöntemler hiç değişmez.
İşaretler, tesadüfler, kelimeler yol gösterir.
Zamanı gelince her hikâyenin sonu yazılacaktır. Şimdi anlatmayı beceremediğim hikâyeninki henüz yazılmadı. Demleniyor gizli gizli içimde.
Sırası gelince/gelirse…

* * *
Sonra günleri sayıp 5 ay 3 gün dediğin gün, sözlerin çıkmaz sokağa tıkıldığı gün, hayattan izin alıyorsun. Uzuyorsun hani gençlerin diliyle…
Gözyaşlarını söndürme, önünü görme izni.
Sonra o izin uzuyor.
Sabahın en olmadık vaktinde zihnine çivilenmiş aynı düşünceyle uyanmaktan sıkılıp atıyorsun kendini dışarı.
Hastalığın dördüncü, kararın ikinci günü.
Bütün gün anlamı olan/olmayan yerlerde dolaştıktan, okuduktan, döküldükten, sığındıktan sonra…
Dönüş yolunda “yazı” parkından geçiyorsun. Bankta oturan iki kişiyi görüyorsun. Gözlüğün yok, kulağında dikkatini dağıtan bir müzik… Sırtında bitmek bilmeyen atamadıkların.
İsmini duyuyorsun hayal meyal.
“Hepimiz çok meraklandık. Bizi elçi olarak seçtiler. Evine gittik, büyükanneden anahtarı aldık. Ağrı başladı ve bir yerlerde kaldın sandık.”
Parkımı nerden bildiniz, nasıl buldunuz? Onlarca park arasından nasıl bildiniz bu park olduğunu? Ve buradan geçeceğimi?

“Gözlerin seni, gözaltların ağrını ele veriyor”.
Sımsıkı kucaklaşmalar. Güvende hissetmemi sağlayan, içimi susturan. Bu iki yakışıklı adam, kim bilir ne kadar zamandır bu bankta oturan ve endişeyle haber bekleyen diğer kızların telaşını da kendilerine katan… Haklarını nasıl ödeyeceğimi bilmediğim…
Mırıldanıyorum sürekli…
Hayat bir gündür, o da bugündür..

Bütün erkekler tek ve aynı türdür.

(Kadınlarsa dokuz pencereli ruhlarıyla özel bir tür)

“Çok eskiden bu kentte, sevdiğim biri bana, bir durumdan ötekine geçemediğimi söylemişti. Bir durumdan ötekine geçemediğim, yaşamın, sonsuz acı ve yıkımın önünde, ölümün önünde çok zayıf, çok zavallı olduğunu hiç unutmadığım doğru. Her şey yaşamımızdaki o anlık rastlantılarla örülmüyor mu? Öyleyse o “karar”ı nasıl verebiliriz? Ben de o rastlantıyı bekledim, o rüzgârı, belki bazen istenen bir rüzgâr daha kolay taşısın ya da istenmeyen bir rüzgâr alıp götürmesin diye küçük direnmelerim vardı, çoğu kez önemi olmayan.
Başka yaşam biçimleri görmek, bunca acıdan uzaklaşıp başka acılarla tanışmak, belki istenen bazı şeyleri yapabilmek için mi istemiştim gitmeyi? Hayır. Gitmek istememin hiçbir nedeni yoktu. Kabullenemediğim bu dünyadan çıkmak, yeryuvarlağın kalın çemberini kırmak için gösterebileceğim sonuçsuz, umarsız çaba. Beni çeken yalnızca buydu. Başka bir dünyaya ait olduğum inancı. Şimdi artık hiçbir inancım yok. Ben sonsuz yanılsamayı yaşıyorum, oysa evrenin apaçık bir gerçekliği var.
Yeryüzünde hiçbir düş ülkesi, düş alanı kalmayışı tuhaf.” (2)


“Rastlantı yoktur, sadece rastlantının yanılsaması vardır”. (3)
İlahi güce, izlere teslim olup dere yatağında kayboluyorum…
Alice gibi tavşan deliğinden içeri süzülüyorum.
Büyükannenin yazdığı gibi “Umut sen olmasan da ben varım deyip” kaleideskop renklerine bürünüp çıkacağım bir gün delikten.

Bir sürü işaret vardı büyüklü-küçüklü. Anlatsam güleceğiniz… Anlasam belki de güleceğim.
Oysa şimdi gülmüyorum.

Biraz sonra bir şeyler yemem gerekecek. Sonra kitap okumak istiyorum, belki bu gece uzundur ilk defa piyano çalarım.*




PS. Bu yazı, bir yayınevi için düzelttiğim başkalarının küçük ve kısa öykülerinden ilham alarak bu şekle büründü. Şifre çözme kodu olan sayılı kişi için apaçık şifreli bir öykü, diğer okuyucular içinse kendi derinliklerine giden yollar taşıyan bir kara masal. Daha fazlası değil.



İzler
1- Deepak Chopra
2- Kürşat Başar
3- V for Vendetta


11 Aralık 2006

Hiç yorum yok: