23 Eylül 2007 Pazar

34- Ortalama sevdaların adamları

“Dün gece ve bu sabah yürekleri hafiflesin diye insanların, gidiyorum sevdiğim adamın yüreğinden. Dizlerim titriyordu uzun zamandır. Kırdım ayak bileklerimi. Tanrı başka kadınlara ortalama sevdalar hediye etti. Bize bu ortalama sevdaların mutsuz erkeklerini sevmek düştü. Kara, mutsuz bir ağaç ne bilsin bahar olmayı, çaputlarla bezenmeyi… O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmaya karar verdim. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağım sandım. Oysa gücü yok sevdiğimin, çok korkuyor. Elleri terliyor… Kıyamadım…” (1)
Ah korku… Çürüttü her birimizi. “Sana korkular bıraktım, bir de yeni başlangıçlar” (2) dedik de gittik, her şeye inat diye diye gittik. Hep de küçük sözlerde çivilendik, “Evdeyim”, “Çaba gösteriyorum”, “Yanlıştı”, “Sana zorluk çıkarmam”…
Her birini elimizin tersiyle itip gittik, içimizde suskun serçeler. İçimizde… Katrana bulanmış yusufçuklar, kanatsız uç-uç böcekleri, kelimesi olmayan şairler ve mini minnacık “zafer”ler…

Bu yazı bir ithaf… Finans Müdürü Hanım’a… ve her daim yepyeni bir hayata… (ve her birimiz gibi her dem kıvılcımlı…)

Aşka… Bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye…
Ankara – İstanbul direkt hat kurduğumuzdan beri, sarılı-beyazlı yıldızlardan işleri yürüttüğümüzden beri, konuşmadık hiç.
Hiç konuşmadık o ilk gece olduğu gibi. Gecenin bir yarısında, önümüzde dört ayaklı kızım, biz kocaman Taksim-Galata turunda olduğu gibi. Geçmişi bugün etmiştik, geceyi gündüz. Kahkahalarla… Sırlanmış, hiç akmayan gözyaşlarıyla…
1 yaşından beri dosttuk (kelime anlamını biliyorsunuz değil mi, dost…), babaların diplomatik görevleri derken çocukluk geçmişti birlikte Ankara’da. Sonrasında tatil yazları… Kısacık-kocaman bir geçmiş yatıyordu altımızda. Ondandı yoğunluğumuz. Tüm kartları açmışlığımız hayata karşı.
Ondandı aynı acılı ve “şairane zafer”lerde kesişmemiz.
Ondandı aynı şekilde tınlamamız… (thanx to The Enishte)
“Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.” (3)
Önce kendimizi terk ettik, sonra kendimizi bulduk, sonra birbirimizi. En çok babalara anlatamadık seyahatlerimizi. Birbirimizle yetinmeyeceğimizi düşünen. Oysa dostlar vardı, birleştirdikçe büyüyen. Tam bir voltran oluşturan. Oysa onun evimi yuva sanması vardı, yuva yapması bir de.
Oysa akademik, profesyonel, sevdalı hayatlarımız vardı paralel.
Ne istediğimizi biliyorduk ya biz, işte bu yüzden en çok da istediklerimizi elde edemedik.
Çünkü istediğini elde edemesen de, ihtiyacın olanı hep elde ediyordun. Hep söyledim ona, eksik ediyoruz duaları. Yoksa istediklerimiz karşımızda. Dualar eksik. Eksik…
Gönlümüze değen aşk hariç tüm istediklerimiz sunuldu önümüze. Bekleme listeleri oluştu bizden habersiz, sonra da elimize verildi. O dedi “boy, boy illa da boy”, ben dedim “Ah, hangi birine inanayım”…
Beklettikçe beklettik, geri çevirdikçe çevirdik. Umurumuzda olmadı ki. Avrupa Yakası gibi standarttı abiler, aynı dökme hamurdan oyuncaklar gibi. Aynı gölgelere sahip şemsiyeler gibi, bizi karartan, gölgede serinletmeyen.
Güldük, güldükçe, yandılar; biz dirildikçe, sandılar ki “bulut geçti” oysa “gözyaşlarımız çimende kaldı”. (4)
Gözyaşları kaldı içimizde, sırtımızı sıvazladık ve yola devam ettik. Sherlock böcekleri, şair adamları, küçük zaferleri yarı yolda bırakıp…
Ne garip değil mi, insan nelere alışıyor…

“Ayrılık ateşten bir ok / Nazlı yardan hiç haber yok / Benim derdim herkesten çok / Ben nasıl yanmayayım” diyor bir türkü…
Haftaya türkülere bulanacağız, dostların kucağında…
Ben de Krik-Krak’a şunu söyleyeceğim: “Aşka… Bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye…”

Yürekleri hafiflesin diye gittik, terk eyledik. Biz de bilirdik değil mi oysa, mantıklı olmamayı.
Dizlerimiz titredi, kırdık ayak bileklerimizi. Başka kadınların onlara sunduğu ortalama sevdalara alışık adamlara, flüoresanlar döşendik, uyarı levhaları diktik, dinletemedik. Kimse değil, önce biz terk ettik, tenhalığımız ondan. Yalnızlığımız mı? Madalyonumuz… Gurur levhamız. Bütünlüğümüzün resmigeçidi.
Ortalama sevdaların mutsuz erkeklerini sevmek bize düştü.
Onlara, o kara mutsuz ağaçlara baharın gelişini, çaputlarla bezenmeyi anlatmak. Yine de vazgeçmek. Bize düştü. O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmak bize düştü. Bulut geçti, biz geçtik, gözyaşları kaldı çimende. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağız sandık. Oysa arkasından ağladık. Kimse görmedi. Biz görmedik. Gücü yok sevilenlerin. Çok korkuyorlar…
Kıyamadık.
Kendimiz hariç kimseye kıyamadık.

Böceklerin gerçeği
Ne garip değil mi? İnsan nelere alışıyor?
Ne zaman teslim olacağını bilmenin yanlış bir yanı yok.
En sonunda yapamayacağımızı itiraf ettik diye kimse bizi suçlayamaz.
Doğamız izin vermedi. Sonunda tanımladık.
“Kendinden nefret ettiği için hayatını başkalarını inciterek geçiren bir zavallı görüyorum karşımda” (5) diyen Kimber’a katıldık.
Kendimizden böcekleri ayıklayıp özgürleştik, acıları süzüp saflaştık, gözlerimizi ileri dikip keskinleştik.
“Kişisel bütünlüğümüz sahip olduğumuz tek şey ama çok az değer görüyor. Oysa en değerli yanımız o. Ve sadece onun sınırları içinde özgürüz.” (6)
Bütündük; soyununca eksik, kara, mutsuz ağaçlardan, ortalama sevdaların bulanık adamlarından büyüdük. Bütündük… Tamamlandık.
Biliyoruz artık, dalyanların karın doyurmadığını, gölgelerin korkutmadığını, kol uzunluğu açıp yayıldığımızda dostların çooook olduğunu, şükrettikçe yenilendiğimizi, işaretlere inandıkça büyüdüğümüzü, ağlamadıkça katılaştığımızı, karnımızı açtıkça (hani en yumuşak yerimizi, hani en özel yerimizi, hani o daimi hayranımın bayıldığı yeri) artık yaralanmayacağımızı…
İçimizde ağaçlar kesildi, kanamayı sürdürdük. Devam etmeyi de. Yaşamanın nefes almak olmadığını biliyorduk. Vurduk kendimizi yaşama.
Doğru olanı yapma hevesinde sherlock’lar, yanlıştan ölesiye korkan uç-uç’lar, kadınına yetmeyeceğinin bilincinde, ‘zaferler’den korkanlar… Biz gerçeğiz dediler.
Oysa söylemek istedim Krik-Krak’a… Gerçeği bir elinde tutanlar, öbür ellerinde de onu korumak için bıçak taşırlar.
Bırak kendi gerçeklerini yaralasınlar. Bırak kanasınlar. Bizi yine aşk ayırayacak.
Bizi yine aşk bütünleyecek.
Aşka…
Bize iyi gelmediğinde ondan uzak durabilmeye…



Ve… şunu da söylemek… birbirimize… herkesin yerine…

“Hadi gel benimle gemilerini suya indir ve köprülerini yak. Kanatlarını çıkardığımda, sen… Sen uçmayı denemelisin.” (7)


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Son Havadis
Biliyorum gazete adı gibi oldu. İşte size son havadisler ve minik bir ‘kusura bakmayın’ listesi.
Sınavlar oldu, hastalıklarım uzun sürdü, bu arada misafirler, ortağı olduğum Hususi Müessese’nin açılışı (anlatacağım, sonra ama) , her zamanki insan-sı dertler, vefatlar…
Gelemedim. Gelseydim kalamazdım. Vazgeçtim.
Bu kez şımarma değil, sığınma hakkımı kullandım. Cevapsız e-maillerinizi, öksüz bıraktığım forumu siz teselli edin. Aniden geldim ama hep sevdiğiniz şekilde geldim. En cafcaflı yanlarımı takınacağım merak etmeyin. Önce bir soluklanayım
Bekleme listesindeki ağabeylerin hikâyelerini de yazıyorum uzundur size, biriktiriyorum. Birlikte güleriz diye… Paylaşacağım… Ama önce hayat bir ısıtsın beni.

* Cumhurbaşkanının Atatürk çalışması
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Köşk’e veda etmek üzere olduğu bugünlerde yedi yıldır sürdürdüğü bir çalışmayı yayınladı: “Atatürk Terekesi” çalışması altında Atatürk’ün tüm eşyaları belgelenip kayıt altına alındı; bu liste, Ata’nın tüm fotoğraflarıyla birlikte arşive kazandırıldı.
29 Nisan’da Can Dündar Milliyet gazetesindeki köşesini bu habere ayırdı.
Süreç, Sezer’in Köşk’ü devraldığı 2000 yılında başlamış. O zaman fark edilmiş ki, devletin elinde bir “Atatürk envanteri” yokmuş. Hatta Köşk’e kayıtlı görünen Atatürk eşyaları bile başka bir şehrin müzesinde saklanıyormuş.
Köşkteki albümlerde 300 olan Atatürk fotoğrafları, 7 yıl süren titiz bir çalışma (81 il valiliği ve 30 farklı kişi ve kurumdan derlenen 26 bin 604 fotoğraf) ile 57 bin karelik dev bir arşiv oluşturuldu. Bunların içinde en ilginci ise, daha önce hiç görülmemiş Atatürk karelerinin ortaya çıkmasıydı.
Köşk’te Atatürk devrinde 13 yıl sofra şefliği yapan ve Atatürk’ün güvenini kazanan İbrahim Ergüven, görev süresi boyunca sürekli fotoğraf çekmiş. Negatifleri ise 1938’den 65 yıl sonra ölünceye dek saklamıştı. Ergüven’e ait 65 makara fotoğraf Çankaya’ya bağışlandı ve tab edildi, Atatürk’e ait hiç görülmemiş fotoğraflar da böylece ortaya çıkarıldı.
“Atatürk Terekesi” tamamlandıktan sonra kayda alınan eşyaların dökümü Nisan ayı ortasında (aynı isimde) bir kitap olarak yayınlandı. Ayrıca “Atatürk’ün Kitaplığı”, “Atatürk’ten Kültürel Miras: Çankaya Köşkü Halıları” da kitap haline getirildi. Arşive alınan fotoğraflardan derlenenler de, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından Atatürk’ün 125’inci doğum yıldönümü anısına iki CD’de toplandı.
Fark edemediğimiz ne güzel işler yapmış Sayın Sezer…

* 11 bin “Vakıf yüzsüzü” Mayıs’ta teşhir edildi
Yaklaşık 26 bin kişi ve kuruluşun yıllardan beri tek kuruş ödemeden vakıf arazisi, arsa, işyeri ve konutları kullandığı belirleyen Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu kurumlar içinde anlaşmaya varamadığı 11 kişi ve kurumu kamuoyuna duyurdu. Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt “Aralarında anlı şanlı kişi ve kuruluşlarında bulunduğu 11 bin yüzsüzü, listeler halinde ilan ederek, Mayıs’ın 2. haftasında kamuoyuna duyuracağız” demiş.
Vakıf malları birçok kişinin kovaladığı, ancak birilerinin altından girip üstünden çıkarak elde edilen yerler olarak yer etti zihnimizde. Mesela güzide semtlerin en “tarihi” binalarında üç kuruşa oturanlara gıptayla baktık belki de, el değiştiren bu tip yerlerdeki ‘hava paralarına’ dudağımız uçukladı belki de. Biraz geç olmuş ama sonunda Vakıflar Genel Müdürlüğü hakkını arama yolunca ilk adımı atmış. Bu anlı şanlı kiracıların adaleti olsa, kuru kuruya oturmazlardı zaten. Bakalım teşhir işe yaramazsa ne yapacak Vakıflar?

* Deniz Harp Okulu sizi bekliyor
Deniz Harp Okulu başvuru tarihleri açıklandı: 16 Nisan-22 Haziran 2007. Başvuru için gerekli şartları dho.edu.tr internet sitesinden veya 0 216 395 26 30/dahili 2500 numarasından öğrenebilirsiniz. Başvuru kılavuzlarını Askerlik Şube/Daire Başkanlıkları, İl/İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri, Garnizon Komutanlıklarından temin edebilirsiniz. Doldurduğunuz formları posta veya elden teslim ederek başvurabileceğiniz gibi internet sitesindeki form örneklerini doldurup ön kayıt yaptırabilirsiniz.

* Haftanın Blogu
Tanıdık bir blog. İlgi gösteriniz. Tanıdık olması bir yana, gayet güzel hazırlanmış, eski adıyla Pera bölgesini turistlere tanıtan, önemli noktalarını öne çıkaran bir blog. Önerilerde bulunmak için görüş bildiriniz. Sahibinden izin alamadım, ismini yazmıyorum. Bloga ulaşmak için…
http://www.locallypera.blogspot.com/

İMZA: Bİ DOST

27 Mayıs, "Cumhuriyet" ve "Demokrasi"

27 Mayıs'ın bu yılki yıldönümü, tam bir ay önce yayınlanan Genelkurmay bildirisinin gölgesinde kaldı. Ama yine de tartışan yazılar çıktı. Bu yılki tartışmaların bir özelliği de, cumhuriyetçi-demokrat ayrımı yapan yazarların olmasıydı. Her ne kadar bazıları, ABD'deki bu isimdeki partilerle özdeşleştirdikleri için, yanlış yorumladılarsa da, böyle bir tartışmanın başlaması iyi oldu. Bu ayrımı ilk kez, hain bir saldırıda yitirdiğimiz, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı yapmış ve 1999'da çıkan, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarından derlediği kitabına "Ben demokrat değilim" adını vermişti.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı'dan kimi kurumları aldıysa da, bu kurumları yeniden düzenlemiş, hatta bir kısmını bir süre kullanıldıktan sonra kapatmış ya da konumunu değiştirmişti. Ve tabii pek çok yeni kurum kurulmuştu. Ama kurumların olması, kamu düzeninin düzgün yürüyeceği anlamına gelmiyordu. Asıl sorun bu kurumların, kurumsallaşabilmesi, kişisellikten kurtulabilmesiydi. Osmanlı'da XIX. yüzyıla kadar, sadrazam konaklarının sadaret makamı olması, her sadrazam değişikliğiyle, makam binasının değiştiğini düşünürsek, Cumhuriyet'in kurumları aldığını ama bir kurumsallaşma bilincini oluşturmak zorunda olduğunu anlarız. Kulluk bilinciyle yetişmiş insanları, vatandaş bilincine kavuşturmak için, kaynağın büyük kısmı, eğitime harcanmaya başlanmıştı.

1938'de tartışılmaz liderin ölümü, bir yıl sonra ise İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması, genç cumhuriyetin önceliklerini değiştirmesine neden oldu. Ama savaş yıllarında bile ikinci öncelik eğitim oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, toprak reformu kanununun meclise gelmesi, buna karşı çıkan toprak ağası olan 4 kişinin takririyle (önerge) başlayan Demokrat Parti hareketi, demokrasi adı altında kurumsallaşmayı ve cumhuriyetin kuruluşunu kesintiye uğratmıştır. 27 Mayıs hareketi, bu kesintiye son verip, cumhuriyetin kuruluşuna kaldığı yerden devam ettirmeye çalıştı. Sistemi koruyacak ve demokrasi için olmazsa olmaz kurumlar bu dönemde kuruldu. Yargıç bağımsızlığı ve "doğal yargıç" ilkesi, Anayasa Mahkemesi, vd... Demokrasiyi "bizim parti" iktidardaysa sevenlerce, bol bulunan 61 anayasası, acemi terzi elinde daraltıldı. Bu seferde dikişler tutmadı ve 82 anayasası biçildi. Ne bol ne dar olsun, anlayışıyla hazırlayalım derken, kişiye özel oldu. Gerçi kişiye özel yasalara alışkındık da, her gelen kişiye özel anayasa isteyince işler karıştı. İstim arkadan gelsin anlayışıyla yapılan değişikliklerle, bol demokrasi sosuyla tatlandırıldı. Neyse ki bu "demokrasi"nin demokrasi olmadığını bilenler var da, cumhuriyetin temel ilkelerini hem unutturmuyorlar, hem de çiğnetmiyorlar.

İlginç olan, demokrasiyi her derde deva görüp, her fırsatta "demokratik devlet"ten söz edenlerin, "kişilerin demokratlığı" konusunda bir şey söylemeyip, "devlet laik olabilir, ama bireyler laik olmak zorunda değildir" diyebilmeleridir. Bu bağlamda, demokrat olmayan kişilerden oluşan bir demokrasi nasıl olacak?

imzasi.bir.dost@gmail.com


TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Yazılım (isim): Bir bilgisayarda donanıma hayat veren ve bilgi işlemde kullanılan programlar, yordamlar, programlama dilleri ve belgelemelerin tümü: "Yazılım mühendisleri."

* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Teenager: İngilizce teen-ager sözü "On üç ile on dokuz yaşlar arasındaki kimse." anlamında kullanılmaktadır. Türkçede uzun zamandan beri var olan ve kullanılan ergen sözü teenager için uygun bir karşılıktır.
- teenager ; ergenlik çağı.

İzler
1- İclal Aydın-31 Mayıs 2007 tarihli köşe yazısından bir dost mektubu…
2- Sezen Aksu, Gidiyorum şarkısının sözlerinden.
3- Ahmet Altan- Hürriyet Pazar- 8 Nisan 2007
4- Mehmet Güreli’nin söylediği, Ömer Hayyam sözleri…
5- Nip-Tuck
6- V for Vendetta
7- Dünyanın en gerçek adamlarından biri… Nick Cave. Ship Song.
Minik bir oynama yaptım. Gemilerini benim yakınımda suya indir diyordu Cave, ben Krik-Krak’a benim yanımda indir deyiverdim. :)



Hiç yorum yok: