22 Eylül 2007 Cumartesi

16- “Sen kandırılmazsın, kaybedilirsin!”


Hayatta duyduğum en veciz iltifatlardan (tabii, iltifat değil, hepsi gerçek) biriydi bu.
Standart ruh okşamalardan başka, neler duydum neler?

“Siz profesyonel müşterisiniz” (Aslında uyuz müşteri demek istiyor ama bunu ne kadar nazik söylüyor değil mi? Zor müşteriyimdir, iyi hizmet isterim, almak için de türlü yöntemlerim vardır :))

“Demlendikçe güzelleşen kadınlardansın” (Aslında çirkinsin bile demek istiyor olabilir ama iyi tarafından bakalım, “seninle vakit geçirdikçe daha bir güzelleşiyorsun gözümde, çünkü ruhun çoooook güzel” demek istiyor. Bir arkadaşım derdi “saçın kötü olmuş”, ben cevap verirdim “olsun, bilmem nerem hâlâ çok güzel”. Anlayın kendini beğenmişliğin ölçüsünü :). Güzel kadınım vesselam!)

“Ne kadar güzel bir gülümsemen var” (Ah, bu da çok duyduklarımdan. Hepimizin gülümsemesi güzel değil mi? Gülümsemek harika bir şey değil mi zaten? Herkese yakışmaz mı? Arkasından, Jay-Jay Johanson’un şarkısı dilimde… “Instead of being annoyed I want some fun. And I just can’t remember my last laughing time, people used to say to me that I had a beautiful smile. I want some fun. Fun. I want some fun. Now.”) (1)

En sevdiğim iltifat henüz söylenmemiş iltifattır. En güzellerini duydum, en sahtelerine kanmayı tercih ettim, en süslülerinde ısındım, en sadelerine gönüllü gittim, en ışıklılarından saklandım, en gerçeklerinden korktum, en sessizlerini sevdim. Çünkü insanlar birbirlerini sevgiye de, sevgiyle de boğarlar. Sıkı sıkı sararken nefessiz bırakırlar.
“As good as it gets”de Jack Nicholson saklar sıradan sözlerin içine en büyük iltifatlardan birini. Hem de ondan ısmarlama istenen bir iltifatın içine, hayatının ve sevgisinin özetini koyar.
“Daha iyi biri olmayı istememi sağlıyorsun”.
Beyaz biber gibidir bunu duymak, yutana kadar yaktığını hissetmezsin.

“Çerkez kadınları kadar dirayetli, Arnavut kadınları kadar marifetli, Boşnak kadınları kadar güzelsin”…
Tüm bu soyları taşıyan göçmen kanıma, göçebe ruhuma ve kandırıldığını sanan yüreğime bundan güzel yapıştırıcı olur mu? “Sen kandırılmazsın, kaybedilirsin” vecizesinin sahibi, ardından böyle söyledi işte. Daimi hayranım… Can güvenliğim…

Çok iddialı laflar da duydum “Dünya bir yana, sen bir yana”, “Sensiz yaşayamam”, “Sen benim ilk aşkımsın”, “Ben senden başka kimseyi sevemem”…
Sonrasında neler olduğunu da gördüm.
Sözlere ihanet edildiğini de. Sözlerin uçup gittiğini de. Çiçeklerle gelen notları, mektupları saklamamın beni bu uçuculuktan kurtaramadığını da gördüm.
Artık fazla büyüdüğümden, artık kandırılmama gerek olmadığından mıdır nedir, çiçekler elden geliyor, notsuz, kelimesiz ama sevgili sevgili geliyor çiçekler. Hep sevilenlerden…

Sözlere ihanet edildiğini de gördüm, sözlerin uçup gittiğini de. Kelimeleri saklamanın beni bu uçuculuktan kurtaramadığını da…
Yazı da kalmıyor geriye. (söylenenin aksine)
Sonra ben değil Depeche Mode mırıldandı ve Faust’tu söyledikleri, gerçeğin gücüydü, evreni döndüren, keşfettiren. “Words are very unnecessary, they can only do harm” (2)
Oysa hep “words are fairy, unnecessary” diye duyardım, duymak isterdim, hani kadınlara özgü o filtreleme sistemim devredeydi yani, kelimeler, masallar söz konusu olduğunda, gereksiz olsalar da, büyülü, masalsı bir özleri vardı kelimelerin. Belki de o yüzden Saint-Exupéry “büyüklere” yazardı Küçük Prens’i, anlasınlar diye, “büyükler” anlamazdı çünkü, o yüzden gereksiz bulurlardı perileri, belki o yüzden masal yakışmazdı bize, büyüklere.

Hiçbir yere sığamayıp, dünyanın öbür ucuna, cehennemin dibine, boğazın sularına, fırınların gazına, içimin en ücra köşesine yani (Cehennem başkalarıdır diyen Sartre’ı yalanladım hep, cehennem biziz. Aaa, aklıma geldi, bana cehennet demişti biri de.) kaçmaya niyetli, kızımla evden çıkıp bir parka yerleşip, fırtınaları, öfkeleri, gel-gitleri, aşkları, karaltıları, korkuları, ışıkları, sessizlikleri kelimelerde söndürmeye gittiğim bir gece, dün gece…
Anladım.
Gecenin bir yarısında, ıssız bir sokakta karşılaştığımız zaman anladım. Bana cehennet demişti çünkü onun cenneti de, cehennemi de ben olmuştum, cezası da, belki en büyük ödülü de. O benim neyim olmuştu? Bilemedim. Doğrusu hatırlayamadım…
İstemedim.
“And I just can’t remember my last laughing time, people used to say to me that I had a beautiful smile” diye –onun bana sevdirdiği/nefret ettirdiği- Johanson mırıldanıyordum. Yüzüne bakıp, adımlarımı değiştirmeyecek kadar kısa ama gerçekten çok kısa bir an tereddüt edip devam ettim. Gerek yoktu selam vermeye, korkuları, eksikleri, pişmanlıkları onu ele geçirmişken, bütün öcüleri üzerine üşüşmüşken. Gerek yoktu ona medeniyetten bile korktuğunu bir kez daha göstermeye. Rahatsız etmeye.
Sözler geri dönüşler için gerekliydi. Öyle değil miydi? Sessizlikte de büyük işler başarılır mıydı yoksa?
“Sessizliğin bana bir şey anlatmalı mı?” diye sormuştum bir başka yazıda. O başka yazının başkasının sessizliğinde de, sesinde de, durmasında da, gelmesinde de anlamıştım. Ama anlatmamıştım.
İpuçları kaçmıştı içimden, bu satır aralarına. Ama yetmezdi büyük resmi görmek için. O yüzden kendi kendimi sınayan olmuştum, kendini deneyen bir deli, bir çocuk, bir abdal, Schiller’i ve bütün okuduklarını unutan bir cahil. Sızdırdığım ipuçları yanlış ele vermişti beni. Beni gidi beni!

Gecenin bir yarısında, ıssız bir sokakta karşılaştığımız zaman anladım.
Yüzüne bakıp, adımlarımı değiştirmeyecek kadar kısa ama gerçekten çok kısa bir an tereddüt edip devam ettim.
Fırtınaların içinde duramayan, savaşlardan kaçan, kendi gölgelerinden ürküp suçu başkalarına atan ilişkiler/adamlar/kadınlar medeniyeti hak etmezler.
Anladım ve devam ettim yoluma.
(İtiraf etmeliyim, o karanlıkta bile seçtim, ne kadar hoş göründüğünü ve hissettim adımlarımın ne kadar kendinden emin ve soğuk olduğunu. Sonuçta elleri ceplerinde, gecenin kör karanlığında, önünde kızı, sırtında çantası, şarkı söyleyen bir sakindim ben.
Küçük, küçücük bir parçam “Bak yine tüydü, dönüp gelemedi peşimden. Ettiği tüm laflar boş işte. Yalancı” dedi. Kendini temize çekti yine.)

Aklım hemen kaydı başka yerlere, bütün hafta biriktirdiklerime, daha esrarengiz ilişkilere, gözümü yanlış yere kamaştıranlara, çizgi dışı oyunlara, çoluk-çocuğa, ecnebi ülkelere, hayallere birazcık da…
Hemen kaydı aklım, gönlüm nereye kaymış anlayamadım.
O benim neyim olmuştu bilemedim. Hatırlayamadım doğrusu. İstemedim.
Çünkü ben korkanlardan korkuyorum. Ben gitgide korkularımı korkutuyorum. Büyüyorum. Gümüşsuyu’nun ıssız bir parkında, gecenin 2’sinde, kucağımda bilgisayarım, kocaman sırt çantam, akşamdan kalan süslü-püslü havamla oturuyorum, kulağımda başkalarının melodileri, sözleri… Fenerbahçe’m yenilmiş, Papa Sultanahmet’te dua etmiş, kimse Papa’yı öldürmemiş, parmaklarım donuyor yazarken, canım sıcacık yorganıma sarılmak ve unutana kadar uyumak istiyor. Yedi uyuyanlar kadar, Yedi Uyuyanlar gibi, Kıtmir’im de yanımda, cebimdeki paralar artık geçmeyene kadar, içimdeki paralanmalar iyileşene kadar… Faniliğimizi iyice anlayana kadar…

“Çaba gösteriyorum” deyip 2 yıl öylesine takılanlardan, “çabalıyorum” deyip susanlardan, küçük şeylerin değerini unutanlardan, nefes almayanlardan, “seni seviyorum” deyip de aslında kendini sevmeyenlerden, gördüklerimden, anladıklarımdan, hissettiklerimden korkuyorum.

Şeytantırnaklarımı yolmaya başlıyorum, dudaklarımı kemirmeye… Bilinçsizce kıtırdamaya kendimi…
Seni huzurlu ve kapılarını açık tutan ne varsa, onun peşinden gitmelisin diyen Debra Winger’ı, iki seçeneğinden hangisini seçersen seç pişman olacaksın diyen Søren Kierkegaard’ı dinliyorum. Depeche Mode’u, Johanson’u, Dido’yu dinliyorum, herkes kaderine boyun eğmeli diyen o güzel türküyü dinliyorum ve sonunda Robert Frost’la el sıkışıyorum.
İki yolun ikisine birden giremeyeceği için, başı önüne eğik, uzunca bekleyen ve sonunda karar veren bir yolcuyu anlatan Frost’la barışıyorum. (3)
“İki yol vardı, ben daha az gidileni seçtim, tüm fark yaratan da buydu”…
Davalı belki de davacı olarak son sözümü Dido’ya bıraktım.
Kafam karışık. (Bütün hafta boyunca böyleydi, Papa bozdu radarımı!) Belli olduğu üzere… O yüzden köşemiz yamalı bohça oldu. Bunları yazıp sonra da nasıl ciddi yazılar yazıyorsun diye soranlara şimdiden cevabımı vereyim, içim her daim yamalı bohça, en mükemmel kombinasyon. Şımarma hakkımı kullanıyorum (ilk kez :)), kusuruma bakmazsınız diye düşünüyorum…

“Life For Rent” (4)
I haven’t really found a place that I call home
I never stick around quite long enough to make it
I apologize that once again I’m not in love
But it’s not as if I mind
That your heart ain’t exactly breaking

It’s just a thought, only a thought

But if my life is for rent and I don’t learn to buy
Well I deserve nothing more than I get
Cos nothing I have is truly mine

I’ve always thought
That I would love to live by the sea
To travel the world alone and live more simply
I have no idea what’s happened to that dream
Cos there’s really nothing left here to stop me

(…)
While my heart is a shield and I won’t let it down
While I am so afraid to fail so I won’t even try
Well how can I say I’m alive

Cos nothing I have is truly mine
ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* 3. tekil egolar
Akşam gazetesinin ve Cem Ceminay tam destek verdiği “Ajdar Eurovision’a gitsin” kampanyasından bir şey çıkmadı. Piyango Kenan Doğulu’ya vurdu. Oysa Ajdar kendini hazırlamıştı “Asena’nın da koreografide kullanılabileceğini düşünüyorum. TRT uygun bulursa, Asena dans eder, Ajdar şarkı söyler. Ayrıca 4 kız, 4 erkek dansçı daha istiyorum” diyen hiperstar Ajdar, o kadar hiper oldu ki, kendinden 3. tekil şahısta bahsediyor. Tam da o sıralarda Osman Pepe, Acaristanbul’la ilgili beyanat veriyor: “Bu imar izinleri verildiği zaman, Osman Pepe bakan değildi”.
Ayşe Selcen de, Ajdar’ın kromozom karışıklığından müsebbip öfkesine, tarz olduğunu iddia ettiği saçlarına, topitop (!) göbeğine çok gülüyor. Bir gün ofise gelip de masasında Ajdar’ı otururken bulduğu günü hatırlıyor, daha da gülüyor… Devamını ne siz sorun ne ben yazayım. :)
Osman Pepe’ye ve tüm diğer 3. tekil egolara ise tek bir sözüm var: Ayşe Selcen sizleri bağışlıyor!

* Gazete okumayan gençler gazetecileri ne yapsın?
Cumartesi gecesi Okan Bayülgen’in Makine programında, son günlerdeki 3 kalemşörün kavgası yine gündeme geldi. İlginç olan, televizyonlara ve dolayısıyla magazin programlarına pek yansımayan bu olayı üniversite gençliğinin bilmemesiydi. Bunun üzerine, Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin, 28 Kasım tarihli yazısında, bir devrim çağrısı yaptı.
“İnsanlar beklentilerinin televizyon tarafından karşılanacağını düşünüyorlar, televizyonun sunduğunun dışındakini de merak etmiyorlar. Bir yanıyla utanç verici bir durum. Gazete okumayan bir üniversite öğrencisi nedir, oksimoron mu?”
Son 30 yılda, Türk Basınını inandırıcılıktan uzaklaştıran, okura yalanlarla dolu ve kendi içine kapalı bir dünya kuran, sonunda da okuru gazetelerden soğutan bu sistemin kahramanlarını teşhir etmekle başlayacak devrim. İşte böyle diyor Eğin. “Yeni bir Türkiye uyanıyor. Putlar yıkılacak”.
“Ne Leyla Gencer şarkıcıdır, ne Sunay Akın şairdir. Zeynep Oral da bunların lobicisidir” diyerek bazılarını açık açık, bazılarını da isim vermeden yaptıklarını sayarak teşhir ediyor Oray Eğin.

Balık baştan kokar denir ama iş sadece büyük başları teşhir etmekle kalmamalı. Stajyer kadrosundan işe başlayan gazeteciliğe hevesli, temiz beyinleri yanlış eğiten, onlara önce sistemin kaçamaklarını, basın gezilerini sömürmeyi, rencide edici başlık atmayı, basın bültenlerini çöp tenekesine yığmayı, işini bilen yeteneksizlerin yükseldiğini, çekimlere gelen ürünleri hakkıymış gibi “iç eden”lerin her zaman başı dik gezdiğini yani her türlü “gerekli” bilgiyi öğreten, örnek olan muhabir, editör, yönetici kadrosundan başlamalı temizlemeye, doğrultmaya.
Sonrası nasıl olsa gelecektir…

* Kallavi’de TSM
Hep geziyorum da sizinle paylaşmak için fırsat olmuyor her zaman. Bu hafta Kallavi’den başlayalım. Vatan gazetesinin fotoğraf servisinin yemeğine davetliydim. Nedenlerine gelince, onlardan harika bir iş teklifi aldım (bir gün fotoğraf editörünün fotoğraflarını çekince, kendisininki kadar maaş önerdi Editör Bey), bir de o ekibin bir bölümüyle aynı takımda oynuyorum maçlarda. Yani grubun içine aniden sızdım, dost kontenjanından.
Nevizade’den tanıdığımız Kallavi 1,5 yıldır Kurabiye Sokak’ta hizmet veriyor. En güzel tarafı haftanın 6 günü canlı Türk Sanat Müziği dinleyebiliyor olmanız. Üstelik TRT sanatçısı Metin Karadeniz’in harika sesinden. Editör Bey de tenor olunca, Metin Bey’le karşılıklı söylediler, biz de vokal yaptık.
Yemeklere gelince, özellikle balıklı bir meze var ki -adını sormayı unuttum- harika! Kuzu tandır’ı mutlaka denemelisiniz. Kallavi’nin Rum Meyhanesi tadında mönüsü var ama isteyenler için balık da bulunduruyorlar. Cuma-Cumartesi yoğun oluyor, rezervasyon yaptırmakta fayda var.
0 212 245 12 13 / 0 212 243 90 90 / kallavi.net

* “Ova”yı bıraktılar, “Yayla”ya çıktılar!
“Ova”dan sonra bir de başımıza “Yayla” çıktı.
29 Kasım tarihli yazısında Ruhat Mengi “Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde yalnız Türkiye’nin değil tüm dünyanın ‘gelmiş geçmiş en saygın, en önemli liderlerinden biri’ kabul ettiği, böyle sıradışı bir öndere sahip olduğumuz için gurur duyduğumuz Atatürk’le ilgili bu şekilde konuşma ve davranışlar, son 3 yılda ve özellikle de 2006’da olduğu kadar çok duyulmamıştı.”
Peki bu neden yapılır? Çünkü bir devleti yıpratmak için, o devletin kurucusuna yükleneceksin.
Devletimizin kurucusuna, milletimizin kurtarıcısına “bu adam” demek cüretini gösteren “o adam” Atilla Yayla’ya, ne desek çok gelir.
Peki onu halkımızın önüne çıkaran, sesini çıkarmasını sağlayan ihaneti meşrulaştırma programına ne demeli?
Sonra Aktüel dergisinden Yenal Bilgici adlı bir muhabir arkadaş, bütün köşe yazılarını okumuş, hazmetmiş, tezi, hipotezi bitirmiş, analize girişiyor ve soruyor: “Yaylacı, yaylasever ve hocaefendi gibi profesörü küçümsediği aşikâr olan yazılar da dahil olmak üzere hiçbir eleştiride ‘Hayır, efendim, Kemalizm gericilik değil, bilakis ilericiliktir, nedeni de şudur’ cümlesi kurulmadı”.
Bravo! Artık vatanımızı sevmenin, bu toprakları bize hediye eden, devletimizin kurucusunun peşinden gitmenin, ona saygı duymanın ve hatta fikirlerinin gölgesi olmanın gericilik olmadığını ispatlayacağız bir de! Hem de vatanperver ve milliyetçi olmanın her daim ilericilik olduğu bilmeyen “o adam”lara…

“Siz çıkıp bir ülkeyi tüm dünyayı hayrete düşürecek bir ‘mucize yaratarak’ kurtaran önderden, bir toplum kahramanından ‘o adam’ diye söz eder, ‘neden her yerde o adamın fotoğrafları, heykelleri var diye soracaklar’, ‘Türkiye’yi Ortaçağ karanlığından kurtardığı yanlıştır, cumhuriyet dönemini yüceltmek anlamsızdır’ gibi sözler sarfederseniz, bir başkası çıkar ve onun heykellerini kastederek ‘Türkiye’de heykel kirliliği var’ derse o toplum yazarıyla, çizeriyle, sokaktaki insanıyla buna tepki gösterir. Bunu da bir ideolojiye filan bağlamak dünyanın en anlamsız iddiası olur” diyor Mengi.

Ne gariptir ki, ülkemizi, devletimizi yıkmak isteyen bütün düşmanlar aynı noktalarda birleşiyorlar. Devletimizin kurucusunu yıpratmaya çalışmak…
Demek Türkiye’de bir mücadele var. Bir tarafta “fetoş”lar, “liboş”lar, “yayla”cılar, “ova”cılar, Yunanistan Meclis Başkanlığı yerine kazara Türkiye Meclis Başkanlığını yürüten Bülent Arınç’lar, hainleri meşrulaştırmak için programlar tertip eden Mehmet Ali Birand’lar, Soros beslemesi Mahcupyan’lar… Diğer tarafta da Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyet’ini sonsuza kadar yaşatmaya kararlı vatanperverler, milliyetçiler…
Hiç sanmasınlar ki, yabancı ortaklı/uşaklı hizmetlerin, planların, tezgahların gücü bu devleti bölmeye, yıkmaya yetecektir.
Türkiye’deki adalet görevlilerini, savcıları bu hainliklere karşı, Kuşadası Endüstri Meslek Lisesi’ndeki Atatürk panosunu karalayıp “enayi” yazan “dangalaklar”a karşı Cumhuriyet kanunlarını uygulamaya davet ediyoruz.

* Doğa Bekleriz’den hızlandırılmış siyaset dersleri
Savaş Ay, Posta gazetesinde Doğa Bekleriz’le röportaj yapmış. Cevaplar şaşırtıcı.
Nedense bütün mankenler balık hafızalı. Bilmedikleri, unuttukları temel bilgilerin açığını kapatmak için okuyup didinmek yerine veya Sokrat’ın gölgesine sığınıp “En büyük bilge, bilmediğini bilendir”e varmak için “Cahilim” demek yerine, “Balık hafızalıyım” mazeretine başvuruyorlar.
(Tüh, şimdi bu “çıkmaz sokak” ablalara yeni bir yol öğrettik. Daha akıllı görünecekler!)

Doğa Bekleriz’e göre Papa’yı Mehmet Ağar vurmuş. Erkan Mumcu yeni bir parti kurmuş, adı da ANAP’mış. Ahmet Barlas harika aşk romanları yazan bir yazarmış, üstelik gazeteci Mehmet Barlas’ın kardeşiymiş, en güzel romanı da “En Uzun Gece”ymiş.
“Çıkmaz sokak Doğa abla” Fenerbahçe’liymiş, en sevdiği futbolculardan biri Nobre’ymiş. (Beşiktaş’a gittiğini duyunca üzülüyor haliyle) 3.5 oktav sesi varmış, yani 7 oktavlık klasik bir piyanonun yarısı kadar ses çıkarabiliyormuş. (Düşünün ki Mariah Carey, klasik müzikte 5 oktav çıkarıyor.)

Röportaj sanki kurgu. Zaten Savaş Ay’ın daha önceki çıkmaz sokak ablalarla olan vukuatlı röportajlarını düşününce, insan ya bu ablalarda arıza var, ya Savaş abi sürekli kurban seçiyor, ya da iki taraf da çok zeki “danışıp dövüşüyorlar” diyor. Siz hangisini diyorsunuz bilemiyorum ama benim ne dediğim çok açık! Çünkü o ablalardan bazılarıyla, ben de fazlasıyla sert, sıkıştırıcı röportajlar yaptım. Sonuç mu? “Ahab is Ahab”.
Posta gazetesinin internet adresi olmadığı için, meraktan çatlayanlar mail adreslerini iletirlerse, röportajın büyük bölümünü gönderebilirim. Bulutlarınız dağılır.


PS. Senderson amca beni affet! Doğumgününü unutmadım, daldım gittim yukarda okuduklarına… Katranlı havaya… Buhar oldum.

Haftaya görüşeceğiz!


İzler
1- “Sıkılmak yerine biraz eğlenmek istiyorum. Ve en son ne zaman güldüğümü hatırlayamıyorum, insanlar güzel bir gülümsem olduğu söylerlerdi. Biraz eğlenmek istiyorum. Eğlenmek. Biraz eğlenmek istiyorum. Şimdi.”
2- “Kelimeler çok gereksizdir, sadece zarar verirler.”
3- “Kiralık Hayat”
Yuva diyebileceğim bir yer bulamadım henüz
Belki de öyle olması için yeterince uzun kalmadım
Âşık olmadığım için tekrar özür dilerim
Kalbinin kırılmasını umursamadığımdan değil

Bu sadece bir düşünce, sadece düşünce

Ya hayatım kiralıksa ve ben satın almayı öğrenemezsem
Neyse, aldıklarımdan daha fazlasını hak etmiyorum
Çünkü sahip olduğum hiçbir şey gerçekten benim değil

Her zaman deniz kenarında yaşayarak mutlu olacağımı düşündüm
Dünyayı tek başıma dolaşarak ve daha basit yaşayarak
Bu hayalime ne oldu, hiçbir fikrim yok
Oysa beni burada tutan hiçbir şey de kalmadı

(…)
Kalbim bir kalkan ama onu indirmeyeceğim
Kaybetmekten bu kadar korktuğum için denemeyeceğim bile
Peki o zaman yaşadığımı nasıl söyleyebilirim?

Çünkü sahip olduğum hiçbir şey gerçekten benim değil

4- Robert Frost- The Road Not Taken
01 Aralık 2006

Hiç yorum yok: