24 Aralık 2009 Perşembe

74- “Beni azıcık çözer miydin?”

Bir küçük kadın.
Daha doğmamış gibi.
Ya da çoook erken doğmuş gibi.
Beyaz küçük kolları, beyaz küçük bacakları…
Mısır’dan gelmiş, Mezopotamya’da kalmış gibi bir yüz fizyonomisi.
Engizisyon zamanlarında kalmış bir çocuk sesi.
Tonlamaları yerinde. Acılı, sızılı, çocuksu, içten…
Jehan Barbur.

* * *

Bütün bunun üstüne kızıl saçlar ekleyin.
İlginç…
Üstüne sutaşılı, payetli, işleme çiçekleri 80’lerin Türkiye’sinden kalma, yan dikişleri potlu, verev etek kesimi demode siyah bir elbise ekleyin.
Sıradan…
Altına Tarlabaşı’ndan rahatlıkla bulabileceğiniz, süet görünümlü, altı platformlu, burnu kapalı cinsiyet değişimi geçiren ayakkabılar ekleyin.
3. element modası…

* * *

Jazzstop’tayız.
Bugga markasının yaratıcı arkadaşım (kendisinin nick’i Bugga olacak yazılarda), KLM abla ve Pamuk Prenses abla da bizimle. 4 dişi en ön masadayız. Herkes kendi acılarını, yanıklarını, kahkahalarını doldurmuş içine gelmiş.
Mekânda önceleri sade bir boşluk.
Konser ilerledikçe, zaman geçtikçe ilginç bir kalabalık…
Yan masamız Aksaray Bacardi’den transfer…
Oryalli saçlar, Eiffel kulesi topuzlar, bijuterinin en ucuzu takılar, zevksiz ayakkabılar, uyumsuz adamlar…
Bir arka masada Kürşat Başar ve saz arkadaşları…
Bir yan masada solcu devrimin en zayıf halkası kılıklı, bir nevi Piyanist’teki Roman Polanski aktörü kılıflı bir abi… Yanında Marie-Antoinette’in odalığı kostümünde bir abla…
Bizim masaya eklenen Public’in şeflerinden BSI… Gecemizin hoşluğu oldu kendisi. Sevimli gülümsemesi, dengesini zor tutturmasına rağmen bizi gelip geçenden kollamasıyla, sınırı aşmayan samimi eşliğiyle ortama “en” uygundu.

* * *
Farklı bir geceydi. Dört kadın. İkimiz sahnedeki Barbur’u soyup yeniden giyindirmek istedik. “Bu kadar mı insan kendini yolun dışına iter?” diye hayretler ettik ona. Dengeli sesi içimizi açtı ama gözümüzü alamadık sahneden şimdi düşecek o ayakkabılarla diye.
Sevimliydi, ilgiliydi masalarla.
Bu artı puan.
Yarım saat geç çıktı, iki istek yaptık, söylemedi, “Güvenç çıkacak, ayıp olur” dedi. Bu da ying-yang’ın diğer yüzü 
Tamam, 2 seti sırasında söylemişti onları, biri benim en sevdiğim (Barbur’un da en sevdiği) “Öylesine” (1)… Bir diğeri “Yoluma Çıkma”… Ama yine de kapatırken perdeleri, birer “kuple”  mırıldanabilirdi, gönlümüzü almak için.
“Ah” dedim içimden, “Filanca (isim vermeyelim, ayıp olmasın), bu yüzden büyük. Bu yüzden her bir seferinde gidiyorum, bıkmadan usanmadan. Doyuruyor seni, ruhunu, acılarını, kahkahalarını”.

Uzundur basın daveti olmayan bir konsere gitmemiştim. İlginç geldi. Gidip masa bulmak, içeceklerle ilgilenmek, şarkı istemek için kağıt yazmak…
Ben onu uzaktan seveceğim... Sesini, sözlerini kulağımda duyarak. Onu istediğim gibi giydirerek, olması gerektiği gibi tamamlayarak Olimpos'uma taşıyacağım...
Siz benim gibi yapmayın, Jehan’a birçok şans tanıyın. Dünyanız uygunsa onun limitlerine, açacaktır sizi sesiyle, iniş-çıkışlı, kendi içinde kaybolan dansıyla, bazı kelimeleri dokunan sözleriyle…
Gözlerinizi kapatın ama, onu başka kıyafetlerle ve Bugga takılarıyla hayal edin. Eminim daha harika olacak…






PS. Basında 15. yılımı doldurdum geçen ay. Cosmopolitan, Aktüel, TRT maceraları nefeslerini tuttular. Seneye yeni hayaller, yeni hayatlar. Tezime elimi sürdüm, onun altından kalkacağım. İlerleyen zamanlarda daha çok göreceksiniz beni. Mailler atmayınız, sıkıştırmayınız. İşte bu da update!

PS2. Siteye de bakın. Fotoğraflara… Çok azı sahnedeki Jehan gibi. Bazı retro’lar tam onun havasına uyuyor ama daha yol var. Daha göç etmeden toplanacak eksikler var. Ha gayret!
http://jehanbarbur.com/




selcencosmoz@gmail.com



İzler
1- Öylesine, Jehan Barbur

Yüzümü gönlüne koysam
Yemin tutsa kalbim beni sever miydin
İçimi avucuna döksem
Beni azıcık çözer miydin
Yok olmuyor istemekle bitmiyor
Hiç bir yol yarılanmıyor uzadıkça uzuyor
Kal demiyor söz vermiş susuyor
Kelimeler düşmüyor içinde salınıyor

Yüzümü gönlüne koysam
Yemin tutsa kalbim beni bilir miydin
Yok olmuyor istemekle bitmiyor
Hiç bir yol yarılanmıyor uzadıkça uzuyor
Kal demiyor söz vermiş susuyor
Kelimeler düşmüyor içinde salınıyor

Düşümü aklına katsam
Yemin tutsa kalbim beni sever miydin

04 Aralık 2009

73- Sırtüstü

Sırtüstü uzanıyorum.
Denizin üstünde, denizin içinde.
Hayatın en tepesinde…
Uzanıyorum sırtüstü.
Hiçbir şey duymuyorum.
Kendimi hayata bıraktım.
Albert Schweitzer, “Mutluluk, iyi bir sağlık ve kötü bir hafızadan başka bir şey değil” demiş. Siliyorum geriye doğru her şeyi. İyi-kötü, ağrılı-sızılı, kahkahalı-gözyaşlı… Her şeyi. Gelecek için yer açılana kadar. Gelecek yeniden yazılıyor.
Gelecek yeniden yazılacak.
Her gün yaptığımız seçimlerle. Tekrar tekrar. En doğrusu gelene kadar. Yap-boz’umuzun eksik parçasıyla tamamlanana kadar.
Sürekli sırtüstü denizin üstünde hissedene kadar.
Kaybettiklerimizin sızısı hep derinlerde bir yerde kalacak ama hatırlamayacağız. Hafızanın güzelliği burada.
“Hayat kişinin cesaretine göre genişler veya küçülür” diyen Anais Nin haklı çünkü.
“Kader, cesurları kayırır” diyen Virgil de. “Şimdi dua et, unut ve affet” diyen Shakespeare de…
Bütün o sağlam dostlar mırıldanıyor kitapların arasından.
Sesleri birbirine, benimkine karışsa da, duyuyorum onları.
“Hayattaki tek neşe, başlamaktır” değil mi? (1)
Attım kendimi suya.
Boğuldum.
Şimdi yine atlıyorum.
“Çünkü içimde tamamen yalnız olduğum bir yer var. İşte orada asla kurumayan filizlerim yeşeriyor”. (2)

Biliyorum evren boşlukları sevmez.
Biliyorum “aşkın tek ilacı daha fazla sevmektir”. (3)
Biliyorum “tek bir kelime, aşk, bizi hayatın ağırlığından ve acısından özgür kılar.” (4)
Talmud’a göre “kederliyken söylediklerinden hiçbir insan sorumlu tutulamaz”.
Affediyorum.
Kendimi, seni, bizi…
Hepimizi.

“Hayatı mutlu kılmak için çok az şeye ihtiyaç var”. (5)
İçim dopdolu.
Sırtüstü uzanıyorum.
Sırtüstü…
Yağmur kadar hafif, yepyeniymişim gibi tertemiz/im.






PS. Bir görünüp bir kaybolmamı mazur görmüşsünüz, yine eskisi gibi, çooook okunmuşuz. Teşekkürler…











“Yanıltıcı Teklik”
Böyle yazmıştım, 18 Ağustos 2008’de.
Ne de yanıltıcı teklikmiş ama 
Ne de yanılmışız.
Ne de yanıltmışız içimizdekileri, dışımızdakileri…
Hisler doğru ama ve bir o kadar gerçek. Bir sene geçmiş olsa da, eksilen bir şey yok.
Nankörlük etmeyelim…
Hatırlamak gerek, saygıyla anmak gerek tekrar.
İşte bir bölümü…

“- Küçük şeyler. Küçücük şeyler, kocaman bir fark yarattılar. Zaten başkalarından tek istediğim küçük şeyler oldu, sadece kendimden büyük taleplerim vardı.
Merak etmeyin siz, ben sadece kendime aşığım çünkü sonsuzca büyüleyiciyim, gecenin sonunda ve sabahın ilk saatlerinde tek görmek istediğim insan benim. Bu ömür boyu sürecek bir ilişki ve asla boşanmayacağım. Kendimi asla yarı yolda bırakmam. Kendi başına olmak kesinlikle bir ayrıcalık, bunu siz çok iyi bilirsiniz.
Ama bazen kendinizle olmak gibidir bir başkasıyla olmak. Benim için en değerli kıstas budur. Aynı olmaktan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın beni. Kendimle geçirdiğim kadar iyi vakit geçirmekten bahsediyorum. Hatta daha da iyisi, sıkıca sarılabildiğin…
“Severim 1’i, bir ben, bir o, bir ay, bir güneş. Oysa “teklik” yanıltıcı bir kelime. 2, paylaşım, kendini bırakıştır, cezbetme ve reddetme, evet ve hayır.”
Evet ve hayır.
Belki hem evet, hem hayır.

Korkmayın bir yere gitmiyorum, bir yere sürüklenmiyorum. Sadece kontrolü elimden bıraktım, altını üstünü yoklamıyorum, dünün ve yarının peşinde değilim. Onlar benim peşimde artık. Ben bugünün bile peşinde değilim. Hiçbir şeyin değilim.
Bir sabah güneş düştü üstüme, yıllardır gitmediğim bir mekânda, uzundur hissetmediğim gibi hissettim. Güneşin yüzüme vurmasından korkmadım, alerjim başlayacak diye endişelenmedim. İçimdeki sesler sustu o sabah. Sonra da hiç konuşmadılar. İyi bir şeymiş. Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…
Neyini mi sevdim?

İnsanlara nazik olmasını sevdim, hayvanlara yumuşak gözlerle bakmasını, her şeyini paylaşmasını, durup dururken yanağımı okşamasını, sakinliğini, yarım gülümsemesini, içinden gelen görgüsünü, hissettirmeden yol vermesini, bir toplu taşıma aracındayken o arkadaşıyla konuştuğu ve ben müzik dinlediğim halde kolunu yanımdaki cama dayamasını sevdim, oraya ait olduğumu hissettirmesini, sofra kurmasını sevdim, bulaşıkları yerleştirmesini, ne istediğimi sormasını, dikkatle cevabı dinlemesini, unutmamasını, hayatımın içinde hem çok yeni, hem çok uzun zaman olmuş gibi durmasını sevdim, hararetle akan bir hayatın içindeki sakinliğini sevdim, çokça susmasını, uzun uzun konuşmasını…
Kızdığı zaman bile kötü sözler kullanmamasını…
Hayır, endişelenmeyin, tabii ki bana değil, bana neden kızsın ki, hem… bana kim kızabilir ki? Kaza yaptığımızda veya maç seyrettiğimizde olanlardan bahsediyorum. Ah, evet, siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ama anlıyorsunuz değil mi?
Hem bana benzemesini, hem de farklı olmasını sevdim.
Başkaları yapsa, çok umursayacağım ufacık şeyleri ben yaptığımda fark etmesini ve umursamasını sevdim.
Evet, haklısınız, ne farkı var diyorsunuz, tabii, hayatım boyunca el üstünde tutuldum, prensesler gibi davrandılar bana, bir sürü incelik gördüm, tonlarca sürprizler yaptılar, ya tavlamak ya elde tutmak için bir sürü şeylerini feda ettiler, onları incittiğimde bile, egolarını tırnakladığımda bile daha da bağlandılar, alay ettiğimde daha fazla ateşe attılar kendilerini, çok gösterişli şeylerle nefesimi benden almaya kalktılar.
Ben de onları listeledim. Hiçbir işe yaramayan listeler halinde, kâğıt üstünde, orda burada bıraktım gündelik hayatımızda parlak olan isimlerini, hiçbir işe yaramadılar, hiç gün ışığı göremediler benden yana.
Oysa şimdi ayaklarım yerden kesilmiyor, sadece…
Sadece dinlendirici bir sessizlik.
Başımı döndüren de bu.
Onun dışındaki tüm sesler susuyor.
Buna anlamlar yüklemenizi istemiyorum.
Sadece olduğu gibi bir durum bu. Samimi bir şey. Hesapsız…
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu. Ahenkli, cazip, serinletici, özlenen…
Tamamen gerçek, çekiciliği de orda zaten.
Siz karşınızdaki kişiye dönük durmazsanız hayatta, anlarlar. Hele ki karşınızdaki bir kadınsa…
Ben anlıyorum “canım” kelimesinin farklı tonlarını, telefon edildiğinde seçilen kelimeleri, minik bakışları, bir kapıdan önce kimin geçtiğini ve beni hayatında nereye koyduğunu karşımdaki insanın.
Bir kadın yerini anladığı ve memnun olmadığı zaman erkeğe nefes alacak alan bırakmaz. İlişkinin serpileceği oksijen bırakmaz. Çünkü adam hayatında o kadını gözü kara bir şekilde istememiştir. Zamanla tanıyıp, sevse, hayatında çokça olmasını istese bile, cesur hamleyi yapmamıştır adam. Karar vermekte hep tereddüt etmiştir mesela. Ve hayat sürüp gitmiştir.
Adam hayatına devam eder.
İş hayatı sıradan iş sorunlarıyla devam eder.
Özel hayatı alışılmış kaprisleri ve oyunlarıyla devam eder.
Sosyal hayatı inişli çıkışlı takvimiyle devam eder.
Adam devam edemez ama.
Kadın da kimseye yakın duramaz. Yine o kırık ses tonlarını fark edeceğinden korkar.
İkisi de kimseyi gerçekten tanıyamazlar.
Gerçekten…
Gerçekten kimseyi tanıyamazlar.
O zaman da ne âşık olur, ne de severler kimseyi.

Ne de hayata bağlı kalırlar.
Bir köşede sorgularlar, “kader, karma, kuantum” gibi süper felsefeleri. Bir taraftan kendilerini dağıtırlar hayır diyemedikleri sıradan sohbetlere.
Kendilerine kendileri bile üzülemezler.
Onlar bile acımazlar kendilerine.
Yazık olur.
Sesleri çıkmaz.
Çıkamaz.
Çünkü suçlu onlardır.
Aç bir çocuk gibi her şeker paketini açıp, her birinden bir ısırık aldıkları için, hiçbirinin tadını anlayamamışlardır.
Anlayamazlar da zaten.
O tırtıklı, fosforlu, herkesin peşinden koştuğu duygu, yaptığın seçimin peşinden gitmekle bulunur.
Verdiğin karar saygı duymakla sızar içine.
Sonuna kadar gidilir.
Yani, aşk, bazen söylemediklerinde gizlidir, o taaa içinde kalanlarda.
O yüzden en büyük aşkı da içinizde bulmalısınız zaten.
Kendinize karşı.
Ben öyle yaptım.

Şeker paketlerini önüme yığıp hâlâ açgözlülükle ve açlıkla ağlamak istemedim çünkü, bekledim. Siz benim “Obur Üzüm” yazımı okumuş muydunuz? İşte toprağın derinliklerinden getirdiğim efsunlanmış aromamı artık toprak üstüne çıkarma vakti. Persephone’nin zamanı geldi de geçiyor.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Rahmetli 4 ayaklı kızımı tutardım ben, fren yaptığımda sarsılmasın diye. Bilinçli bir şey değildi. O da beni tuttu, kasislerden geçerken, bilinçli bir şey değildi.
Güzelliği de ordaydı zaten.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu.
Endişelenmeyin siz, yüzüme vuran kendi ışığım…
Yüzüme vuran güneş ışığı.

“Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…”

http://ayseselcen.blogspot.com/2008/08/55-yanltc-teklik.html



İzler
1- Cesare Pavese
2- Pearl Buck
3- Henry David Thoreau
4- Sofokles
5- Marcus Aurelius

20 Kasım 2009

72- Misket

Misket

Dakikalar geçmiyor.
Saatler hiç…
Bir fanusa kapatılmış gibi hissediyorsun kendini, nefes alamıyorsun. Göğsünün üzerinde bir taş. Onu altında da, arada kanat çırpan bir küçük kuş…
Sanki sana hala yaşadığımı hatırlatmaya çalışıyor.
“Ne fark eder?” diyorsun, “Yine düştüm.”
“Her tarafım yara bere içinde.”
“Canım yanıyor.”
Her şeyden medet umuyorsun, katrana bulanan zamanların daha yavaş geçtiğini biliyorsun.
Sızladığını her bir yanının. Aşktan, sevgiden, acıdan.
“Daha büyüyecek o, sevgiyi anlamıyor henüz, aşktan iliklerine kadar üşümüyor, kemiklerine kadar ısınmıyor, yoksa bu kadar kolay avuçlarını açıp kayıp gitmesine izin vermezdi hiçbir şeyin” diyorsun.
Özdemir Asaf’a sığınıyorsun, “Bir sevgiyi anlamak, bir ömür harcamaktır. Harcayacaksın!” diyorsun. “Harcasın, geç kalmadan” diyorsun.
Anlarken onun içinde bulunduğu karanlıkları, kendi karanlıkların da seni boğuyor. Elini çekmesin istiyordun ama sen açtın kapıyı, o girdi içeri. Oturdu başköşeye, sonra savaşmayı bıraktı, senin için, sizin için. Sonra kapıyı senin arkandan kapattı. Kendisi de istemiş meğerse o kapıyı açmak. “Tükendim” dedi sana, “birbirimizi kırmaktan yoruldum. Toparlayamıyoruz, gitgide daha kötüye gidiyor. Burada kalmalıyız biz artık” . “En azından bir süre” değil mi?
Kalmalı mısınız burada?
Hikâyenin sonu bu mu?
Tükenmemişken siz, geri kalan her şey bitti mi?
Bitmeyince bitirmek daha zor değil mi?
Bir sürü söze sırtını dayamak istiyorsun…
“Seninse geri gelecektir.”
“Gelmemen önemli değil, gelsen önemli olurdu. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.” (1)
En çok gözlerini özlüyorum, diyorsun, o gülümsemeyle parlayan gözlerini.
Sonra sözlerini… Sessizlikle karışan sözlerini, hiçbir şey vaat etmeyen sözlerini…
Şimdiden bu kadar çok özlenir mi her bir şey?
Bir şeyin en dibindesin.
Kızdın mı, kırıldın mı kendine, anında yok olmak istiyorsun, yatakların içinde, acının uzağında, aşkın sıcağında, umudun kucağında…
Duyguların karışık, yoğun, şiddetli. Kızgınsın, kendine, hayata… Darıldın.
O tatlı gülümsemeli oğlan çocuğuna babası misket oynatmazmış, sen o misketleri alıyorsun, hadi oynayalım diyorsun, bu sefer başımıza bir şey gelmeyecek.
Olmuyor ki, elini uzatamıyor…

“Sen aşkın talibi, o da galibi”… (2)
“Yanmam lazım, daha yol almam lazım, kendimden caymam lazım”… (2)
Her şey olduğu gibi duruyor.
Ama sanki birisi alıp pilinizi çıkartmış sizin ilişkinizin. Kaldırmış dolaba.
Ama sen şöyle düşünmek istiyorsun.
“Pilimizi çıkarttık, şarja koyduk. Düzelecek her şey”.
İnanmak istiyorsun buna. Size. Yaklaşan aydınlığa…
Susuyorsun, sustuklarını yazıyorsun. En çok da o dosta (KLM). Kendine yazar gibi ona yazıyorsun, “ben seni çok özlüyorum, o yüzden seni hep göreceğim” diyen o bencil ve tatlı çocuğa yazar gibi o dosta yazıyorsun, yazarken kalbine, kelimelerine sınır koymadığın, en görülmez taraflarını gösterebildiğin o dosta döküyorsun elektronik mektuplar… Kısa olmayan kısa mesajlar…

Aşk marazlıydı, hep bir yerde öyle oluyordu zaten. Uyuşturuyordu, sarsıyordu, yıkıp geçiyordu.

Sarhoş kavisler çiziyor rüyaların, bir ona, bir sana, bir yalnızlığa çarparak kâbuslarla uyanıyorsun. Japon çizgi filmindeki kızlar gibi, fışkırıyor gözlerinden yaşlar. Uyanınca hep fışkırıyor, aklına ilk gelen hep aynı şeyler oluyor. Hep o oluyor…
Hani birisi elinden gelen her şeyi yapmıştır, geri adım atmıştır, ayrılmak istediği söylemiş ve hemen pişman olmuştur ve toparlamak istemiştir. Koşmuştur, uğraşmıştır, kalbini sonuna kadar açmıştır, tüm zayıflıklarını, tüm yaralanacak yerlerini göstermiştir utanmadan, gitme demiştir, kal, biz bitmedik demiştir. İşe yaramamıştır.
Sevgiye küçük bir yer açmak ne kadar zor, ne kadar yosun tutmuş ki kalplerimiz, üstüne basan kayıp düşüyor.

“Kendini kayırıyor her insan önce / Bu yüzden aşka kıyar” (3)

Böyle değil mi, onun da hikâyesi?
Kendini kayırıyor her şeyden önce. Bu yüzden aşka kıyıyor.
Yolunu kaybetmiş, kendini kaybetmiş, bulması gerekiyor, doğruyu anlaması gerekiyor. Hem sana hiçbir söz vermedi ki, şimdi de vermiyor. O rayına girince, özlemeye dayanamayınca, aşkın her şeyden daha kıymetli olduğunu anlarsa, misketlerini alıp gelecek.

“Giderim alışığım gitmelere / Direndi bu can ne bitmelere” (3)

Şimdi gitmek gerek.
Önce kendi içine doğru, sonra uzaklara.
Hemen Nietzsche’ye sığınıyorsun, yıllar önceki çoook eski bir yazıda yazmıştın: “Beklemek zehirliyor kafayı, sevmek beyhude”…
Beklediğini anlamamak için gitmek gerek, yeni bir sen’i sevene kadar gitmek gerek, o seni tekrar sevene kadar gitmek gerek, umudunu yenileyene kadar gitmek gerek…
Herkes aynı dersi alıyor, “Kötü sandığımız, bittiğimizi sandığımız, bittiğini sandığımız her şey yeni bir başlangıçmış. Yeni bir ışıkmış”.
Her zaman geri dönüşler varmış, her şeyin tekrarı, düzeltmesi olabilirmiş.
Şimdi sürekli kendine tekrarlıyor, hep yorduk birbirimizi diye… Ara vermek gerek diyor.
Biliyorsun her gece özleyecek, her sabah acıyacak canı onun da, yeni bir yere gittiğinde, yalnız veya arkadaşlarıyla maç seyrettiğinde, başka başka insanlarla tanışıp ümide kapılır gibi olduğunda, bir başkasına dokunduğunda, kendini sevmeye çalıştığında, evde sıradan işleri yaparken, dolma yerken, tost yaparken özleyecek. Çok özleyecek.
Eksik kalacak, bundan sonra ömrü boyunca hep bir şeyler batacak kalbine, burada bırakırsa savaşı, hiç tam güvenemeyecek kendine.
“Savaşmaktan korkan kendine yenilir” diyen Yıldırım Bayezid’i hatırlatmalısın ona, yoksa o da eksik kalacak, hayatının fırsatını kaçırdığı için, (“Erken benim için, zamanı gelmedi henüz yerleşmemin, hayatla bağ kurmamın demişti, tam olarak bu kelimelerle olmasa da), hiçbir şey için doğru zaman yok ki, doğru fırsat var, eline geçince, ele geçirmek istiyorsun o fırsatı.
Savaşmaktan korkuyor ya, bıraktı ya çabalamayı, hep batacak içinde bir şeyler, kendini eksik sevmeyi öğrenecek.
Bir gün, çok geç olmadan anlayacak, eksik büyümektense, sevgiyle sarmalanmanın kıymetli olduğunu. Her şeye rağmen.
Onun kıymetli olduğunu, senin kıymetli olduğunu, birlikteyken her şeyin daha kıymetli olduğunu…
Öleceksen bile savaşıp kanının son damlasına kadar, öyle teslim olmanın değerli olduğunu, elinden kayıp gitmesine izin verdiğin şeylerin insanın karakterini zayıflattığını, kalbini yorduğunu anlayacak.
Sen zaten biliyorsun.

“İki Sakin”
18 gündür temizim
Onla başlayan cümlelerden uzak
Dört başı mamur deliyim
Giderim yine ben yoluma giderim
Hep arada kalıyorken aşk çıkamıyorken
Kabuğu kıramıyorken nasıl nefes alalım
Hep seni yaşıyor bir türlü aşamıyorken habire yeniliyorken
Nasıl nasıl…
(…)
İki sakini olmalıydı bu evin
İki de sevdaları
Bir sarıldılar mı bütün eşyalar ayaklanmalı. (4)

Saymıyorum henüz kaç gündür temizim.
Aşktan arınmış mıyım?
Mümkün mü böyle bir şey?
Temiz miyim?
Yoksa bütünüyle kirlendim mi?
Ağladım…
Ağladım…
Ağladım.





PS. Sonra bir gün ışığa uyanacağım. O zaman büsbütün temiz ve aydınlık olacağım. Belki de misketlerini alıp gelecek, gururunu temizlemiş, içini aydınlatmış, kalbini doldurmuş olarak. Varsa misketlerim çıkıp oynacağım. Yoksa... Göreceğiz... :)




İzler
1- Özdemir Asaf
2- Televizyonda duyduğum bir şarkı, Hande Yener “Kibir”.
3- Işın Karaca, “Yetinmeyi Bilir misin?”
4- Ayşe Özyılmazel, “İki Sakin”


16 Kasım 2009

71- Yoğurtçu, sütçü, PR’cı…

PR’cılar kimler acaba?
Önce Cengiz Semercioğlu, sonra Ayşe Özyılmazel yazdı ve Ayşe ablamız da hemen bir tanım yapıştırdı, aynen yoğurtçu, sütçü gibi: PR’cı.
Bütün yazı boyunca da sürekli pr’cı aşağı, pr’cı yukarı. İyi, tamam, anladık, konuştuğun dilde yazıyorsun da, imla kuralları, meslek etikleri gibi şeyleri düşünmüyor musun?
Yoksa severdim ben Ayşe ablayı, okumuşluğum var yazılarını. Hatta birkaçını sevmişliğim bile var. Üstelik bu “PR’cılar yüzünden telefonumu değiştirdim” başlıklı yazısında (06 Ağustos 2009) söyledikleri de doğru. Hepimizin başındaki derttir, işini yapmaya çalışan fakat özel hayatın sınırlarının farkında olmayan ve mesai saatlerinin esnekliğinin ısrarla zorlamaya çalışan halkla ilişkiler uzmanları.
İtinayla delirtirler sizi. Önce mail atarlar, sonra attıkları maili alıp almadığınızı kontrol etmek için telefon ederler, hatta aramışken bir daha anlatırlar konuyu size telefonda. “Tamam” dersiniz, “anladım”, “yazıyı kullanabilirsem kullanacağım”, “haber yaparsam ararım sizi”, “davete gelebileceksem gelirim”…
Fark etmez.
Yine ararlar. Davet günü için teyit isterler. Ayşe ablamızın dediği gibidir durum: “Gece saat 10, Pazar sabahı saat 9 demeden düşüncesizce gelen PR’cı telefonları beni bezdirdi.”
Ama iyiler var aralarında, işini iyi yapan demiyorum sadece tabii ki, insani sınırlara özen gösterenler demek istiyorum.
Ben son aylarda artık gazete, dergi uzantılı iş maillerime de bakmıyorum. Eskiden de pek bakmazdım ama bir asistan okur, seçer gönderirdi onları ayrı bir maile. Önemli basın bültenleri, şahsi mektuplar atlanmamış olurdu böylece.
Oysa şimdi hesap ettim, en son Haziran ayında kontrol etmişim gazete, dergi uzantılı mail adreslerimi…
Eee, ben de sessiz protesto ediyorum. Ayşe ablam izindeyiz. 
Ben uzun zaman önce hallettim “PR’cılarla işimi”. Bana 2-3 mb’lık mailler atan her bir arkadaşa mail atarak, “bu e-posta adreslerinde önceliğin okuyucunun ulaşması olduğunu söyleyerek, yüklü eklerle gönderecekleri e-postaları sadece metin olarak göndermelerini, fotoğraf gerekirse benim onlardan talep edeceğimi” yazdım. Zaman içinde işe yaradı, artık mail adreslerim kilitlenmiyor. Sürekli telefonla rahatsız edilmiyorum çünkü benim menfaat ilişkilerinin had safhada olduğu basın gezilerine hiç gitmediğimi öğrendiler. Memnun kalmışsam yazarım, kalmamışsam, kalmadığımı yazarım. Bu da öğrenildi. Dolayısıyla rahatım.


ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* Hayatının kıstası benim!
Babaannem hayatını bana göre ayarlıyor. Ben kahvaltı ettiysem ediyor, dinleniyorsam uyuyor. Kendisi yemek yerken boğazından geçmiyor, hemen soruyor: “Selcen yedi mi?”.
Kendi oğlunu, gelinini, kocasını bana göre tanımlıyor.
Oğlum demiyor, “Selcen’in babası” diyor, gelinim demiyor, “Selcen’in annesi” diyor, “Selcen’in büyükbabası, arkadaşı, kedisi, köpeği” her şeyin ölçüsü benim yani.
86 yaşında.
Yüzü beni görünce gülüyor, “hayatımın anlamı” diyor. Ne güzel geliyor insana.
Bitmedi aşkımız yıllardır. Hiç kimse yokken, ben ordaydım.
Hiç kimse yokken, o oradaydı.
Ah bir de hayata bakışımız aynı olsaydı.
“Datundan yinmez” olacaktı aşkımız.

PS. Birlikte tatildeydik babaannemle, uzundur rafa kaldırdığımız belgesel projesine devam ediyoruz yavaş yavaş. Anlatıyor eski günleri, Selanik’i, Atatürk’ü, Makbule Hanım’la alışveriş seanslarını…

* İffetli kadınla neden evlenilmiyor?
Bir Eda Taşpınar-Nurettin Hasman çözümlemesi 

Nurettin Hasman ve arasında yaş farkı olan kıtır ikoncan sevgilisi Eda Taşpınar ayrıldılar. Bunun arkasından da Taşpınar’ın sörf hocası Bora Kozanoğlu’yla ilişkisi yazıldı çizildi. İnkâr ettiler. Ayrılık sebebine gelince, Eda sürekli “Nurettin’e sorun” dedi. Hasman da konuşmadı.
25 Ağustos tarihli Hürriyet’te Taşpınar’la Kozanoğlu’nun evlenecekleri haberi çıktı, yanında da Hasman’ın sözleri. Üstelik başlığa bile çıkarmışlar.
“İffetli kadın sanmıştım”.
Peki iffetli kadın sanmışsın, 6 yıl yanında taşımışsın da neden evlenmedin?
Kız da seni bırakıp kendi yoluna gitti.
Birisinden ayrılınca ister 1 hafta, ister 1 ay sonra bir ilişkiye başlamak iffetsizlik mi?
Tabii, ayrılık arkasından aylarca acı çekeceksin, bunu da göstereceksin, moloz kendi değerini yine senin üzerinden anlayacak. Ondan sonra istediğini yapmakta özgürsün, tabii o acının ağırlığını üzerinden atabilirsen.
Taşpınar, 6 sene beklemiş. M-adam evlenmemiş. Kız da genç ne yapsın, sonuçta evlenmek, yuva kurmak, bir çocuk sahibi olmak istiyor. Bunda kınanacak bir şey yok.
Yeni koca adayı Kozanoğlu ise şöyle anlatmış durumlarını: “Her şey bir anda oldu. Kendimi çok iyi hissediyorum (Aşk böyle bir şey işte). Aşkın süresi ve zamanı olmaz. İki gün, bir gün, bir saat… Eda ile evlenme kararı aldık. Ailelerimize açıkladı. Evlilik planları yapıyoruz ve evleneceğiz”.
Sen askıya alırsın, bir başkası tapusunu alır.
Bu kadar basit.
Sonra da “iffetsiz kadınmış” diye söylenirsin kendi kendine…

* “Ameliyatla ressam oldu!”
Haberin başlığı da tam olarak böyleydi. İngiltere’de şiddetli baş ağrıları ve baygınlığın ardından, 15 doktorun katıldığı 16 saatlik ağır bir ameliyat geçiren Alan Brown (49), ameliyatın ardından çok beğenilen resimler yapmaya başladı. Daha önce çöp adam bile çizemezmiş! Şimdiki hedefi ise, ünlü bir ressam olmak.
Uzmanlar, beyinde meydana gelen bazı hasarların farklı etkilere yol açtığını ve beyindeki “yetenek” ya da benzer merkezleri etkilediğini tahmin ediyorlar.
İlginç değil mi?
Sır çözülürse, herkes ameliyat karşılığı istediği yeteneğe kavuşur. Ve sonra kader/karma gibi kavramların üstü çizilir…

* Sinek kovucu, sinir sistemine zararlıymış!
Fransa’da Kalkınma Alanında Araştırma Enstitüsü’nde görevli Vincent Corbel ile Angers Üniversitesi’nden Bruno Lapied, birçok böcek kovucunun içinde bulunan “deet” adlı kimyasal maddenin nörotoksi olduğunu açıkladı. Corbel “Bu maddenin merkezi sinir sistemi için çok önemli olan asetilkolinesteraz adli enzimi engellediğini de saptadık” demiş.
Neymiş, öyle bacaklarına sinek kovucu spreyler sıkanlar, evde prizde sürekli takılı böcek ilacı bulunduranlar bir daha düşünmeli…


NE DEMİŞ?
—Yalnızca bir türlü aşk vardır ama görüntüleri binlercedir.”
—Aşk aranmaz da, bulunmaz da. Birden bire içine düşülür.”

İskender Pala, son kitabı Katre-i Matem için verdi röportajda Aycan Saroğlu’na böyle söylemiş (HT, 11 Nisan 2009)


NE YAPMIŞ?
“1001 Gece” dizisinin başrol oyuncuları Halit Ergenç, Bergüzar Korel, Tardu Flordun ve Ceyda Düvenci, Kuveyt’teki hayranlarını ziyaret etmiş ve Al-Rai televizyonunda canlı yayınlanan bir programa konuk olmuşlar. Ben de uzundur yazacaktım, aldığım notların arasında kalmış, aklımdan da tamamen çıkmış. Geç olsun güç olmasın dedik  (ben, keyfim ve kâhyam), yazdık.
Bir de imza günü vardı: 3000 kişi katılmış. Arap basınının yoğun ilgisiyle karşılaşmışlar. Ben hepsini televizyondan izledim. Ve çok sevindim, bu dört oyuncu harika temsil ettiler bizi. Nezaketleri, güler yüzleri… Bir de hepsinin akıcı konuştukları İngilizceleri… Vardı bir-iki küçük kusur ama heyecanlarına vermek lazım, herkesin başına gelir. Hepsi de şakır şakır konuştular ya, bravo valla!

NE OLMUŞ?
Amerika’daki favori mağazalarımdan BestBuy Türkiye’ye geliyor. Kardeşim alıştırdı beni de. Önceleri internetten sipariş veriyor, gittiğimde orda evimde kapıda buluyordum aldıklarımı. Sonraları mağazanın içine girmeden edemez oldum. İndirimler, kazandığın puanlar da cabası. Geek Squad da (bir nevi inek ekibi, yani konunun uzmanları) iyi çalışıyor, elektronik her tür sorununuzda yardımcı oluyorlar.
Şimdi Türkiye’ye geliyor “mavi tişörtlüler”. İlk şube İzmir’de. Ali Saydam yazmış, BestBuy’ın eleman arama ilanlarını bir “pazarlama iletişim aracı” haline getirme başarısını.
Kara kuru bir İK ilanı yerine, www.buistebiisvar.com adresinde kampanya başlatmış ve “Bu İş’te Bi İş Var” diyor adamlar.
Sitede iki erkek, bir kız üç genç karşılıyor, ziyaretçilere 3 soru soruluyor, bu 3 genç de farklı cevaplar veriyorlar, siz doğru cevabı verdiğini düşündüğünüzün üstüne tıklıyor, soruları doğru cevaplayarak bitirdikten sonra da, online iş başvurusu yapıyorsunuz.
İstanbul şubesini şimdiden heyecanla bekliyorum.

selcencosmoz@gmail.com



16 Eylül 2009

70- Evli ünlü genelevde

“Ayşegül tatilde” gibi oldu değil mi?
Bir sunum izledim, kanuni ve adli bilim açısından çocuk-anne ve kürtaj çıkmazını sorgulayan.
Örnek bir dava da konuşuldu. Geneleve giden ünlü ve evli bir işadamından hamile kalan bir “hayat kadını”nın davası. Adam içkili bir şekilde geliyor geneleve, kadın da “hah, tamam, oltaya düştü bir sazan” diye düşünüyor herhalde ve ücret kesmiyor. Sanki sevgililermiş gibi “muamele” ediyor adama. Sonra da hamile kalıyor. Bunu öğrenen adam çıldırıyor. Kadın fiş kesmemesini de “biz zaten birlikteydik” diye ifadesinde kullanıyor. Adam da su sıralarda AİHM’e gitmek üzere.
Sunumdan sonra, herkes yorumlar yaptı, tartışıldı konu enine boyuna. Ben fikrimi söyledim, sunum yöneticisi profesör de benim ifademe dayanarak ilk defa görüş bildirdi: “Arkadaşınıza katılıyorum” dedi.
Özetle şunu düşünüyorum: “Bir kadının bir adamdan –sevgilisi, kocası olsa bile-, aralarında ortak bir karar yokken hamile kalıp, adamın itirazına rağmen doğurmaya kalkmasını ‘aşağılık ve bencil’ bir davranış olarak tanımlıyorum. Bir adamın da karısını, sevgilisini aldatmasını yine aynı şekilde ‘aşağılık ve bencil’ bir davranış olarak sınıflandırıyorum. Hele bir de bu cibiliyetsiz (çok severim bu eski tanımı, haydi bilmeyenler açın sözlüklerinizi) eylemi yaparken, korunmayarak dişi eşinin sağlığını tehlikeye atmasını ve üstelik kendi başına bin bir tür rezil bela açmasını daha da zavallıca buluyorum”.
Bu kelimelerle ve özet olarak bunları söyledim. Tabii ki sunumdan sonra tüm kanuni, tıbbi ve ahlaki endişeler bir yana bırakıldı, üstüne bir de dedikodu yapıldı. Konu dolaştı geldi Deniz Akkaya’ya…
Pakize Suda, dişi eşi kendinden habersiz hamile kalan bir adamın “tecavüzle hamile kalan bir kadından farkı olmadığını” söylüyor. Çok haklı.
Kimin hakkı var, bir insana istemediği/hazır olmadığı/hazır olmadığını düşündüğü bir sorumluluğu yüklemeye?
“Hadi diyelim, konuşuldu, anlaşıldı, kadın erkeği bütün sorumluluklardan azat etti, doğurdu. Mahalle baskısı o adamı ne hale koyar bilir misiniz? Çocuğunu istemeyen adam! Hayatı kayar vallahi. Babalık bunun yanında daha kolay.” diyor Suda.
Çünkü insanoğlunu “baba” yapan şey sosyal hayat. Öyle annelik gibi içine doğmuyor bir anda hormonlarla, karnında kıpırdayan bir şeyle gelip yerleşmiyor bir yerlerine. Günün birinde, sağ omzunun orası çocuk diye sızlamıyor bir erkeğin.
Pakize Suda’nın 17 Mayıs tarihli köşe yazısından bir alıntıyla noktalamak nükteli olacak:
“Bir çocuğun dünyaya gelmesi için kadının varlığı şarttır. Etiyle, sütüyle, kanıyla, canıyla, ismiyle, cismiyle.
Erkeğinse bir tek spermi lazım.
O da ibadullah her yerde!
Parayı bastırıp alıyorsunuz, çatır çatır doğuruyorsunuz.
Erkeğin baba olmak için bir kadına ihtiyacı var. En azından kiralık bir rahme.
Bir şekilde eline bir yumurta geçirdi diyelim, ne yapacak onu?
Kavanoza koyup seyredebilir ancak!
Kadınsa spermi aldı mı gerisini kendi hallediyor.”



ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* Ömür Gedik ve hataları
Sustum sustum, artık hatalar daha büyük başlara dokununca duramadım. Medya camiasında bir sürü abla gibi, bir şekilde peydahlanan, kendi kendine mitoz bölünmeyle çoğalan kişilerden yeterli miktarda var. Eh, bu ablamız da sonradan chantör olan doktor sevgilisiyle iyice prim yaptı.
Neyse kimliğini tanımlamayı bir kenara bırakalım… 30 Temmuz 2009 tarihli köşesinde bir başlık atmış ve Freddy Mercury’i diriltmekten bahsetmiş. Grubun adı da “Quenn”… Hata hem başlıkta, hem yazı içinde.
Koskoca “Queen” olmuş “Quenn”…
Birkaç yazarda daha bu kadar sık ve vahim imla hataları görüyorum. Acaba diyorum, bu insanlar köşe yazarı “oluverdikleri” için, bir editör kontrolünden geçmiyor mu yazıları? Her bir şeyi bilir mi kabul ediliyorlar?
Yoksa bu aralar Hürriyet gazetesinin editörleri yaz rehavetindeler mi? Çünkü en çok imla hatasını Hürriyet’te görüyorum.
İnsanlık halidir, makul miktarda olduğunda göz yumulur amma velâkin…
Nedendir bilinmez ama lokantada önüme serilen Amerikan servisinin üstündeki hataları bile düzelten ve hatta zamanında, bu şekilde bir PR işi alan beni, çok rahatsız ediyor bu hatalar…

* Yakışıksız Atatürk sorusu
Geçen hafta sormuştum. Bazılarınız foruma yazmak yerine, cevaplarını maille yolladılar. Herhalde sayfanın yeni düzenine alışamadınız. Gördüğüm şudur ki, herkes durumun farkında.

Açık öğretim Lisesi sınavından sorulan bir soru herkesi şaşırttı. Söz konusu olan Milli Eğitim Bakanlığı tarafından, T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük I. Dersi için hazırlanan 11. soru.
Sorunun cevabı C şıkkı. Ancak cevap şıkları sınava giren birçok öğrenciyi ve velilerini rahatsız etti. İstanbul Büyükçekmece Recep Güngör Lisesi’nde sınava giren öğrencilerden İpek B. “ Bu soru Atatürk’e yapılmış bir hakarettir. Atatürk, mandacılıkla, hayalperestlikle, maceracılıkla bu ülkeyi kurtarmadı.”
Okuldaki öğretmenlerin de tepkisini çeken soru için, velilerden biri dava açmaya hazırlanıyor.
Haberi veren Habertürk gazetesi (17 Mayıs 2009) bakalım takip edecek ve sonucu da bildirecek mi? Takipteyiz!

(Tarih 31 Temmuz ve hâlâ bir şey yok.)

NE DEMİŞ?
Akşam yazarı çitos Tuğçe Tatari, “Kadın veya erkek fark etmez yeter ki cüzdanı dolu olsun” başlığını atmış yazısına ve sayfasının salonunda eşcinsel kulübü Tekyön’ü anlatmış. Malum yavrucuk ilk defa gitmiş…
Neyse kendince kıyak geçmiş ve adres falan belirtmemiş; “Orada kendi dünyalarının keyfini yaşayan insanların huzurunu bozmak” istememiş çünkü.
Sayfasının arka odasında ise “Lavabo diyenin dili tutulsun” başlığıyla güzel bir konuya değinmiş. Benim de çooook dalga geçtiğim bir konudur.
Regl olunca, hastayım diyenler, tuvalete gitmek için “lavabo nerde?” diye soranlar… Sanki lavaboya işeyecek!
Neyse Tuğçe evladımız sonrasında yorum yapmış; “Gün geçtikçe köylüleşiyoruz. Ayıp nedir onu bile şaşırdık. Hanımlar ve beyler, tuvalet demek ve tuvaleti çiş-kaka yapmak için kullanmak ayıp değildir.”
Duydunuz mu “köylüleşiyormuşuz”!!!
Vah zavallım, kendini aristokrat zannediyor da, çıktığı kabuğu beğenmiyor…

NE YAPMIŞ?
Akşam Pazar günü eklerinin çitos (Cheetos) yazarı Yiğit Karaahmet, ilk defa düzgün bir yazı yazmış. Kendi içinde bütün, eğlenceli, gündemi yakalayan…
Arşivden açıp okuyunuz…
“Türbanlı Yiğit, karşı mahallede”, 19 Temmuz 2009.


21 Ağustos 2009

69- Sadakat / sizlik

Yaz geldi, aşk geldi, aşka geldik. 
Neden bilinmez, bütün köşe yazıları aşka, ilişkilere dokunuyor. Aldatma / aldatılma konuları çok daha fazla gündemde. Ya da bana öyle geliyor, tipik bir algıda seçicilik durumu… Üstüne bir şeyler karaladım ya, gözüm hep konuyu genişletecek diğer kaynakları görüyor.
Siz de boş durmadınız: laf atanlarınız oldu, bir forum yazarımızın dediği gibi “okuduğunu anlamayan okuyamayan-yazarlar” oldu, hikâyeyi bana etiketleyenler oldu.
İşte açıklama: Benimle alakası yok, Betül Mardin söylemiş bir röportajında, ben yorumladım.
Şimdi de, bir başka merciden görüşler sunuyorum.
Kimseye yormayınız, sadece okuyunuz.
Can yakan veya canı yanan olmuşsanız, kendi içinize göz atınız.



PS. Sitemiz yenilendi, arşiv yazılarının bir bölümü buraya taşınıyor. Artık eskisi gibi, arşivde son 10 yazıyı görmeyeceksiniz. Hâlâ bir sürü sorun var, kullandıkça ortaya çıkıyor ve düzeltiliyor. İmla hataları – ki benim en çok takıntılı olduğum şeylerdir- tonlarca yazılarımda. Buraya aktardığımız program desteklemiyor ve düzeltilmesi zaman alacak. Sabrediniz…
Başka güzellikler de var, yazıları bir sürü sosyal iletişim “şeyinden” paylaşabiliyorsunuz. Keyfini çıkarınız…


ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* “İki cinsin motivasyonları farklı”

Kognitif ve Davranış Terapileri Derneği Başkanı, ilişki terapisti Prof. Dr. Mehmet Sungur, son kitabı “Sen, Ben ve Aramızdaki Her Şey” sebebiyle röportajlar veriyor. Birkaç röportajından kolaj yaptım ortaya karışık. Afiyetle buyurun…

“İnsanın gözünü yakalayan çok şey olur ama gönlünü yakalayan iki-üç şey vardır. Ve hepimiz, aşkın bir görme kusuru olduğunu biliyoruz.”
“Masallarımızın kahramanlarından vazgeçiyoruz ama masallarımızdan asla vazgeçmiyoruz.”

Sadakatsizliğin çeşidi çok, cinsellik sadece bir kısmı. Chatleşme, sanal seks vs. sadakatsizliğe yol açabilecek risk etkenleri. Kadınlar mevcut ilişkilerinde umudun azalması, heyecanın yok olması, hâlâ beğenildiği, sevildiğini hissetme amacıyla aldatıyor. Erkeklerde ise yanlış bir algılama var: Erkeklerin cinselliğe kadınlardan daha fazla ihtiyaç duydukları gibi… Özetle söyleyebilirim ki tüm acılara rağmen birlikte kalmayı tercih eden ve sorunları aşmak için el ele veren çiftlerin bir kısmı daha sadık ve daha sevecen olabiliyorlar. Hatta bu yeni süreçte ilişkileri eskisinden daha tatmin edici olabiliyor.

— Sadakatsizlik ve aldatma ayrı kavramlar mı?
Eşanlamlı değiller aslında. Üçüncü kişilerle yaşanan duygusal ve/veya fiziksel bir ilişkidir sadakatsizlik. Sonuçta birlikteliğin beklenti ve standartları çiğnenmiş olur. Aldatmaysa sadakatsizlik sonucu kaçınılmaz olarak ortaya çıkan, çeşitli yalanlar ya da dürüstlük sınırları dışında kalan söylem ve davranışları içerir. Kimse partnerini aldatmak amacıyla sadakatsizlik yapmıyor. Sadakatsizlik bir seçim, aldatmaysa bu seçimi izleyerek ortaya çıkan sürecin kaçınılmaz bir parçası.

— Sadakatsizlik ne zaman başlar?
İlişkilerde ‘ben’leri koruyarak ‘biz’ olmak önemli. Sadakatsizlik ise ‘biz’i yok etme riskini göze almaktır. Fakat çoğu kişi, “Nasılsa duyulmaz” diye, bunu göze almadan, sadakatsizlik yapıyor. Daha çok erkekler böyle davranıyor çünkü sevgiyle aşkı, aşkla seksi birbirinden daha net çizgilerle ayırıyorlar. Sadakatsizlik yapan erkek, karısını, sevgilisini sevmediğini düşünmez, onu durumdan ayırır.
(…)
Sadakatsizliği değerlendirirken, kibirden kurtulmak lazım. Sadakatsizliğe rağmen ilişkisine devam edenlere “onursuz” diyenler, kendi başlarına geldiğinde gidemezler…
“Sadakatsizlikle karşılaşırsam ilişki biter” diyenlerin oranı yüzde 90’dan fazla. Ama sadakatsizliğe uğrayanların yüzde 60-75’i ilişkisine devam ediyor.
Gidemiyor çünkü bu ilişki için çok yatırım yapmış. Birine bu kadar yatırım yaptıktan sonra gitmek kolay mı? Ekonomide buna ‘batık maliyet’ denir. İnsanın bir karar verirken, ilerideki avantaj ve dezavantajları da düşündüğü sanılıyor. Oysa insanlar karar alırken, geçmişte bu karar için yaptıkları yatırımlara bakıyor.

— Sadakatsizliğe uğramak nasıl bir acı?
İnanılmaz bir acı. İnsanı alt üst eden, güven duygusunu ortadan kaldıran bir şey.

— Ne gibi kayıplara neden oluyor?
Sadakatsizliğe uğrayan kişide kimlik kaybı oluyor. ‘Özel’ olma duygusunu yitiriyor, kendine saygısı yok oluyor. Adalet duygusunu, amaçlarını ve yaşama isteğini kaybediyor. Başkalarıyla bağları kopuyor, yalnızlaşıyor. Kendini suçluyor. Utanıyor. Ama sadakatsizlik yapanın da kayıpları var.

— Sadakatsiz neler kaybediyor?
Özür dışında ne yapabileceğini düşünüyor, çaresizlik yaşıyor. “Her gün aynı konu açılıyor, ne zaman bitecek bu” diyor, “Sadece ben mi sorumluyum” diye öfkeleniyor. Yalnız kalıyor. Suçluluk ve utanç duyuyor. Umutsuzluk yaşıyor.

— Sadakatsizliğe uğrayan neler yapmalı?
Krizin aşılması gerek. Ağır bir travmayı geride bırakmak için, yaşanan travmayı anlamlandırmak, bütün resmi görebilmek gerekir. Sonraki aşama ise affetme ve güveni kazanma aşamasıdır. Affetmek, olayı unutmak değil, bir karardır. Bazen, affedersiniz ama ilişki biter. Bundan sonraki hayata devam edebilmek için bu gereklidir. Acılardan ders çıkarmak önemli. İnsanlar bazen öğrenmiyor, aynı yanlışı yapmaya devam ediyor. Hayat bütün yanlışları yapacak kadar uzun değil.


* “Kadınlar, toy çocuk değil, erkek sever”
Richard Gere röportajı, 7 dakikada yapılmış olsa da, herhalde hafta sonunun en çok okunanlarından biridir. O 7 dakikanın içinde, 35 defa “karım” kelimesi geçiyor. Sürekli “biz” diyor. Belli ki mutlu ediyor “eşini” Gere ve mutlu ediliyor karşılığında da. İlişkilerin bir alışveriş mantığında olması yanlıştır ama aslında hep bir alışveriştir ilişkiler. Bazen uzun süre verirsin, sonra bir gün almaya başlarsın. Sabrın varsa…
Tabii en sağlıklısı dengeli olanı.
Özetle şöyle anlatmış ilişkisini Richard:
“Görünüşümden dolayı değil ama eşimden dolayı özgüvenim çok yüksek. Zaten bu yüzden birlikteyiz, beraberken kendimizi güçlü ve özgüvenli hissettiğimiz için. Biz sağlıklı yaşayan insanlarız.”

* İşte size bir Atatürk sorusu!
Cevaplayın, haftaya sonuçları açıklıyorum…
Aşağıdakilerden hangisi Atatürk’ün kişisel özelliklerinden biridir?
a- Hayalperest oluşu
b- Maceracı oluşu
c- Mantıklı oluşu
d- Mandacı oluşu


selcencosmoz@gmail.com


21 Temmuz 2009

68- “Herkes aldatırmış!”

“Erkek arkadaşım çok oldu. Türk de, ecnebi de. Hiçbir şey fark etmiyor. Hepsi muhakkak aldatıyor. Söylemiyor sana. Hep sen sonradan öğreniyorsun. Kırıcı ve yorucu olan o.”
diyor.
Susuyorum…
“Çok iyi başlıyor. Her şey harika gidiyor. Ağaçlara, uçaklara binmiş gibi oluyorsun. Birkaç defa olunca muhasebesini yapıyorsun. Şu camın önünde çok beklediğimi bilirim. Bir de yakalanmaları çok acı oluyordu. Görüyorum beni aldatacaklarını suratlarından… Ama bitiyor.”
Böyle demiş Betûl Mardin, 19 Nisan Pazar günü Habertürk gazetesinin ekine verdiği röportajda.
Düşündüm de düşündüm üstüne.

IN A SINGLE RELATIONSHIP
Ye, iç, yat…
Sonrasında kocaman bir hiç.
“İşte ben buradayım, yanındayım” deyip duruyor.
Anlatamıyorum, senin önemli değil nerde olduğun, beni tercih ettiğini mi göstermeye çalışıyorsun? BEN SENİN YANINDAYIM. Ben kaldım. Ben affetmeye çalışmayı tercih ettim.
Arkasından numaralar. Sosyal iletişim sitelerine kendi profillerine yazmalar: “In a relationship” diye, kim olduğunu söylemeden. Belli amaç: Kuş uçmasın. Salak kuş bu kuş, uçar mı? :)
Sonra baktın kızdan tepki yok, aynen kaldırmalar. İçinden gelen bir şey değil çünkü. Aşkınla taşan bir şey değil bu.
Ben de diyorum: “In a single relationship”. Ben tek başıma bir ilişkinin içindeyim diyorum yani, mealen…
Bir arkadaşım (erkek) yazmıştı “evli” diye medeni durumuna, biliyordum, evli değildi. Sordum nedendir, niçindir diye. Deli gibi aşığım dedi, evlenmek istiyorum, hatta kendimi ona öyle bağlı hissediyorum ki, gerçek gibi geliyor dedi.
İşte bu his sanırım içinden taşan insanın.
Aylarca anlattım, yıllarca yazdım.
Nereye kadar?
Haydi boşverelim bu geyikleri, Betûl Mardin’i yorumlayalım biz, en güvenlisi. 


NE DEMİŞ?
Hande Yener vermiş bir yere röportaj…
Demiş ki: “Kasap prodüktörlerin mutlaka şarkıcıyla beraber olma çabası oluyordu. Bana öyle bir teklif gelse, kendimi keserdim. En azından bu suratına bile bakılmayacak insanların koynuna girmem.”
Yani suratlarına bakılacak olsa, hani şöyle biraz eli yüzü düzgün bir prodüktör olsa, girecek o yatağa…

NE YAPMIŞ?
Öncelikle gençlerin ve sonra da biz orta yaşlıların  arasında popüler olan MNG mağazasına girdim aylar sonra. Hem de yanımda, ayaklarının altında cennetim. Öyle komik bir gözlük gördük ki, takıp bir kare “fotoğraf çekinelim” dedik. Hemen geldi kıyafet servisi yapan eleman, “Hamfendi,  fotoğraf çekemezsiniz.”
Ve şöyle gelişti durum…
Ben- ….
Abla- Hamfendi fotoğraf çekmek yasak.
Ben- Peki yazılı bir belge görebilir miyim?
Abla- Tabii, müdürüme haber vereyim.
Ben- Bekliyorum.
5 dakika sonra…

(Müdürüyle birlikte gelir)
Abla- Maalesef yazılı bir belgemiz yok ama bize söylenen budur.
Ben- Peki bu gözlük benim olsaydı, değerli mağazanızın içinde fotoğraf çekebilir miydim?
Müdür- Evet.
Ben- Yani sadece şu an için bu gözlüğe sahip olmadığım için yasak.
Müdür- Evet.
Ben- Peki biz bu gözlüğü satın alalım, fotoğraf çekelim. Sonra iade ederiz faturasıyla. Tabii bu arada sizin adınızı da alalım…

İlk fırsatta bu mağaza zincirinin daha üst müdürleriyle konuşup sizi bilgilendireceğim ve pek tabii mağaza müdürünün adını da yazarım.

NE OLMUŞ?
Beyoğlu’nun güzide café’lerinden Pia’dayız. Yüksek mi yüksek eğitimime devam ettiğim arkadaşlarla oturup, “Olay Yeri, Medya ve Suçlu Profili” makalesi üzerine çalışacağız. Benim ara ara röportajlar için tercih ettiğim bir yerdir Pia, hele o üst kattaki yekpare masası. Her zaman da üzerinde “Rezerve” yazar ve ben kaldırır otururum. 
Bir masaya 5 kişi, 3 bilgisayar yerleştik. Bilgisayar ekranlarının ardından birbirimize bakarak, yiyip içerek, çalışıyor, kaynak tarıyor, yazdığımız yerleri okuyoruz.
Bu kadar giriş yaptım ama konuyu kestirmeden bağlayayım. Nedendir bilinmez canım çekti, menemen sipariş ettim. Bazı sağlık düşmanlarının yaptığı gibi olmasın diye de, özellikle belirttim, soğansız diye. Bir menemen geldi, yumurtadan eser yok, peynir niyetine kaşar peyniri tercih edilmiş, o güzelim tadını domatese veren yeşil biber yok, yerine miniminnacık kesilmiş tatlı kırmızı biberler ve bol bol salça. Menemen salça kokuyor resmen.
Aşçı yaratıcılığını yanlış yerlerde zorlamış ama en azından soğansız dediğin zaman anlayacak kapasitede.
Açlık insana bu zevksizlikleri yediriyormuş, üstüne bir de kötü servis...
Nerde Pia’nın o eski güleryüzlü çalışanları, kötü yaptığı işi şevkle düzeltmeye çalışan elemanları…
Gözlerim de aradı, midem de…



selcencosmoz@gmail.com


13 Mayıs 2009

67- Dostum, sevgilim, suçortağım... Öldüm ben.

Şimdi hemen kalksam, hemen çıksam dışarı?
Öyle bir taş koymuşlar ki kalbimin üstüne, Çağrı filminin bir sahnesine hapsedildiğimi düşünüp “Benim tanrım Hubal” diye bağırmak istiyorum.
İşe yarar mı acaba?
Kandırır mı beynimde fink atan cinleri?
İnanıp rahat bırakırlar mı beni, salarlar mı ellerinde tuttukları esiri?
“Görünmeyeni görmenin azabı” (1) durmadan bıçaklarken bizi, gördüklerimle yetindim ben.
Hissettiklerimle, anladıklarımla, vazgeçmediklerimle...
Oysa vazgeçmediklerim de, -sen de- katrana buluyor beni.

Bütün acılarım toplandı, geldi üstüme. Birisi, üstüne git unutursun dedi, gittikçe kendimi unuttum.

Kendimin sonuna geldim.
“Ruh ölür, beden unutur”du hani.
Öldüm de unuttum mu?
Geldim sonuna kendimin, biri aniden mumu üfledi, ıssız bir rüzgâr esti bir yerden, soğuk vurdu içime, karanlığın yanına.
Nefes aldıkça batıyor bir şeyler...
İşte kendimin sonuna geldim.
“Değişik kalibreli intiharlar” (2) denemeye başladım.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler, şu otu şöyle demlerseniz acınızı alır, içinizi susturur, yaranızı sarar diyorlar.
Filanca ot, sıkıca sarılırmış bize, bir başkası öpermiş yanaklarımızdan, bir diğeri kalp ağrısını alırmış, bir başkası kollarında uyuturmuş.
Zihin açtığı söylenen o preparatlar, acımızı da seyreltir mi acaba?
Zihnimizi açarken kalbimizi de ferahlatır mı?

“İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!” demiş bir amca. (3)
Hala içimi döküyorsam, sende miyim yani?
Sen bende yok oluyorsan?
Soluyorsan, ışığa yürüyen ruhlar gibi, cehenneme kavuşuyorsan, cennetimde yer almak istemediğindendir değil mi? Başka neye yorabilirim ki.
Baktı falıma bir teyze, evini temizlerken senin, benim de ruhumu temizlemek istedi.
“Kaderisin, kaderin” dedi.
İçini dışına çıkardı kalbimin.
İnandım ona.
Her şeye layık görmüştüm ya seni, en başta kendime.
Yine sana döndüm yüzümü, “geçir bu acıyı, yıka kalbimi, aç sök beynimin içinden bu görüntüleri, sözleri” dedim.
Dedikçe yalnızlaştım, uzaklaştım kendimden, sen durdukça tiksindim, küçümsedim kendimi.
Ben böyle olacak adam mıydım?
Beklemediğin yerden gelen bıçak böyle kanatırmış işte.
Söylemiştim ya ben sana, şunlar şunlar şunlar yaralarım, gelme yakınına, değme kabuklarına. Ben kuruttum onları, az kaldı yolacağım yakında, yepyeni olacağım.
Demiştim değil mi?

Yazık sana da...
Kendi kendinin kurbanısın sen. Elindeki en değerli şeyleri acımasızca yakıp yıkan, sonra korkudan kelimelerin ardına saklanan. Oysa ben kelimelerin içini görürüm. Bana yutturamazsın gel-gitleri.
Şifresiz dünyaya gücün yetmiyorsa, “hepsini kapatacağım” deyip de kaçıyorsan, en büyülüsünden, en hayırlısından aşka nasıl yüreğin yetecek senin?
Söylesene bana...
Nasıl durulacak içinin çamurları?
Selçuk yollarındaki araba fıskiyelerine mi sokacaksın kendini, sabahlara kadar dua mı edeceksin, adaklar adayıp, tövbeler mi edeceksin? Falakalara yatırıp ruhunu, terbiye mi edeceksin bedenini?
Söylesene ne yapacaksın?
Gücün hangisine yetiyor?
Bilirsin bunun arkasından şunlar gelir: (Sessizce mırıldanır insan) Beni kazanmak için neleri feda edeceksin? Neleri verip, neleri alacaksın? Ne kadar ileri gideceksin? Ne kadar sessizliğe gömüleceksin?
Ne kadar gür çıkacak sesin?
Ne kadar inatçı olacaksın?
Ne kadar sabredeceksin?
Utancın yiyip bitirmeden seni ayağa kalkıp savaşmaya mı başlayacaksın?

“Değişik kalibreli intiharlar” denemeye başladım.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler. Sana da öneririm. Belki değiştiremediğin kendini seversin.
Belki olmadığın biri gibi anlatmazsın kendini.
“Sadığım, asarım, keserim, vururum” kelimeleri çok boştur aslında, içini dolduran insanın kalbidir.
Kalbinin doldurduğu yerde de kelimeye ihtiyaç duymazsın zaten canım benim. (4)
Kendi kendinin kurbanısın sen.
Kendi korkularının.
Kendi hayallerinin.
Hayal ettiğin şeylere kavuşmaktan bile korkarken, nasıl bulaşsın saf mutluluk ellerine?
Merak ediyorum, nasıl nefes alıyorsun sen?
Gün boyu, geceler boyu aklına gelmiyor mu sana söylenenler, yaptıkların, içine yosunlu bir kaya gibi oturması gerekenler, rüyalarına girmiyor mu kırdığın kalp, aldığın hak, üstünü çiziktirdiğin aşk...
Haklıymış karacehennem, “kimin peşinde 2 aydan fazla koştun?” derken.
Bir haftada pes ettin.
Hadi gün sayıyorum saatli maarif takviminin üstünde.
Bak sana kıyak yaptım. Bilirsin her sayfayı yırtıp atarsın saatli maarif takviminde.
Hesabını tutmayacağım artık geçenlerin.
Yeniden başlamak gerek.
Göndermediğim bir sürü şey yazacağım. Seni beklerken...
Parmağıma kırmızı kurdele bağlayacağım, kendi önümü kesmek için.
O da kesmezse, kendi hücrelerimden yapacağım kırmızı kurdele, acıdıkça kanatacağım.
Senden öğrendiğim gibi.
Ben nasıl toplayacağım parçalarımı.
Bütün acılarım toplandı, geldi üstüme. Birisi, üstüne git unutursun dedi, gittikçe kendini unuttum.
Kendimin sonuna geldim.
“Kendinin sonuna geldi mi yeniden görür insan” demiş şair.
Gözlerim açıldı, sağolasın.
Benim sonumu sen getirdin.
Şimdi seveceksen, yeni bir ben’i seveceksin, yeni bir ben’e aşık olacaksın. Tertemiz, apaydınlık başlayacaksın. Hep derinlerinde bir yerinde “lekeni” taşıyarak titreyeceksin gözlerimin üstüne. Ben unutacağım oysa o kötü şeyleri.
Yoksa nefes alamam ben. Hem öldüm ben.

Baktı falıma bir teyze, evini temizlerken senin, benim de ruhumu temizlemek istedi.
“Kaderisin, kaderin” dedi.
İçini dışına çıkardı kalbimin.

Hem öldüm ben, bu ağırlık yüreğimdeki ondan.
“Benim tanrım Hubal” dersem kurtulacağım, Çağrı filminin bir sahnesine sıkışıp kalmaktan.
Richard Bach’ın bir paralel evreninde fink atmaktayım.
Bir yanım bunları yazıyor, bir yanım kendini har vurup harman savuruyor bir üst evrende. Bir diğer yanım hidayete erdi, “Allah sana akıl, fikir ihsan eylesin kardeşim” diyor.
Sonra bir ses mırıldanıyor içimden, “dostum, sevgilim, suçortağım”…

“Değişik kalibreli intiharlar” deniyorum.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler, şu otu şöyle demlerseniz acınızı da alır diyorlar.
(Beni benden de alır mı sahi?)

Kendimin sonuna geldim.
Yeniden gördüm ben.

Kendi payını sorarsan, yüreğinin yettiğince alırsın emeğini.
Yok, yukardan isterim dersen: çıplak hüküm, acı özgürlük.

Yanlışmış bu kendim. Nasıl güvenirim ki bir daha gördüklerime, duyduklarıma, hissettiklerime.
Kendimi yarı yolda bıraktım ben.

Sana bir şiir düzenledim, hiç yapmadığım şey değil, affetsin şairi beni.
Sen de affet...
Bütün bunları yazdığım için daha da utandım ben.
Neyse ölmüşüm ya, ne utanması.

“Ayrılık nedir biliyor musun?
(…)
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
Duvarlara dalıp dalıp gitmesi.

Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
Hüznün arması ayrılık.
O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

(…)
Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
(…)
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülümsemeyle gülmeyeceğim kimseye...

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken,
Ömrüm azala azala önümde akarken,
Gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken...

Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
(…)

Geleceğe ışık düşüren bir gülümsemeyle gülmeyeceğim kimseye...” (5)



Kendimin sonuna geldim.
“Ruh ölür, beden unutur”du hani.
Öldüm de unuttum mu?
Geldim sonuna kendimin, biri aniden mumu üfledi, ıssız bir rüzgâr esti bir yerden, soğuk vurdu içime, karanlığın yanına.
Hepiniz yaptınız bunu, yakmayın ışıkları, ben anlayınca karanlığımı, kalkarım yattığım yerden.
Kalkmadığım olmamıştır benim. 13 canlıyım ben, bir de yakar topta topladığım canlar. Ayakta tutar beni.
Yolacağım yakında tüm kabuklarımı, tüm dikenli otlarımı.
Belki yeniden tanışırız kim bilir, belki daha çok severim seni, her paralel evrende. Belki sen daha çok beni...
Şimdiden sevinme “kız öldü, ortaklık bozuldu” diye...
Senin yolun şimdi başlıyor:

En büyülüsünden, en hayırlısından aşka nasıl yüreğin yetecek senin?
Söylesene bana...
Nasıl durulacak içinin çamurları?
Selçuk yollarındaki araba fıskiyelerine mi sokacaksın kendini, sabahlara kadar dua mı edeceksin, adaklar adayıp, tövbeler mi edeceksin? Falakalara yatırıp ruhunu, terbiye mi edeceksin bedenini?
Söylesene ne yapacaksın?

Senin yolun şimdi başlıyor:

“Bilirsin sen, çok geçtin buralardan.
Senin zaferin ayrıldıktan sonra başlar.
Aşkta zafer olmadığını anlayana kadar.”





selcencosmoz@gmail.com







İzler
1 ve 2- Murathan Mungan
3- Şair Şükrü Erbaş
4- Karacehennemle yapılan bir yazışmadan alıntı.
5- Şükrü Erbaş




Kayıp Çocuğa Şarkı

Yorgun görünüyorsun, biraz uzan
İstersen
Sever gibi yapma artık
Daha henüz vakit varken
Bir kaç yaralı ruh
Bir kaç bira şişesi
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki
Aşk…

Yalanlarımız güzel, inanması zevkli
Bir şey sevmeye değerse,
Ölmeye de değer mi?

Bir kaç uyku hapı
Bir kaç kıskançlık krizi
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki

Bazı yalanlar güzel
Bazı gerçekler acıymış
Bazı ölümler uzun
Bütün hayatlar kısaymış

Çalışmış, kaybetmiş, koşmuş, yorulmuştuk
Birbirimize içmeden dokunamaz olmuştuk

Bir kaç kalp ağrısı
Bir kaç imdat çağrısı
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki
Aşk...


27 Mart 2009

66- Çıplak

Elde edilmemişin cazibesi her zaman yeni kalıyor.
Bir erkek için.
Oysa bir kadın, sarıp sarmalayıp yüreğine koydu mu birini, kolay kolay soğuk işlemiyor.
İşletmiyor.
Ve mırıldanıyor…
“I stil care for you”, Ray LaMontagne sesinde.
Ve umursayana kadar kılı kıpırdamıyor kadının.
Sevene kadar.
Bazen aylar sürüyor, bazen saniyeler.
Bazen bir incelik boyunca.
Bazen bir gülümseme tonunda.
Ya da bir acı boyunda.
Umursamaya başladıkça korkuyor kendinden.
Zırhlarını indirmeye başladığı için. Çırılçıplak kaldığı için.
Ama olsun.
Önce adam soyunmuş gibi yapıyor. Kanıyorsun.
Sende minik geyşa adımları. Korkuyorsun.
Çaktırmıyorsun ama.
Zaman geçiyor.
Bazen bir incelik tadında.
Bazen bir gülümseme tonunda.
Ya da bir acı boyunda.
Sonra sıra sana geliyor.
Sevdiğini sanıyorsun.
Soyunuyorsun korkularını, paylaşıyorsun ten yanıklarını, katlıyorsun sevinçlerini.
Sonra cam kırıkları geliyor, sonra canın yanıyor, acıyor. En ufacık şeye kırılıyorsun.
Söyleyemiyorsun ama sürekli homurdanan birine dönüşüyorsun.
Bir bayana 
“Hatalarım senin içindi” diyorsun. (1)
Sana gelmek içindi tüm yaptıklarım.
Tüm göze aldıklarım seni kalbime tutturabilmek içindi.
Oysa benim sevgim senin başucunda duruyor. (2)
Ah, kolay olabilseydi her şey keşke.
Blöflü pişti oynamak kadar kolay, su içmek kadar hafif, bir kedinin başını okşamak kadar rahatlatıcı, bir karganın gözlerine bakmak kadar büyüleyici…
Olabilseydi.

Zaman geçiyor.
Ve sen yalnız olmadığını / kalmadığını hissediyorsun.
Aileni, dostlarını.
Şükrediyorsun.

Ve sevildiğini.
Bazen bir incelik tadında.
Bazen bir gülümseme tonunda.
Ya da bir acı boyunda.

Ve sevdiğini.
“Hatalarım senin içindi” diyorsun. (1)
Sana gelmek içindi tüm yaptıklarım.
Tüm göze aldıklarım seni kalbime tutturabilmek içindi.

Daha da sıkı sarılıyorsun.




PS. Doğum günün kutlu olsun.

İzler
1 ve 2- My Mistakes Were Made For You ve Standing Next To Me- The Last Shadow Puppets


10 Mart 2009

65- “Anneanne doktor çıkacağım”

Nefise Karatay abla Adli Tıp Kurumu’nda takılıyormuş!
Haber kaynağı Habertürk ama Medyatava’dan okudum. Aynen şöyle diyor:
“MAT dizisinde rol alacak olan Nefise Karatay, psikolojik destek alıyor. TRT’de ekrana gelecek dizide bir polisi canlandıracak olan Karatay, nerdeyse tüm vaktini Adli Tıp Morgu’nda geçiriyor: ‘ Bu dizide sürekli ceset görüntüleri olacağı için şimdiden alıştırma yapıyorum’.”
Şimdi tutalım bir ucundan haberi…  Psikolojik desteği nasıl alıyor Nefise ablamız? Ve pek tabii ne için? Adli Tıp Kurumu morguna giderek alıyorsa, vay haline, daha da bozulup çıkmasın. Hem tüm vaktini morgda geçirebileceğini pek sanmıyorum. Biz elimizde Adli Tıp Enstitüsü’nden izin kâğıtlarıyla gittik, yine de bir ton sorgu sual. Şahsıma denk gelmedi, o ayrı. Malum ben, keyfim ve kâhyam olarak ekip halinde gittiğimizden, daha bir zengin duruyoruz herhalde.
Velhasıl otopsi, ham bünyelere ağır gelen bir işlem. Görüntüsü bir yana, kokusu da işliyor insanın burnuna. Kesiyorsun, biçiyorsun, ölçüyorsun, tartıyorsun. Biri asmış kendini, sızılanıyorsun, 40 günlük bir bebek ölmüş, üzülüyorsun, bir başkası bıçaklanmış, meraklanıyorsun, bir başkası zehirlenmiş, bir başkası yanmış…
Bir başkası, bir başkası, bir başkası…
Böyle sürüp gidiyor hikâyeler, dosyalarına bakmadım, onları yaşarken düşünmeyeyim diye. Sadece inceledim, ölçtüm, biçtim. Birçok insanı tiksindiren o organlar bir kere daha hayranlığımı alevlendirdi. Allah’ım ne muhteşem yaratmış bizi. Kalp ne de güzel bir organmış. Bir emboli peşinde, dilimlenirken organlar, benim tek düşündüğüm, “Ne muhteşem, ne muhteşem, ne muhteşem” oldu.
Bembeyaz önlüğüme de sıçradı biraz kan. Biliyorum kimin olduğunu…
Otopsi operatörleri Yunus abi ve Ali abi “Eh, bir daha sen dikersin” demezler mi? Gözlerim ışıldadı.
Birçok okur bilir et yemediğimi. Bilmem neden, 10 kişilik grupta maskesini çıkartan bir ben vardım, bir de A.T.*
Şaşırmış arkadaşlar bu kadar dibine girip de baktığım için.
Her gün gitsem, giderim, öyle garip bir cazibe.
O kadar soğukkanlı olan ben bile, önceden düşünmüştüm, herhalde biraz etkilenirim diye.
Nerdeeeeeee?
Çıkar çıkmaz, açlıktan kurtlandığımı hissettim. Zaten saati de gelmişti. Hemen bir patates kızartması… Hem de tek başıma. En sevdiğim eşlik zaten: Ben, keyfim ve kâhyam. (Teşekkürler Nuray, daha da zenginleştirdiğin için).
Ne rüyalarıma giren birisi oldu, ne lokmalar boğazımda kaldı.
Ben size demiştim zaten.
“Oysa, ne kadar acımasız olduğunu saklamak için koyuyorsun paravanını.” (1)
Sonuçta zaten bu dünyadan göçüp gitmişlerle iş yapmak daha kolay.
Zor olanı İhtisas Kurulları.
Şimdi günlerce üzerine yazılıp çizilen Üzmez saçmalığını bir kenara bırakalım.
İhtisas Kurulları’nda karşınıza kanlı-canlı insanlar geliyor, hocalar soruyor size, siz çekirgelere: “Söyle evladım, ne görüyorsun bu vakada?”
Siz orda o kocaman bir oda dolusu insanın karşısında ayakta duran, belki ruh hastası taklidi yapan, belki gerçekten bir suçtan zarar gören ve hakkını aramaya gelen, belki bir suç işlemiş ve sıyrılmaya çalışan o insanın gözlerine denk gelmeden, “Kulağının doku bütünlüğü bozulmuş” gibi kulağa Türkçe gelen ama aslında bilmeyenlerce tam da anlaşılmayan bir takım tanımlar yapıyorsunuz.
İşte zor olanı bu!
Sonra kurul başkanının sesi duyuluyor kocaman odada: “Çıksın!”
Ve asistanlar “kişiyi” çıkartıyor huzurunuzdan.
Kalıyorsunuz, kendinizle, vicdanınızla baş başa.
Haydi yine sizinki zor değil, ya o hocalar, o raporlara imza atanlar.

“İlkokulda mıyız yahu?”
Dönemin başından beri zor geçen derslerimizden birinde…
Zorluğu da hocanın olumsuz mu olumsuz, mutsuz mu mutsuz havası, bakışları.
Sanki ağzının içinde bir limon…
Sanki bir adam, silinip giderken onun hayatından, hatıra bırakmış ona o limonu.
Ya da çekingen durduğu, kıyısından durup, tam da içine dalamadığı ve onu içine almayan hayat hediye etmiş o limonu.
Sebebi ne olursa olsun. Bizim kahkahaların ardına gizlemeye çalıştığımız kendi irili-ufaklı mutsuzluklarımızı da kanatan ve havaya yayılıp herkesin üstüne sinen bir mutsuzluk.
Dayandık, dayandık geldik son derse.
Haydi sonrasını bir başka zaman anlatayım…
Daha dikenlenecek konu .
“Kızım yıllardır bıkmadın şu cinayetlerle uğraşmaktan, ya haber yaparsın, ya okur durursun” diyen anneanneme de konuyu şöyle özetledim de, yüzü güldü:
“Anneanne, doktor çıkacağım. Hem de en katranlısından. Ölü doktoru!”

selcencosmoz@gmail.com


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Cosmopolitan “Ortaya Karışık” köşesi
Cosmopolitan dergisinde, bir yıldır yazdığım “Ortaya Karışık” köşesini Ocak ayında göremeyip de bana mail atan okuyuculara borcum olan açıklamayı da buradan yapayım.
Mekân eleştirisi, gece hayatı dedikodusu, popüler kültür törpüsü olan o köşe, adını bu internet gazetesindeki köşeden almıştı. Zaten, son 2 yıldır, dergilerde, internet sayfalarında/gazetelerinde yazdığım tüm köşelerin adı aynıydı: Ortaya Karışık.
Bu adı da Sevgili Büyükannem Meldâ Kaptana koymuştu. Fahri büyükbabam İlhan Koman’ın ilk eşi. Türk resim-heykel sanatına çok farklı, çok özel katkısı olan bir insan. İlk galer’ist’lerden kendisi. Üstelik sanat herkese ulaşabilsin diye taksitle satışları da başlatan kişi.
Moda evinden galeriye çevirdiği mekânının adını da koyan Muhsin Ertuğrul.
Bu çok değerli hayata değeceğiz bilahare ve asude bir biçimde.
Şimdilik konuyu başladığımız yere bağlayalım.
Cosmopolitan’a bir süre yazmayacağım, en azından “duygusal” sorunumuzu çözene kadar. Sonuçta hissi bağımız 15 yıl öncesine gidiyor. O kadar eski ahbabız yani.
Temelli bir ayrılık değil bu, kısa bir tatil.
Endişelenmeyin…

* Yeni köşe fotoğrafı
Malum site sahibi arada “uçuruyor” beni  Eh, ben de hem yönetici, hem yazar olmaya yetişemiyorum bu aralar. Eh, bir de doğum günü ayıma girdik. Yakında başlayacak şenlikler…
Neyse bu seneye farklı bir giriş yapalım dedim, tekrar dönüşümün şerefine köşe fotoğrafımı değiştirdim.
Bir de diğer “çıtır” yazarların baktığı yöne bakmak istemediğimi belli etsin istedim.
Aslında bu imla hatalarına bulanan, duygu karmaşalarında savrulan yavrularımızla aynı yola gelmemizin daha çok zaman, emek, deneyim ve eğitim alacağını belli edelim istedim satır arasında. Eh, tabii bir de bazı şeyler var, geldiğin yer, ailen, terbiyen, görgün gibi. Ya vardır, ya yoktur. Ve kapanmayacak bir farktır.
Kırmızım hepinizin gözünü alsın…

İzler
* Bilir Sevgili (S büyük) okuyucum, izin al(a)madığım zamanlar, isimleri açıktan yazmaz, ilk harflerini kullanırım. Sonuçta, halka açılmış kişiler değil bahsettiklerim!

1- Duygusal Kör


06 Şubat 2009

64- 365 ŞANS

Her yıl aynı şey.
Aynı dilekler, aynı umutlar (belki biraz daha geliştiriyoruz, o kadar)…
Aslında bize her sabah, güneşin doğuşuyla veriliyor yepyeni bir şans.
Ve önümüzde yeni bir yıl ve tam tamına 365 tane yeni şans.
Sıfırdan başlayabilme şansı.
Her şeyi ‘reset’leme şansı.

Her yıl yeniden yazıyorum, bu yıl da…

“Kocaman bir yıl daha bitiyor. Herkesin kendi için yeni yıl kehanetleri yazması gerek. Üstelik umut dolu, hayat dolu, gülümseyen kehanetler…
Ömrümüzden nelerin eksildiğini değil, kendimize neleri eklediğimizi düşünmek gerek.
Turkcell’in eski reklâmındaki, “Umarım bu yıl, yeni bir sen tanırsın” sözlerine takılıp, kendimizle yeniden tanışmak gerek.
Bir yıl daha büyüyoruz.
Kendi içimizdeki savaşları bitirmek, hayatta daha derin nefesler almak, daha cesur adımlar atmak gerek. Sevgiyle dolmak, aşkla donanmak gerek. Yine ve hep kendimize yatırım yapmak gerek. Yine yeni yıl kararları almaktan vazgeçmemek gerek, hepsini Ocak’ın ortasında yarıda bırakacak olsak bile…
Yine hayal kurmalı, yine hayal kurmalı, yine hayatın tam ortasında durmalı.
(…)
Kendime gidiyorum.
Yeni yılda yeni bir ben tanımaya, çok sevdiğim eski beni tekrar ateşlemeye, kendime yeni yeni, dizi dizi kehanetler yazmaya, gözlerimi hayata daha büyük büyük açmaya…” *

İyi yıllar…



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Issız Adam-Retrospektif ve Basur Simidi
İyi ki ‘Issız Adam’ filmi gösterime girdi de, çizgiyi/haddini aşan Mustafa filmi biraz bastırıldı.
Tabii yazılı+görsel basın yine harikalar yaratmaya başladı. Filmin sonundaki ‘Anlamazdın’ şarkısıyla yepyeni bir dinleyici kitlesi tarafından tanınan Ayla Dikmen ‘süper’ popüler oldu. O kadar ki, televizyoncular 18 yıl önce vefat eden Dikmen’i canlı yayına çıkartmak için çırpınıp durdu. 
Aktüel dergisinde birlikte çalıştığım, şimdi yabancı menşeili bir dedikodu dergisinin genel yayın yönetmeni olan bir tanıdığım da aynı cehalet örneğini göstermişti.
Arkasından çok gülmüştüm. (Yüzüne gelince, zaten yüzüyle pek bir hoş-beşim olmuyor  )
‘Fahri’ büyükbabam, ünlü heykeltıraş ve sanatçı İlhan Koman’ın retrospektif sergisi açılında, bu araştırma engelli arkadaşımız haber toplantısında en parlak önerisini yapmış: “İlhan Koman’la röportaj yapalım”!
O sırada da kendisi editörlük görevinin içini doldurmaya çalışıyordu.
Neyse ki, piyasanın eğitimli ve dolularından, Aktüel’in belkemiği olan bir başka arkadaşım bıyık altından gülümseyerek, editörcüğümüzü uyarmış.
Farkındasınız değil mi, kızdığım bilmemek değil, araştırıp öğrenmemek.
Sonra da geliyorlar bir yerlerde bu ağabeyler, ablalar. Altlarında bir basur simidi…
Biz de bekliyoruz ne zaman inecek havası?

* Haşmet Babaoğlu ve mutluluk
Babylon’da, sürüklenerek gittiğim Göksel konserinde Perşembe akşamına denk gelmesine rağmen, doluydu.
Modacı Hakan Yıldırım’ı kalabalığa ve boy dezavantajına rağmen, Japon atkuyruğu sayesinde hemen seçtim. Yanında da ünlü bir işletmeci vardı. Kim olduğunu söylemeyeyim.
Uzundur göremediğim Vedat Öztürk ise bir “bayan” (bana öyle geldi de) arkadaşıyla gelmişti ve tüm gece boyunca en çılgın dansları edip, eğlendiler. Hatta konserin sonunda üst kattan bağıra çağıra “istek parçası yapmayı” ihmal etmedi.
Alt katta tek başına eğlenen Haşmet Babaoğlu, üst kata gelince sohbete başladık. O da geçerken, konseri şans eseri görüp girmiş. İş-güç sohbeti derken, özel konulara da daldık. “Selcen, mutlu musun?” dedi. Bir şey demedim, gülümsedim. “Önemli olan mutlu olmak” dedi, “Bir de, müzik… Harika bir şey”.

* “Çok milliyetçiyim, dadım Türk”
Zamanının güzellik kraliçesi, sonra “yeşil” aşkın peşinde ülke değiştirdi, sonunda da evlendi.
Şimdi de ahlak timsali, süper anne modelinde.
Yiyen varsa…
Ben yemiyorum çünkü daha ilk günlerini biliyorum, oynadığı ilk filminin prodüktörünün oğluna yazılabilmek için yaptıklarını, yataysal düzlemde ne kadar saçmaladığını, o zamanki ünlü sevgilisiyle dalga geçerken ne kadar “level” kaydığını, birlikte girdiğimiz üniversite sınavında nasıl çaktığını, etc etc.
Yani gülüyorum ve biraz da içim acıyor onu gördükçe.
“Ben o kadar milliyetçiyim ki, bırakın Amerika’da doğurmayı evime yabancı dadı bile almıyorum” demiş Demet Kutluay.
Sakın ola sebebi başka bir şey olmasın bu prensibin?

selcencosmoz@gmail.com


İzler
* - Ayşe Selcen için 2007 kehanetleri yazısından alıntı.
Tamamını ayseselcen.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.


29 Aralik 2008

23 Aralık 2009 Çarşamba

63- Lafıza Kaybı

Bazı zamanlar olur, ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı bilmezsiniz.
Hatta hayatta ne yaptığınızı bilmezsiniz.
Her şeyi yeni baştan anlamlandırmak gerekir.
Her şeyi yeni baştan öğrenmek, yepyeni bir bakışla görmek, tekrar tekrar ezbere çekmek.
Belki el yordamıyla, belki basılı harflerin kaynaklarıyla, yeni baştan anlamak.
Öylece, öylesine boşlukta sallandığınızı hissedersiniz.
Hatta belki amaçsızca.
Hiçbir şey “kesmez” sizi.
Bu tek başınalığınızı.
Bomboşluğunuzu.
Tek tek bakarsınız.
Her şey yolundadır hayatta.
Her şey gayet de yolundadır.
Nankörlük müdür içinizi tırmalayan?
Ya da tüylü bacaklarıyla yavaşça ilerleyen bir doyumsuzluk?
Hangisidir?
Hiçbiridir.
İçinizde şarkılar söylenip durur.
Kelimeler çarpar kulağınıza, sizi size anlatan.
Yine de cevaplayamazsınız soruları…

İstediğim bölümde okumakla iyi mi yaptım?
Ondan ayrılmak en doğrusu muydu?
Keşke doğurmasaydım.
Çok sıkılıyorum.
Hayat bu kadar mı?
Daha başarılı olmalıyım.
Çok yalnızım.
Belki de yanlış birisiyle evliyim.
Bu ben olamam, nerden çıktı bu öfke?
Yaptıklarım için çok üzgünüm.
Çok eğleniyorum ama ya anlamsız olduğunu anlarsam yarın?
Doğru olanı yapıyorum.
Yine yanlış yaptım.
Keşke o sözleri söylemeseydim.
Ah, beni bir anlasaydı.
Biraz daha çalışırsam başaracağım.
Bıktım artık, bıktım, bıktım, bıktım.
İşe yaramıyor.
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Çok yoruldum.
Sanırım hâlâ umut var.

Git-geller, gel-gitler, sizi bırakmayan sözler, kelimeler, sorular, cevapsızlıklar.

Bir hayali merdivene tırmanıyorsunuz sanki.
Ve tam tepeye çıktığınızda, manzarayı seyretmenin keyfiyle sabırsızlanmışken, aşağıya bakıyorsunuz.
Ve yürümeyi unuttuğunuzu fark ediyorsunuz.

Ve belki de nefes almayı.
Ne yapacağınızı bilmiyorsunuz.
Bulamıyorsunuz da.
Olsun.
Siz nefes almaya devam edin, sorular cevapsız kalsın.
Yeter ki biraz umut sarıp sarmalayın içinizde.
Ve birazcık bayram neşesi, sevildiğinizi tekrar hatırlamak için.

İyi bayramlar.

ORTADAN ORTAYA KARIŞIK

* Nalet olsun içimizdeki hayvan sevgisine!
Başyazarımız Tuncer Bahçivan bu hafta köşesinde yazmış. Ne bir eksik, ne bir fazla. Olduğu gibi, aynen alıntılıyorum bir bölümünü.
Başını-sonunu köşesinden okuyabilirsiniz.
“Yarın Kurban Bayramı, bildik görüntüler daha bayram başlamadan ekranlarda gözüktü.
Kurbanlık hayvanlara yapılan eziyetten söz ediyorum. Hayvanı taşırken, yakalarken, yatırırken, keserken acı çektirme zamanı geldi yine.

Sopayla-taşla dövülen, güya “yola getirilmeye çalışılan hayvanlar” göreceğiz. Kaçanın mı, kovalayıp dövenin mi daha “hayvan” olduğu anlaşılmayan sahneler izleyeceğiz. Sonra bunu yapmakla sevap kazandığımızı sanıp teselli bulacağız. Sokaklar kan-revan olacak. Ellerinde böbrekle, dalakla oynayan çocuklar izleyeceğiz.

Yüzyıllar geçmiş, daha Kurban’ın farz mı sünnet mi olduğu bile kesin değil. Kimi hocalar, Kevser Suresinde Hz.Peygambere söylenen “ Rabbin için namaz kıl kurban kes” ayetine veya Hacc Suresine dayanarak farz diyor. Kimi de “hayır sünnet” diyor. Bazıları da kurban yerine başka bağışlar yapılabileceğini iddia ediyor.

Radikaller ise hepsine itiraz ediyor. “İlla kan akıtılacak yoksa kurban olmaz” diyor. Son bir haftadır kanallarda 3-5 din prof’u tartışıp duruyor. Bu ulema tayfası hiç bir konuda fikir birliği sağlayamıyor. Allah bu millete sabır versin.

Yahu ne yaparsanız yapın ama lutfen şu hayvanlara eziyet etmeyin. Zavallı hayvanlar, bu eziyeti çekerken insanın yüzüne bir bakışları var ki. Siz ölüme giderken öyle boynunuzu hemen kolayca uzatır mıydınız? Onlar da hissediyor direniyor işte...

Nalet olsun içimizdeki hayvan sevgisine!”

* Bir hayvandan size ne bulaşır?
Ağustos 2007 tarihli, Bekir Coşkun eksenli yazımın bir bölümünü aynen alıntılıyorum.
Bir kere daha aydınlanmak gerek…

“Bir havyandan size ne bulaşır?

“Bir kediyi, bir köpeği, bir sincabı, bir kirpiyi sevmek “suç” olabilir mi?
Yeryüzünün hangi toplumunda, asla çıkar sağlamayacak, asla getirisi olmayan bir sevgiyi böyle “suç” sayarlar?
Yaşamı boyunca çıkarı olmadan, getirisi olmayan hiçbir şeyi sevmemiş insana bunu nasıl anlatabilirim?
Nasıl?..” (2)

Bir hayvandan size ne bulaşır?
Hangi öldürücü hastalık bulaşır? Haydi şimdi saymayalım isimlerini…
Hangi kötü huyu görür de öğrenirsiniz bir hayvandan? Bir dostu yarı yolda bırakmayı mı, sırtından bıçaklamayı mı?
Dedikoduyu mu öğrenirsiniz bir hayvandan, yalan söylemeyi mi?
Kıskanmayı mı, karalamayı mı?
İki yüzlülüğü mü, korkaklığı mı?
Söylesenize, hangi kötü hasleti öğrenirsiniz bir hayvandan?
Yediğiniz yere pislemeyi mi?
Dost eli ısırmayı mı?
Kin gütmeyi mi?
Yoksa “ben” demeyi mi?

Umarım sadakat bulaşır size hayvanlardan, selamlaşmak, samimiyet, şükran bulaşır. Biraz da iyi niyet…
Tabii bünyeniz bunları reddetmezse…

Sözde Müslüman geçinen, Müslümanlığı kendileri için bir ticaret olarak kullanan utanmazlar, Allah’ın yarattığı varlıkları sevmeyi -mesela köpekleri, diğer hayvanları- bir alay vesilesi veya suç olarak damgalayarak, Bekir Coşkun’a hakaret ediyorlar.
Şunu iman sahibi herkes bilir ki, Allah’ın yarattığı varlıkları, hayvanları sevmeyenler, Allah’ı da sevemezler, Müslüman da olamazlar. Onlara Hıristiyan bile denemez, olsa olsa kâfir denebilir.
Her ne kadar Müslümanlık iddiasında bulunsalar dahi…
Sırf hayvanlara gösterdiği sevgi dolayısıyla bile Bekir Coşkun, bu sözde Müslümanlardan bin kat daha Müslüman, bin kat daha Allah’a yakındır.

Bu, kelimeleri duyulmayan varlıkların da, üzerimizde hakkı vardır, kul hakkı helalliği de kuldan alınır.
Haydi alsınlar alabiliyorlarsa…
Sözde Müslümanlar, gerçek kâfirler… Çakma Müslümanlar…
Belki sadakat bulaşır onlara hayvanlardan, selamlaşmak, samimiyet, şükran bulaşır. Biraz da iyi niyet…
Tabii bu hasletleri bünyeleri reddetmezse…”

(Tamamını ayseselcen.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz)

* Detone Buket Saygı
Dost tarikatının zımbırtısı (eski) popçu Çelik’in ayrıldığı karısı eski manken Buket Saygı, bir sabah programında bir şarkı söyledi. İlk defaymış. Programın sahibesi Petek Dinçöz de, konuklarına sordu. Her biri kaypakça, “harika, süper” falan dediler. Oysa hiçbir özelliği olmayan, üstelik detone bir ses. Sahneyi de doldurmuyor. Neyse ki Buket Saygı gayet aklı başında ve “sesinin olmadığını” söylüyor. Oysa diğer kayganlar “harika, kesin sahneye çıkmalı, biraz da ders olsa daha da mükemmel olur” diye şakşaklıyorlar.
İşte altınıza bu tipleri aldığınızda bir anda yükselip, sonra onlar başka bir yere gitmeye karar verdiklerinde, çat diye aşağıya düşüyorsunuz.


SANAL TDK

* Lafıza kaybı
Söyleyeceğiniz sözü unutmanız.

* Şenformasyon
İyi, müjdeli haber.

selcencosmoz@gmail.com

http://ayseselcen.blogspot.com/

05 Aralik 2008

62- Eski hikâyeler...

Filizlenen akademik kariyerimdeki vize-ödev-sunum üçgeninde takılıp kaldığımdan, eski arşivleri karıştırdım.
Eski defterler, yazılar, kıyafetler, koliler... Hepsi karşımda, elimin altında, önümde bu aralar.
Bir dönemki hikâyelerimi de buldum, hepsi daktiloyla (o dönemde elektronik daktiloya terfi etmiştim ) yazılmış, alınan çıkışlar kitapçık halinde bastırılmış. İyi ki de öyle yapılmış. Çünkü bilgisayar sistemi değiştiğinden beri floppy disketlerde saklanan arşivime el atamadım bir türlü...

Yazımına çoook önce başlanmış, 1995 yılında bitmiş eski bir hikâyeden bir bölüm...

“Bazı insanlara –dostlara değil, elbette- hayatımıza sınanmadan giren, izinsiz, sessiz sessiz, günün herhangi bir saati giriveren o yüzlere bir son kullanma tarihi koyabilsek...
Böylece olanlardan, olabilecekler kendimizi koruyabilsek...
O gereksiz ayrıntıları toplamasak, hatırlamasak, dünde sakladığımız, hapsettiğimiz her şey, bugünkü ve yarınki yaşamı kaçırıyor bizden...”

Bir başka hikâyeden...

“Vedalaşırken öptü beni, birini sonsuza kadar beklemenizi sağlayacak türden bir öpücük.”

Ah, nasıl bir öpücükmüş o, ben bile merak ettim şimdi. 
Demek gençken, çok gençken her bir şey daha anlamlı oluyormuş.



Ortadan Ortaya Karışık

* “Her kadın bir depremölçer”
Habertürk’te Saba Tümer’in programına konuk olan Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Ahmet Ercan, İstanbul depremiyle ilgili çarpıcı bilgiler verirken, kadınlarla ilgili çok önemli bir saptama daha bulundu:
“Her kadın bir depremölçerdir. Kadınların beyinleri erkeklerden daha küçüktür ama duyarlılığı, duyguları sağlayan beyinciktir ve kadının beyinciği erkeğinkinden daha büyüktür. Mesela kadınları araba tutar, uçak tutar, gemi tutar. Bu kadınların eksikliğinden değil, üstünlüğünden kaynaklanır. Yani en küçük titreşimi bile algılarlar.”
Bu böyle kayda geçe!

* Bu nasıl Türkçe!
Petek Dinçöz, adını hatırlamadığım kendi sunduğu sabah programında Gökhan Tepe’ye söylüyor: “Gökhan’cım, lafı change yapıyorsunuz, yemem.” Kulaklarımla duydum. Bu nasıl Türkçe yahu… Pes valla.

* Forum yazarlarının dikkatine!
Hepinizi takip ediyor, iltifatlarınızı benim o yakından tanıdığınız “tevazuumla” kabul ediyor, eleştirilerinizi dikenlerimi saklayıp dikkate alıyor, esprilerinizi kocaman bir gülümsemeyle karşılıyorum.
Ve istediğiniz gibi kısa yazdım. Haydi bakalım, davranın klavyenize…


SANAL TDK

- Cinekolog
“Kızım, senin içine cin girmiş” diyerek kadınların oralarını buralarını elleyen, cinsel tacizde bulunan hoca, üfürükçü.

- Notlakçı
Üniversitede derslere girmeyen, sınavlara başkalarının notlarından fotokopi çekerek hazırlanan beleşçi ve hayta öğrenci.


selcencosmoz@gmail.com

21 Kasim 2008

61- 10 Kasım’da bildiğimiz Atatürk

Samsun’a niçin çıkmış?
Profesör Afet Hanım, bir gün tarih dersinde bir öğrenciyi derse kaldırıyor. Konu Milli Mücadele Tarihi’dir ve Atatürk’ün kurtuluş hareketine başlamak üzere Samsun’a ayak basışına ilişkin bölümüdür. Çocuğa soruyorlar:
- Atatürk Samsun’a niye çıktı?
Herkes “Vatanı kurtarmak, bizi hürriyete kavuşturmak” gibi bir şeyler beklerken, çocuk ne desin:
- “Menfaat icabı. Eğer Samsun’a çıkmamış olsaydı O’nu öldüreceklerdi.”
Afet İnan’ın tepesinden kaynar sular boşanmış, çocuğu azarlamış ve sıfır vermiş. Fakat çocuk inandığı düşünceden dönecek cinsten değil, özür bile dilememiş.
Afet İnan, o kadar sinirlenmiş ki, tarif edilemez. Salonda ileri geri dolaşıyormuş, Atatürk onu bu halde görünce, Afet İnan tarih dersindeki olayı, hırsından tırnaklarını kopara kopara anlatmış.
Atatürk gülümseyerek bütün söylenenleri dinledikten sonra:
- “Haklı çocuk,” dedi. “Sen ona sıfır değil, tam numara vermeliydin.”
Bu da Atatürk’ün tenkitler karşısında ne kadar hoşgörülü olduğunu göstermektedir.

Kafanı tarihe yorma
Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla Atatürk yakında ilgileniyor, her fırsatta Türk Tarihi’nin en geniş şekilde yazılması için çevresine uyarıda bulunuyordu. Boş zamanlarında Atatürk’ün elinden tarih kitaplarının düşmediğini hatırlarım.
Bir gün, elindeki kalın tarih kitabına öyle dalmıştı ki, etrafını görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, devlet başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
- “Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı çıktın Samsun’a?”
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince, bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım.”

“Çelengi Nereye Koyarsanız Koyun”
18 Mart Çanakkale zaferinin yıldönümü nedeniyle Gelibolu yarımadası’ndaki şehitliklerin bulunduğu yerde düzenlene anma törenini Atatürk de çağrılmıştı. Törene, Çanakkale’de dövüşen ve on binlerce kurban veren devletlerin temsilcileri de gelmişti. Fransız ve İngiliz Meçhul Asker Anıtlarına çelenkler konulmuştu fakat henüz bir Türk anıtı olmadığından Mehmetçik çelenginin konacağı yer konusunda bir duraksama olmuştu. Savaş sırasında düşmana atılan mermilerden oluşturulmuş piramit şeklindeki anıt ise zaman içinde bozulmuştu. Atatürk’ün o zamanlar bu anıta çelenk koyarken çekilmiş bir fotoğrafı da Harbi Umumi Mecmuasının kapağında yayınlanmıştı.
- “Paşam, bizim çelengi nereye koyalım?” diye sordular.
Tarihin en korkunç savunma ve hücumunun geçmiş olduğu alanda, o günleri yaşar gibi dalgın gözlerle ufka bakan Anafartalar Kumandanı, kendisinden cevap bekleyen vali, komutan ve beraberindekilere dönüp:
- “Türk kanıyla sulanmış bu toprakların her köşesi, bir Türk abidesidir. Çelengi nereye isterseniz oraya koyun, fark etmez.” dedi.

1935 yılında Türk Tarih Kurumu üyeleri, Atatürk’ün buyruğuyla tarihi bir geziye çıkartıldılar. Gezinin ilk durağı Anafartalar ve Conk Bayırı oldu. Döndükten sonra kurul üyeleri arasında olan Prof. Afet İnan, Atatürk’e neden bir Mehmetçik anıtı yapılmadığını sordu. Şu karşılığı aldı:
- “Çok doğru söyledin. Biz de Mehmetçiğimizi anmak için çok büyük anıtlar yapmalıyız. Fakat bu, bir zaman ve imkân işidir. Ancak şunu da söyleyeyim ki, bu toprakların sınırları içinde kalmasıyla Mehmetçik en büyük anıtı zaten kendi kurmuştur.”

Daha sonraları İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Çanakkale bölgesine teftişe giderken, Atatürk ona şöyle demişti.
- “Çanakkale’ye gittiğinde aziz şehitlerimizi de ziyaret etmeyi unutma. Bu görevi yapacağına şüphem yok. Yalnız orda nasıl bir nutuk söyleyeceksin?”
Atatürk, Şükrü Kaya’nın düşünmeye başladığını görünce şöyle dedi:
- “ Dur ben söyleyeyim nasıl konuşacağını. Orada diyeceksin ki: ‘Ey burada yatan sevgili şehitlerimiz, sizi saygıyla anıyoruz.’ Sonra Mehmetçik Anıtının başında yapacağın konuşmada: ‘Burada rahat ve huzur içinde yatınız. Siz olmasaydınız, düşman bu kutsal topraklarımıza yayılacaktı.”
Şükrü Kaya, Atatürk’e aynen bu şekilde konuşacağını söyleyince Atatürk itiraz etti:
- “Hayır, böyle konuşmayacaksın. Bundan daha güzel konuşacaksın. Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimizi değil, bu topraklar üzerinde kanlarını döken yabancı muharipleri de saygıyla anacaksın. Diyeceksin ki: ‘Bu ülkenin topraklarında kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatan toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyun. Mehmetçik’le koyun koyunasınız.”
Şükrü Kaya buna karşı çıktı, “Paşam, ben bunu yapamam” deyince, Atatürk kızdı:
- “Söyleyeceksin. Cihana karşı böyle konuşacaksın. Diyeceksin ki: ‘Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içinde rahat uyumaktadır. Onlar bu topraklarda canını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Atatürk’ün bu sözlerini, tüylerimiz diken diken olmuş dinledik. Yarabbi, bu ne büyük insan, yüce düşüncelere sahip bir büyük adamdı. Böyle bir sözü tarihte hangi büyük devlet adamı söylemişti bugüne kadar.
Şükrü Kaya’nın Çanakkale’de Mehmetçik Anıtının başında söylediği, Atatürk’ün yendiği uluslara karşı gösterdiği yüksek insanlık duygularını yansıtan bu nutuk, orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından dünyaya yayılmış. Daha bir hafta geçmeden Şükrü Kaya’ya Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan ve daha birçok yerden telgraflar yağmaya başladı.

Demokrasi ve Komünizm
Bir akşam Çankaya’da Yeni Köşkte yazarlar, ediplerle dolup taşan bir sofra… Hararetli bir tartışmaya girişilmiş. Davetliler arasında Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay başta olarak birçok ünlü kişi bulunuyordu. Konumuz siyasetti, demokrasiyle komünizmin karşılaştırması yapılıyordu.
Herkes konuşuyor, Atatürk her zamanki gibi dinliyordu. Toplantının sonunda kendi sözünü söyleyecekti.
Herkes aklının yettiği, dilinin döndüğü kadar demokrasiyi, komünizmi tarif etmeye çalışıyor, tarihten örneklerle kendi tezini haklı göstermeye çalışıyordu.
Fakat hiçbiri Atatürk’ü hoşnut bırakacak tarifi bir türlü bulamıyordu.
Herkes konuştuktan sonra Atatürk şu olağanüstü karşılaştırmayı yaptı:
- “Demokrasi ile Komünizm arasındaki fark şudur: mermer, temiz bir salon… İçinde çırılçıplak uzanmış kehribar gibi sarışın, güzel bir kadın… Kadının üstüne bir tül örtülmüş. Üstündeki bu tül demokrasidir. Tülü çekip kaldırdığınız zaman altından komünizm çıkar. Aradaki fark budan ibaret…”

Kontesi Şaşkına Çevirdim
Atatürk doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi.
Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenirdi, her fırsatta da bize konuşma özgürlüğü tanırdı.
- “Çelebi, ne dersin bu işe?” diye sık sık benim düşüncemi aldığını hatırlarım. Ben de huyunu bildiğim için, hiç çekinmeden, ucu zülfi yare dokunsa da, cesaretle karşılık vermeye gayret ederdim. Bunun ödülünü de, ölünceye kadar hizmetinde kalmak suretiyle gördüm.
Bir gün yurdumuza Fransa’dan konuk bir madam geldi, adını hatırlayamadığım bu madamı Kontes diye çağırıyorlardı. Yaşlı, düzgün giyimli, asil görünüşlü bir hanımdı. Atatürk, bu madama Dolmabahçe Sarayını kendi gezdiriyordu. Fethi Okyar, Kazım Özalp da yanlarındaydı. Arkalarından üzerimde smokin olduğu halde ben de bir centilmen gibi yürüyordum.
Sarayın kabul salonunda Napoléon’un Damdonörleri, annesi ve kızkardeşlerinin adları yazılıydı. Boş zamanlarımda sarayı gezmeye çıkınca, bu masaların üzerindeki yazıları okumaya dalardım. Farkına varmadan ezberlemişim. Gezi, oraya gelince, bu fırsatı kaçırmadım. Napoléon’un aile kişilerinin adlarını sıralamaya başladım.
Kontes şaşırmıştı. Hem Napoléon’un sülâlesini bir hizmetkârın ezbere bilmesinden, hem de koskoca bir devlet başkanının karşısında hizmetkârının ortaya atılarak serbestçe konuşmasından…
Kontes Atatürk’e dönerek:
- “Sizin için diktatör diyorlar. Oysa bu adamlar sizden hiç çekinmeden, korkmadan konuşabiliyorlar.”
Atatürk şu karşılığı verdi:
- “Benim için diktatör diyorlar. Evet, ben bir diktatörüm ama kalpleri kazanarak diktatör oldum. Bunlar benim verdiğim emirleri yaparlar. Benden ne diye korksunlar?”

Bir toplantıda bir genç, yine bu konuya değinerek Atatürk’e bunu sormuş:
- “Paşam, sana diktatör diyorlar” dedikten sonra şu karşılığı almıştır:
- “Ben diktatör olsaydım, sen şimdi bana bu soruyu soramazdın.”
Bir gün sonra… İzinli olduğum için o gece sofrada hizmet edememiştim. Atatürk, şefimiz İbrahim’e beni sormuş. İzinli olduğumu öğrenince, Fethi Okyar’a dönerek:
- “Napoléon’un annesini, kızkardeşini ne sen bilirsin, ne de ben. Bizim Çelebi zeki çocuktur. Hele bugün çok hoşuma gitti. Türklerin hizmetkârları bile Napoléon’un familyasıyla alakalı. Beni diktatör tanıyan insanlardan bir tanesi bu vaziyeti görmüş oldu. Onun için memnunum,” demiş.
Ertesi gün, bu sözleri İbrahim’in ağzından duyduğum zaman kabıma sığamıyordum.

Atatürk’ün diktatör olduğuna dair yabancı yazarlar pek çok şey yazmışlardır. O’nunla konuşmak ve röportaj yapmak için birçok ünlü yabancı yazar ve gazeteci gelmiştir. 1935 yılında gelen Amerika’nın en tanınmış gazetecilerinden Gladys Baker, yaptığı konuşmada, Atatürk’ü kıskanan ve dargın olanların yaydığı diktatör sözcüğünü sormuş ve o da şu karşılığı almıştır:
- “Diktatör değilim. Kuvvetli olduğumu söylüyorlar, bu doğrudur. Arzu edip de yapamayacağım iş yoktur. Ben zoraki ve insafsızca hareket bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine râmedendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”

Bir başka zaman da yine aynı konu üzerine konuşma açıldığı zaman şunları söylemişti:
- “Ben isteseydim, hemen askeri bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle yönetmeye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve bunu yaptım.”

Bir gün Şükrü Kaya, Atatürk’ün diktatör olup olmadığını soran yabancı bir diplomata şöyle demişti:
-“Son dört yıl içinde dışişleri, adalet ve içişleri bakanlıklarında bulundum. Bütün bu zaman içinde Atatürk, bir kez bile kesin emir vermedi. Sadece bazı tavsiyelerde bulunmuştur ki, bunları da kendisiyle birlikte oturup tartışmışızdır. Fakat hiçbir zaman bana şunu bunu yapma buyruğunu vermemiştir. Bakanlık işime de karışmamıştır. Bakanlar kurulundaki öbür arkadaşlar da aynı şeyleri söylüyorlar. Böyle bir kimse diktatör olabilirse, Atatürk de diktatördür.”

Köylünün Eşeği
Güzel bir sonbahar günü Etimesut Çiftliğine gitmiştik. Atatürk otomobilden inip, biraz yürümek istedi. Biz de yaverleri ve köşk polisleriyle birlikte arkasındaydık. O sırada karşı patikadan eşeğiyle bir köylü belirdi. Ben, Foks’la oynaştığım için biraz gerilerde kalmıştım. Atatürk’ün köpeği Foks, yabancıyı görür görmez, her zaman yaptığı gibi havlayarak üstüne saldırdı. Hayvanı tutmak istedimse de başaramadım.
Bir anda ne olduğunu anlayamadan, köylü elindeki sopayı hızla Foks’a salladı. Bereket sopa hayvana gelmedi. Hemen yanına koştum:
- “Sen çıldırdın mı be adam?” diye çıkıştım. “Şu sopa fırlattığın köpek kimin biliyor musun?”
Köylü dikleşerek sordu: “Ne olmuş sanki?”
- “O köpek Gazi’nin köpeği…”
Bunu duyunca köylünün korkudan sıvışacağını sandım ama istifini bile bozmadı. Sonra şu beklenmedik karşılığı verdi:
- “O Gazi’nin köpeğiyse, bu da benim eşeğim. Gazi bir köpek daha bulur ama, ben bir eşek daha alamam.”

O sırada, geçenlerden habersiz, yürüyüş yapan Atatürk, uzaktan köylüyle tartıştığımızı duymuş:
- “Ne oluyor orda?” diye seslendi.
- “Eşeğin kendisine ait olduğunu söylüyor bu köylü,” dedim.

Yanına gelince de olayı başından sonuna dek anlattım. Atatürk söylediklerimi dikkatle dinledi. Kızacağını sanmıştım. Başını sallayarak:
-“Köylü doğru söylemiş,” dedi. “Gerçekten de öyle. Bir daha nerden eşek bulacak?”


09 Kasim 2008

60- "Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi"

RTE, Türk Dili Kurultayı'nda bir şiir okuyor, bir "kıta" insan da onu alkışlıyor.
Fakat okuduğu şiirin şairini karıştırıyor: Fazıl Hüsnü Dağlarca'yla, Faruk Nafiz Çamlıbel'i karıştırıyor.
Çok yeni vefat eden, şiirimizin dağı Fazıl Hüsnü'nün bir şiirini okuduğunu sanarken, Faruk Nafiz'den bir şiir okuyor.
Milliyet yazarı Meral Tamer, "bu birinci sayfa haberi" diyor, ayrıca RTE'nin "hafızası yanılmamış çünkü şiiri ezberinden değil, önündeki prompter'dan okuyormuş".
İşin ilginç tarafının altını Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök çizmiş:
"Şiiri okuduktan sonra salonda büyük bir alkış kopuyor ve şairlerin karıştırıldığına dair hiçbir uyarı gelmiyor.
(...)
Acaba Türk Dili Kurultayı'na katılanlar da mı bu yanlışlığın farkında değildi?
Veya salondakiler, Türk Dili Kurultayı ile ilgisi olmayan, bindirilmiş alkış kıtaları mıydı?"
Tabii söz konusu gazete haberlerinde RTE'nin durumu kadar, ya korkusundan ya bilgi eksikliğinden suskun izleyicinin durumunu aktarmak daha da eğlenceli olabilirdi...
Doğan Hızlan ise "Bu bir bellek yanılgısıdır, başbakana şiir okumaya devam etmesini tavsiye ediyorum" dedi.
Tabii devam etmeli ki çevresindekileri aydınlatabilsin.
Şiirin az okunduğunu, yeterince anlaşılmadığı gayet iyi biliyorum.
Bir gün köşe yazısı niyetine, sevdiğim şiirlerden/şairlerden dizeler koyduğumda bunu apaçık gördüm.
O yazı diğer köşe yazılarımın 3 günde ulaştığı okunma sayısına, 2 haftada ulaşamadı.
Yine de inatla arşivde tutuyorum, birisi daha ulaşır, belki okumak ister, o gizemli kelimelerin arasında gezinir diye.
O şiirin bir kelimesi birisinin bir yerine dokunur belki diye...
Hata yapılmış olabilir, hem de Türk Dili Kurultayı'nda...
Ama bu hata RTE'den çok, teknik ekibe, belagat ekibine, alkışlayan izleyicilere aittir.


Okunmuyor şiir...
Yine de inatla devam ediyorum.



Dosdoğru
Iki kişi birbirini aldatır
Köy olur oraları
Uluslar yalan söyler birbirine
Ülkelerde dolar yeryüzümüz


Hasret
Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri,
Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,
Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır
diye


Ölü
Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.

Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

Yalnızlığım
Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım,
Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir.
Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir,
Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım

Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa,
Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi
Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi,
Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa.

Bir camın arkasında açılıyor güllerim,
Havuzum pırıl pırıl... yıkar bakışlarımı.
İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı;
Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim

Rüya rüzgarlarında bir yaprak yalnızlığım
Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde
Belki bu mısralarım esecek gönüllerde
Fakat herkese uzak kalacak,yalnızlığım.

Akdeniz Acılıydı XI
Denizin sakladığı bir şey var
Sevmek der kimi,
Kimi unutulmak.

Peki neden üşütür hep
Bu ağustos gecesinde
Karanlığın büyüklüğü?

Beni düşünme, dedindi ayrılırken
Düşünmüyorum ki
Düşüncem sende kalmış.


Dört Yapraklı Yonca

Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara toprakla binlerce yıl.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Bundandır sevmemiz
kiraz ağaçlarını.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Kardeşliğimiz bundandır
Mavi sularla binlerce yıl.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse
Bundandır inanmamamız
Kocaman bombalara.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

24 EKİM 2008

59- Brié, Gouda, Neufchatel, Muenster, Emmental...

"Sakin bir Eylül ayı geçirdik, malum Ramazan sosyal faaliyetleri azalttı. Evlerde ve otellerde iftarlarda buluştuk.
Ekim’e, hızlı başlıyoruz. 04’ünde Kuruçeşme Arena’da yapılacak olan S.O.S. İstanbul’un baş konuğu R.E.M. Ayrıca Spiritualized, Mor ve Ötesi ve Ayyuka da olacak.
Bir de dünyaca ünlü müzikal Mama Mia geliyor. 07-18 Ekim arası İstanbul Gösteri Merkezi’nde (eski Mydonose Showland) sahnelenecek. İki saat boyunca ABBA şarkıları eşliğinde keyifli bir müzikal seyredeceksiniz. Filmi seyrettiyseniz bile müzikali kaçırmayın. Tüm dünyada eleştirmenlerden çok iyi notlar alıyor.
Tabii bu arada, maç demişken, Eylül boyunca, tuttuğum futbol takımın maçlarını seyretmek için telefon etmediğim otel kalmadı. Malum evlerimizde Digitürk yaygın, D-Smart zor bulunuyor. Swissotel’den, Conrad’a, The Marmara’dan, Hyatt Regency’ye kadar hiçbiri maç yayını yapmıyor. Düzgün bir yerde maç seyretmek bu kadar mı zor derken, Hilton imdada yetişti. Fakat bar müdürü son anda arayarak “diğer takımın maçını yayınlayacaklarını” bildirdi.
“Eee, ne yapacağız?” dedik.

Cihangir’de yeni bir keyif: Olivia
Müşteri portföyü tipik bir Starbucks gibi görmek ve görülmek isteyenler üzerine kurulu olan White Mill’de, daha önce yazdığım gibi, küstah bir servis aldığım için, artık oraya kadar yürümeye zahmet etmiyorum. Aynı bahçe keyfini (hatta kocaman padişah koltuğuyla daha da iyisini) sunan, müdürü Kıvanç Bey sayesinde daha samimi bir ortam sağlayan Olivia son favorim.
Üstelik benim takımın maçlarını da üst kattaki mor bergerlerde yayılarak seyredebiliyorum. Bruschetta Mare, füme somon sebebiyle biraz tuzlu olmasına rağmen kesinlikle tavsiye edeceklerimin arasında. Ayrıca Olivia’da görülmek isteyenler kapının dışına konuşlanıyor, böylece bahçe ve içerdeki rahat koltuklar keyfine düşkün olan bizlere kalıyor. Garsonlar henüz işlerine hakim değiller ama en azından iyi niyetle çaba gösteriyorlar. Kıvanç Bey’i klonlamak lazım yani. Eh, bir de ilk maç gününde iki kere hesap hatalı gelince, yoğunluk değil, başka bir sorun var herhalde diye düşünmeden edemedik. Neyse ki diğer ziyaretlerimizde böyle bir sorunla karşılaşmadık.
Peki kimlere mi rastlayabilirsiniz? Mesela Ece Uslu doğum gününü orda kutladı, sıradan kıyafetiyle pek doğum günü kızı gibi görünmemesine rağmen, masadaki arkadaşlarımdan biriyle samimi olduklarından doğum günü olduğunu anlayabildim.
Tiyatrocu Vahide Gördüm ise başka bir gece çoluk çocuklu birçok meslektaşıyla (Altan Erkekli dahil) keyifli bir akşam yemeğindeydi. Olivia ise lilyumlarla donatılan hoş bir masa düzenlemesi yapmıştı.
Geçen akşam ise, yönetmen Mustafa Altıoklar, nişanlısı/sevgilisi Nehir Erdoğan ve 4-5 arkadaşıyla gelmişti. Akşamın büyük bölümünde Nehir ablamız konuştu, beyefendi 1,2,3 tıp oynadı.
Cihangir’de yolların yeniden düzenlenmesi harika olmuş, artık sağa-sola park eden araçlardan kurtulup daha rahat yürüyebiliyoruz. Tabii Cihangir’in orta noktası, pek meşhur Firuzağa çay bahçesi, eşofmanla bile olsa, bir Cosmo kızına uygun değil. Neşenizi ve yan masaların sohbetini duyup da sarsılma ihtimali olan ruh sağlığınızı korumak istiyorsanız, siz de, benim gibi Olimpos’tan inmeyin!

Fashion tv kızları
Suada’da, Stephan Pompougnac’ın albüm tanıtımı için basına kapalı olan davete erken “icabet ettiğimiz” için, bir Mezzaluna yemeği sıkıştırdık araya. Hem de oturduğumuz yerden partinin soluk ilk saatlerini izledik. Tabii Pompougnac’ın partisi hareketlenmeden, adanın diğer tarafındaki Fashion tv daveti zirveye ulaşmıştı. Defilede pek bir numara yoktu. Maalesef konuklarda da... Ortaköy’un şapkalı kurdu Ertekin’i görünce gülümsememe engel olamadım. Kürkçü dükkanından çıkmıyor tabii. Tabii etraf, sahte takılara bulanmış, taklit tasarımcı kıyafetleri ve yüksek topuklu olması dışında hiçbir özelliği olmayan stilettolarıyla yürümeyi beceremeyen ve gençlikleri dışında hiçbir nitelikleri olmayan genç kızlarımızla dolu olunca, biz “Olimpos” grubu dedikoduya başladık. “Olimpos”tan 20 yıllık Selda arkadaşım, benim yüksek sesli yorumlarıma dayanamayarak “Seni duyacaklar” deyince, “Merak etme, onlar Brié, Gouda, Cheddar gibi çeşitleri bilmez, sadece kaşarı anlarlar” dedim.
Peki siz?
Siz kaç çeşit peynir sayabilirsiniz?


PS. Sene başından beri Cosmopolitan dergisine, isim hakkını bu e-köşemden alan bir köşe yazıyorum: Ortaya Karışık. İçeriği biraz farklı. Fakat Ekim ayında yayınlanması gereken son yazım, peynir çeşitleri yüzünden yayın yönetmeni engeline takilmis. Yazı sizin çengelinize de takılacak mı diye merak ederek, bu köşede de yer veriyorum.

13 Ekim 2008