22 Eylül 2007 Cumartesi

28- “Seni öylesine düşledim ki!”*


“Quanto tempo puo durare?
Quante notti da sognare?
Quante ore, quanti giorni?

Tristamente tutto deve finire” (1)


Öyle çok şarkılar söylüyorum ki bugünlerde. Her dilden… Öyle çok şiirler okuyorum ki. Her gönülden…

En çok da Robert Desnos dönüp duruyor. Ortaokuldan beri en sevdiğim şiirlerden birinin şairi. Ve onun kelimeleri…
Engin Ardıç yazmıştı (29.10.2006) kendi içinde dönüp duran şarkıyı… Gloomy Sunday.
“1933 bestesi… Herkesin içini karartıyormuş, her dinleyen intihar ediyormuş, BBC ve NBC gibi yayın kuruluşları yasaklamışlar, şarkı bütün dünyada ‘Macar intihar şarkısı’ olarak tanınmış, böyle bir ‘şehir efsanesi’ oluşmuş o zamanlar… Besteci, ölen karısı için yazmış, kendisi de intihar etmiş yıllar sonra, Rezsö Seress diye bir adam…” (2)
Billie Holiday, Paul Robeson, Kronos Quartet, Sarah Brightman, Sinead O’Connor, Marianne Faithfull, Elvis Costello, Björk, Billy Eckstine…. Aklınıza kim gelirse yorumlamış yıllar içinde şarkıyı.
“Sunday is gloomy, my hours are slumberless, dearest the shadows I live with are numberless... Gloomy is sunday, with shadows I spent it all, my heart and I have decided to end it all...” (3)
Ardıç’ın yazısında bulabileceğiniz bilgilere minik eklemeler yapayım… Macar şarkısına Sam M. Lewis ve Desmond Carter İngilizce söz yazmış ve Hal Kemp Orkestrasıyla yorumlanan Lewis’in sözleri daha çok tutulmuş. Şarkı büyük kitlelere yayılmasını ise 1941’te Billie Holiday yorumuna borçlu.
Macaristan’taki kayıtlarda, bu melodiyi dinleyip de intihar edenler veya son mektuplarında şarkının sözlerini yazanlar bulunuyormuş. Macar besteci Rezsö Seress ise 1961’te evinin penceresinden atlayıp intihar etmiş.
Engin Ardıç, Gloomy Sunday versiyonlarını dinlemiş, filmini seyretmiş, sonra kendi sinemasında dönüp durmuş, sözler, replikler, yüzler, oyunculuklar. Kendi hayal gücünün pek de geniş olmasına gerek kalmamış yani. Oysa Desnos’un kelimelerinin çok ihtiyacı var hayal gücüne.
Şiiri, şarkısı, acısı kendi içinde saklı. Hele bir de kendi dilinden sesli okuyorsanız içinize işliyor her bir kelime. Sürekli, sürekli mırıldanır gibi okuyorsunuz, hatta ben size okuyayım…

A la mystèrieuse
J'ai tant rêvé de toi que tu perds ta réalité. Est-il encore temps d'atteindre ce corps vivant et de baiser sur cette bouche la naissance de la voix qui m'est chère? J'ai tant rêvé de toi que mes bras habitués en étreignant ton ombre à se croiser sur ma poitrine ne se plieraient pas au contour de ton corps, peut-être. Et que, devant l'apparence réelle de ce qui me hante et me gouverne depuis des jours et des années, je deviendrais une ombre sans doute.
O balances sentimentales.
J'ai tant rêvé de toi qu'il n'est plus temps sans doute que je m'éveille.
Je dors debout, le corps exposé à toutes les apparences de la vie et de l'amour et toi, la seule qui compte aujourd' hui pour moi, je pourrais moins toucher ton front et tes lèvres que les premières lèvres et le premier front venu.
J'ai tant rêvé de toi, tant marché, parlé, couché avec ton fantôme qu'il ne me reste plus peut-être, et pourtant, qu'à être fantôme parmi les fantômes et plus ombre cent fois que l'ombre qui se promène et se promènera allégrement sur le cadran solaire de ta vie.
(4)

“Sana hissiz kelimeler sunacağım” (5)
Onu “Fransız Direniş Şairi” başlığı altında tanıdım. Hücrelerime sinmesi ilk kelimelerle olsa da, onu anlamam okul yıllarımın bitişinin çok sonrasına rastlar. Kelimelerinden sezdiğim kadar, çocuk aklımla, bilgimle anlayamadığım ama hissettiğim kadar özelmiş Robert Desnos.
Gerçeküstücülüğün papası André Breton’un hareketin en has adamı olarak sunduğu, Louis Aragon’un muhteşem bir şiirle taçlandırdığı (aynı zamanda bestelenmiş ve Jean Ferrat tarafından söylenmiştir) koca bir yüzyıla, tat vermiş, renklerini sunmuş, kara mizahın ve otomatik yazımın kahramanı bu hassas şairi tanımlayacak uygun kelimeyi bulmak zor.
1900 yılında Paris’te doğan Robert Desnos (Şeytan Robert), başlangıçta, Gerçeküstücü Hareket’in önde gelenlerindendi, şiirleri akımın en aşırı ve ilginçlerindendi. Uyku seanslarıyla tanınan Desnos, düşlerden kök alan imgeselliğe en çok hakkını veren kişidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği acıların etkisiyle geleneksel biçimlere döndü. Paul Eluard ve Louis Aragon’la birlikte insan umudunun şairi oldu. Savaş yıllarında Fransız Direniş Hareketi’ne katılmış. Direniş mücadelesini yansıtan şiirleri gizlice bastırılarak elden ele dolaştırılmış. Kendi dilini öyle uç noktalarda kıvırır büker ki, pek çok şiirinin başka bir dile çevrilmesini olanaksız kılar Desnos.
Direniş Hareketi içinde olduğu için Gestapo tarafında tutuklanarak Çekoslovakya’daki Terezin toplama kampına gönderilmiş. Türkçe birçok kaynak, ABD birliklerince kamptan kurtarıldıktan kısa süre sonra, tifüsten öldüğünü yazar. Oysa Robert Desnos, Nazilerin teslim olduğu ve Hitler’in intihar ettiği yani savaşın bittiği 1945 Nisan’ından iki ay sonra, bölgeyi boşaltırken panikle tüm Fransız ve Yahudileri tasfiye eden kılıç artığı SS’ler tarafından alelacele kurşuna dizilerek ölmüş ve ömrünün son üç yılında şiirlerini adadığı kurtuluşu göremeden ölmüştür. (Terezin Kampı’nda da bu bilgi verilmektedir)

“Seni öylesine düşledim” şiirinin adı “Gizemli Bir Kadına”.
Ve “Ne me quitte pas” şarkısı, son zamanlarda her dinlediğimde bana Desnos’u hatırlatıyor. Enrico Macias’ın her bir kelimeye dokunarak söylediği bu şarkı “Beni terk etme” diyerek başlıyor ve aşkın en biçimsiz haline dönüşüyor. (Mesela Roman Polanski’nin Bitter Moon filmindeki hali)
(Özetle şöyle…)
“Beni terk etme. Her şeyi unutmalıyız, yanlış anlamalar zamanını, kayıp zamanı. Her şeyi unutabiliriz, zaten elimizden kayıp gidiyor. Beni terk etme… Sana, anlayacağın o hissiz kelimeleri bulacağım. Beni terk etme, yaşlı sanılan volkanın tekrar fışkırdığı görülmüştür, yanan bir tarlanın en verimli Nisan’dan daha fazla mahsül verdiği. Beni terk etme… Artık ağlamayacağım ve konuşmayacağım. Bir yere saklanıp seni seyredeceğim, dansederken, gülümserken, sonra seni dinleyeceğim, şarkı söylerken ve kahkaha atarken. Bırak da senin gölgenin gölgesi olayım, elinin gölgesi, köpeğinin gölgesi. Beni terk etme…
Hep nakarata takılıp ihmal etmişim özünü bu şarkının. Çünkü bana yazılsa böyle yazılırdı (Kalplerinde at kestanesi olduğum adamlar tarafından). Bir Enrico Macias’tan dinleyin, umudun eteğine saklanan umutsuzluğu hissedin, bir de Candan Erçetin’deki tutkuyu ve pençeleri fark edin. Bir “Gauloise yakın, Jacques Brel’den dinleyin, ‘Köpeğinin gölgesi olurum’ derken kendi yaşamını da koyar ortaya Brel”. (6) Sonra kendi versiyonunuzu söyleyin. Bir de benden dinleyin olmuşken… :)

Öyle çok şarkılar söylüyorum ki bugünlerde. Her dilden…
Öyle çok şiirler okuyorum ki. Her gönülden…

“Kaç tanesi sevdi senin neşeli zarif anlarını,
Ve sevdi senin güzelliğini gerçek veya sahte aşkla;
Ama bir adam sendeki haçlı ruhu sevdi,
Ve sevdi değişen yüzünün kederlerini.” (7)

Aşklar şekil değiştiriyor, ruh değiştiriyor. Bendeki yine aynı kalıyor.
“Sevilen kim fakir ki?” (8)

“Sokakta çok fakir bir kadına rastladım, âşıktı. Şapkası eskiydi, paltosu yırtıktı, ayakkabılarının içinden sular geçiyordu… Ve ruhundan yıldızlar.” (9)

Seven de, sevilen de zengin. Galiba seven bir gömlek daha fazla.

“Hayatımızda tek bir renk var, bir sanatçının paletindeki gibi, sanatın ve hayatın anlamını veren. O da aşkın rengi”. (10)

Aşklar şekil değiştiriyor, kelimeler anlam… Ben yazımı bir türlü toparlayamıyorum.
“Yazmak mutsuzluğun nedeni değil, sonucudur” diyor Montaigne. Galiba bu yüzden yazamıyorum. Kafam değil, yüreğim basmıyor. Ben beni sevenlerin kalbinde at kestanesi oldum hep, her nefes aldıklarında batan. Doya doya kalmadım hiç, doyurana kadar. Ben olduğumdum ve çoktum. Ve kendime vurgundum. Bir de bendeki bana vurgun olana. Oysa “herkes kaderine boyun eğmeli” diyen o türküyü doğrulamak gerek.
Ben olduğumdum ve çoktum. Onlarsa hep kayıp gittiler benden iz bırakmadan. Birkaçı hariç. O yüzden onlardan bir şeyler çaldım. O Sherlock böcekten kanatlarını, o küskün şair adamdan kelimelerini.
Şimdi acıtmadan duruyorlar acılarıyla müzemde. Görmediğimiz yaralar da hatırlatırlar ya kendilerini. Yaz gelse de kışı unutmuyorum. “Hiçbir şey baştan çıkarmanın kendisinden daha büyük olmayı beceremeyecektir; onu yok eden düzen bile” diyen Jean Baudrillard’ı unutmuyorum. (11)
Kışları, kabukları, derin nefesleri, sonsuz gülümsemeleri, sıcak sarılışları, merhameti unutmadan hayatın beni baştan çıkarmasına kapılıp gidiyorum. Yaşadıkça.
Herkes gibi, herkes kadar karanlıktayım. Karanlıktaydım. Sonra biri çıktı geldi. Adı… Sonra biri içimden çıktı geldi. Adı benim adımdı. O karanlığa daldı ve beni güvenli bir yere çekti.
Dedi ki “Bazı cevaplar istediğini biliyorum. Ama doğru cevap hangisi? Çünkü cevap falan yok. Sadece hayat var.
Sadece hayat.
ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Adam gibi mevzular

“Neden bana bu kadar kötü davranıyorsun?”
“Ne kadar sivri dillisin!”
“Artık ben aramayacağım, biraz da sen arasana beni”
“Beni şımartmamak için bu kadar seyrek arıyorsun değil mi?”
“Neden bana vakit ayırmıyorsun?”
“Ne düşündüğünü hep söylemek zorunda mısın?”
Etc…

Çevremdeki adamlar, son zamanlarda hep bu sözleri etmeye başladılar. Oysa tek yaptığım kendi isteklerimi öne koymaktı. Önce canımın sesini dinlemek ve ne istediğini bulmaktı. Hani Nuray İlbars’ın bir yazısında bahsettiği üç kişilik hayata salıvermiştim kendimi: Ben, keyfim ve kâhyası. Hatta keyfim ve kâhyası tepeme çıkmıştı. Ve mutluydum.
Sonra oturduk Editör Bey’le ilişkileri tartıştık biraz. Hani bu pes etmeden kapımı tıktıklayanları. Güldük biraz da. İkimiz de aynı yola geldik diye. Hatta ben onun yoluna…
Ona yıllarca verdiğim akılları geri aldım, üstüne biraz da onunkinden çaldım.
Dürüstlük, incelik, değer göstermek, duygularını paylaşmak, karşındakini kendinden bir adım öne koymak gibi klasik kadınsal değerler kadının kendi önüne set çekiyormuş meğer. Mesele adam gibi kadın olmaktaymış. O da önce kendi ekseninden geçiyormuş insanın. Özümüze döndük, feraha çıktık işte.
Uzundur, kendi isteklerimi öne aldım, keyfimi ve kâhyasını tepeme çıkardım. Onların emrine amade, yanlışlar da yaptım, keyfine vara vara, doğrulardan da caymadım, canım yansa da.
Kendi eksenimde kurduğum hayat birçok dostu mutlu etti, birçok ateş böceğini bana çekti. Söyledim, yanarsınız diye, kanatlarınız uf olur diye. Dinlemediler. Yandılar da söylenmediler. Yakan benim şenlik ateşim olsa da, saran ben olmadım. Bu yüzden de sevdiler beni. Birçok yüzden sevdikleri gibi.
Agahta Christie’nin ana karakterlerinden Hercule Poirot’nun bir sözü geldi aklıma önce: “Adamın paspas olması, kadındaki şeytanı ortaya çıkarır”.
Sonra da babaannemin okuduğu ve benim eksik hatırladığım bir şiir: ”Kadın bahar gibidir, bir kapanır, bir açar. Kaçarsan takip eder, takip edersen kaçar. Bazı kadınlar var ki, andırır bir yılanı, damla damla zehirler aşkından bayılanı. Vursa da, öldürse de kadındır daima haklı. Kadın bir muammadır ermez kimsenin aklı”.

(Aslında “Adam gibi mevzular” ana yazı olacaktı ama demek ki o kadar hınzır bir ruh halinde değilmişim, yetmedi içimden çıkanlar. Next customer pliizzzzz…)

* Hayatın hoşlukları
Sevgili dostum Selcen Doğan Ağakay, şahsımı Posta’daki köşesinde Haftanın Hoşlukları bölümüne koymuş. Ah, ne doğru etmiş. Siz de hayatın hoşlukları başlığınızın altına yerleştirin ve Cumartesi günü Posta almayı ihmal etmeyin…

İMZA: Bİ DOST

Andıcım geldi!

Haylidir nostaljisi yapılıyordu, yıldönümünde de anılmıştı ayrıca. Neyse ki, bir andıç ortaya çıktı da, kütüklükte paslanmakta olan cephaneleri kullanma fırsatı çıktı.

Her kurumun, görüşlerini çarpıtarak yayınlayanlara karşı tavır almaya hakkı olduğunu göz ardı edenlerin, "Akşam beni Çankaya'dan aradılar. Memleket meselelerini konuştuk. Hızımızı alamadık, dünya'yı da düzelttik biraz" yazılarının unutulduğunu sanıyor olabilirler. Ama bir örnek olay benim hiç aklımdan çıkmıyor.

Emekli Org. Tuncer Kılınç, Harp Akademileri komutanı olduğu dönemde düzenlenen bir panelde, tanıkların da olduğu bir ortamda "Hep 'AB, AB' diyoruz. Diğer komşularımızı unutuyoruz. Rusya ve İran ile de ilişkilerimizi geliştirmemiz gerek" demişti. Andıç mağduru pek çok gazetecinin sütunlarında bu ifade "Org. Tuncer Kılınç, 'AB'yi bırakalım, Rusya ve İran'la işbirliği yapalım' dedi." olarak girdikten sonra, "Amacı, Türkiye'yi üçüncü dünya ülkesi yapmak mı?" diye bir soruyla da süsleniyordu.

Bunları yazanların, bir zamanlar Çankaya'nın kadrolu gazetecileri olmasını da anımsayınca, ne TSK'nın andıç hazırlaması ne de dünkü ve bugünkü andıçlarda yer almaları hiç de garipsenecek bir durum değil!

imzasi.bir.dost@gmail.com


İzler

* “J’ai tant rêvé de toi” Robert Desnos

(Yazılarda kullandığım metinleri kendim çeviriyorum, vahim bir hata olmadığı müddetçe, sorun etmeyiniz, ne kendinize, ne bana… Tabii kopyalamak isterseniz de, emeğe saygısızlık etmeyiniz. Bir not düşüverin artık.)

1- “Bu ne kadar daha sürecek?
Daha kaç gece rüyalar?
Daha kaç saat, kaç gün?
Ne yazık ki her şey bir gün bitmeli”
Pink Martini- Una notte a Napoli
2- Engin Ardıç- 29.10.2006
3- Kederli pazar... Saatlerim sayılı, içinde yaşadığım gölgeler sayısız... Pazar kederli… Gölgeler içinde geçirdik bütün pazarları, ben ve yüreğim, sonra da bitirmeye karar verdik...
4- İnternette birkaç çeviri buldum fakat vahim hataları olduğundan kendi çevirimi koyuyorum. Sonuçta cümleleri, düşüncesi, akışı karışık bir şiir.
J’ai tant rêvé de toi- Seni öylesine düşledim ki / Seni öyle çok hayal ettim ki şekillerinde çevrilebilir…

Seni öylesine düşledim ki, gerçekliğini yitirdin. Vakti midir bu canlı vücuda erişmenin ve bana kıymetli olan bu sesin doğduğu ağzı öpmenin? Seni öylesine düşledim ki, senin gölgeni kucaklaya kucaklaya göğsümün üstünde kavuşmaya alışmış olan kollarım vücudunun kıvrımlarını saramayacak belki de.
Ve bana günler ve yıllar boyunca musallat olan ve beni yöneten görüntünün gerçeği karşısında ben de bir gölge olacağım kuşkusuz.
Ey duygusal dengeler.
Seni öylesine düşledim ki, hiç kuşkusuz uyanmama zaman yok artık.
Yaşamın ve aşkın ve bugün benim için tek önemli olan senin tüm görünümlerine sunulmuş bedenim, ayakta uyuyorum, senin alnına ve dudaklarına belki de hiç dokunamam, ilk gördüğüm birinin dudaklarına ve alnına dokunduğu kadar.
Seni öylesine düşledim, hayalinle öylesine yürüdüm, konuştum, yattım ki (çev. notu: Aklımda sen öylesine dolaştım ki, o kadar çok bahsettim ki senden, hayalini öylesine sevdim ki), belki de bana tek kalan, hayaletler arasında bir hayalet olmak ve hayatının güneşli kadranında gezinen ve gezinecek gölgeden yüz kat daha gölge olmak.

5- “Ne me quitte pas” şarkısından bir alıntı. “Je t’inventerai des mots insensés” diye başlayan söz.
6- aLeVYa’nın yorumu.
7- W.B.Yeats- When You Are Old şiirinden alıntı.
“ How many loved your moments of glad grace,
And loved your beauty with love false or true;
But one man loved the pilgrim soul in you,
And loved the sorrows of your changing face.”
8- Oscar Wilde
9- Victor Hugo
10- Marc Chagall, 8 Nisan 1985 Newsweek dergisi
11- Simulasyon kuramını oluşturan büyük Fransız düşünür Jean Baudrillard’ı 06 Mart 2007’de kaybettik.

09 Mart 2007

Hiç yorum yok: