24 Aralık 2009 Perşembe

73- Sırtüstü

Sırtüstü uzanıyorum.
Denizin üstünde, denizin içinde.
Hayatın en tepesinde…
Uzanıyorum sırtüstü.
Hiçbir şey duymuyorum.
Kendimi hayata bıraktım.
Albert Schweitzer, “Mutluluk, iyi bir sağlık ve kötü bir hafızadan başka bir şey değil” demiş. Siliyorum geriye doğru her şeyi. İyi-kötü, ağrılı-sızılı, kahkahalı-gözyaşlı… Her şeyi. Gelecek için yer açılana kadar. Gelecek yeniden yazılıyor.
Gelecek yeniden yazılacak.
Her gün yaptığımız seçimlerle. Tekrar tekrar. En doğrusu gelene kadar. Yap-boz’umuzun eksik parçasıyla tamamlanana kadar.
Sürekli sırtüstü denizin üstünde hissedene kadar.
Kaybettiklerimizin sızısı hep derinlerde bir yerde kalacak ama hatırlamayacağız. Hafızanın güzelliği burada.
“Hayat kişinin cesaretine göre genişler veya küçülür” diyen Anais Nin haklı çünkü.
“Kader, cesurları kayırır” diyen Virgil de. “Şimdi dua et, unut ve affet” diyen Shakespeare de…
Bütün o sağlam dostlar mırıldanıyor kitapların arasından.
Sesleri birbirine, benimkine karışsa da, duyuyorum onları.
“Hayattaki tek neşe, başlamaktır” değil mi? (1)
Attım kendimi suya.
Boğuldum.
Şimdi yine atlıyorum.
“Çünkü içimde tamamen yalnız olduğum bir yer var. İşte orada asla kurumayan filizlerim yeşeriyor”. (2)

Biliyorum evren boşlukları sevmez.
Biliyorum “aşkın tek ilacı daha fazla sevmektir”. (3)
Biliyorum “tek bir kelime, aşk, bizi hayatın ağırlığından ve acısından özgür kılar.” (4)
Talmud’a göre “kederliyken söylediklerinden hiçbir insan sorumlu tutulamaz”.
Affediyorum.
Kendimi, seni, bizi…
Hepimizi.

“Hayatı mutlu kılmak için çok az şeye ihtiyaç var”. (5)
İçim dopdolu.
Sırtüstü uzanıyorum.
Sırtüstü…
Yağmur kadar hafif, yepyeniymişim gibi tertemiz/im.






PS. Bir görünüp bir kaybolmamı mazur görmüşsünüz, yine eskisi gibi, çooook okunmuşuz. Teşekkürler…











“Yanıltıcı Teklik”
Böyle yazmıştım, 18 Ağustos 2008’de.
Ne de yanıltıcı teklikmiş ama 
Ne de yanılmışız.
Ne de yanıltmışız içimizdekileri, dışımızdakileri…
Hisler doğru ama ve bir o kadar gerçek. Bir sene geçmiş olsa da, eksilen bir şey yok.
Nankörlük etmeyelim…
Hatırlamak gerek, saygıyla anmak gerek tekrar.
İşte bir bölümü…

“- Küçük şeyler. Küçücük şeyler, kocaman bir fark yarattılar. Zaten başkalarından tek istediğim küçük şeyler oldu, sadece kendimden büyük taleplerim vardı.
Merak etmeyin siz, ben sadece kendime aşığım çünkü sonsuzca büyüleyiciyim, gecenin sonunda ve sabahın ilk saatlerinde tek görmek istediğim insan benim. Bu ömür boyu sürecek bir ilişki ve asla boşanmayacağım. Kendimi asla yarı yolda bırakmam. Kendi başına olmak kesinlikle bir ayrıcalık, bunu siz çok iyi bilirsiniz.
Ama bazen kendinizle olmak gibidir bir başkasıyla olmak. Benim için en değerli kıstas budur. Aynı olmaktan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın beni. Kendimle geçirdiğim kadar iyi vakit geçirmekten bahsediyorum. Hatta daha da iyisi, sıkıca sarılabildiğin…
“Severim 1’i, bir ben, bir o, bir ay, bir güneş. Oysa “teklik” yanıltıcı bir kelime. 2, paylaşım, kendini bırakıştır, cezbetme ve reddetme, evet ve hayır.”
Evet ve hayır.
Belki hem evet, hem hayır.

Korkmayın bir yere gitmiyorum, bir yere sürüklenmiyorum. Sadece kontrolü elimden bıraktım, altını üstünü yoklamıyorum, dünün ve yarının peşinde değilim. Onlar benim peşimde artık. Ben bugünün bile peşinde değilim. Hiçbir şeyin değilim.
Bir sabah güneş düştü üstüme, yıllardır gitmediğim bir mekânda, uzundur hissetmediğim gibi hissettim. Güneşin yüzüme vurmasından korkmadım, alerjim başlayacak diye endişelenmedim. İçimdeki sesler sustu o sabah. Sonra da hiç konuşmadılar. İyi bir şeymiş. Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…
Neyini mi sevdim?

İnsanlara nazik olmasını sevdim, hayvanlara yumuşak gözlerle bakmasını, her şeyini paylaşmasını, durup dururken yanağımı okşamasını, sakinliğini, yarım gülümsemesini, içinden gelen görgüsünü, hissettirmeden yol vermesini, bir toplu taşıma aracındayken o arkadaşıyla konuştuğu ve ben müzik dinlediğim halde kolunu yanımdaki cama dayamasını sevdim, oraya ait olduğumu hissettirmesini, sofra kurmasını sevdim, bulaşıkları yerleştirmesini, ne istediğimi sormasını, dikkatle cevabı dinlemesini, unutmamasını, hayatımın içinde hem çok yeni, hem çok uzun zaman olmuş gibi durmasını sevdim, hararetle akan bir hayatın içindeki sakinliğini sevdim, çokça susmasını, uzun uzun konuşmasını…
Kızdığı zaman bile kötü sözler kullanmamasını…
Hayır, endişelenmeyin, tabii ki bana değil, bana neden kızsın ki, hem… bana kim kızabilir ki? Kaza yaptığımızda veya maç seyrettiğimizde olanlardan bahsediyorum. Ah, evet, siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ama anlıyorsunuz değil mi?
Hem bana benzemesini, hem de farklı olmasını sevdim.
Başkaları yapsa, çok umursayacağım ufacık şeyleri ben yaptığımda fark etmesini ve umursamasını sevdim.
Evet, haklısınız, ne farkı var diyorsunuz, tabii, hayatım boyunca el üstünde tutuldum, prensesler gibi davrandılar bana, bir sürü incelik gördüm, tonlarca sürprizler yaptılar, ya tavlamak ya elde tutmak için bir sürü şeylerini feda ettiler, onları incittiğimde bile, egolarını tırnakladığımda bile daha da bağlandılar, alay ettiğimde daha fazla ateşe attılar kendilerini, çok gösterişli şeylerle nefesimi benden almaya kalktılar.
Ben de onları listeledim. Hiçbir işe yaramayan listeler halinde, kâğıt üstünde, orda burada bıraktım gündelik hayatımızda parlak olan isimlerini, hiçbir işe yaramadılar, hiç gün ışığı göremediler benden yana.
Oysa şimdi ayaklarım yerden kesilmiyor, sadece…
Sadece dinlendirici bir sessizlik.
Başımı döndüren de bu.
Onun dışındaki tüm sesler susuyor.
Buna anlamlar yüklemenizi istemiyorum.
Sadece olduğu gibi bir durum bu. Samimi bir şey. Hesapsız…
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu. Ahenkli, cazip, serinletici, özlenen…
Tamamen gerçek, çekiciliği de orda zaten.
Siz karşınızdaki kişiye dönük durmazsanız hayatta, anlarlar. Hele ki karşınızdaki bir kadınsa…
Ben anlıyorum “canım” kelimesinin farklı tonlarını, telefon edildiğinde seçilen kelimeleri, minik bakışları, bir kapıdan önce kimin geçtiğini ve beni hayatında nereye koyduğunu karşımdaki insanın.
Bir kadın yerini anladığı ve memnun olmadığı zaman erkeğe nefes alacak alan bırakmaz. İlişkinin serpileceği oksijen bırakmaz. Çünkü adam hayatında o kadını gözü kara bir şekilde istememiştir. Zamanla tanıyıp, sevse, hayatında çokça olmasını istese bile, cesur hamleyi yapmamıştır adam. Karar vermekte hep tereddüt etmiştir mesela. Ve hayat sürüp gitmiştir.
Adam hayatına devam eder.
İş hayatı sıradan iş sorunlarıyla devam eder.
Özel hayatı alışılmış kaprisleri ve oyunlarıyla devam eder.
Sosyal hayatı inişli çıkışlı takvimiyle devam eder.
Adam devam edemez ama.
Kadın da kimseye yakın duramaz. Yine o kırık ses tonlarını fark edeceğinden korkar.
İkisi de kimseyi gerçekten tanıyamazlar.
Gerçekten…
Gerçekten kimseyi tanıyamazlar.
O zaman da ne âşık olur, ne de severler kimseyi.

Ne de hayata bağlı kalırlar.
Bir köşede sorgularlar, “kader, karma, kuantum” gibi süper felsefeleri. Bir taraftan kendilerini dağıtırlar hayır diyemedikleri sıradan sohbetlere.
Kendilerine kendileri bile üzülemezler.
Onlar bile acımazlar kendilerine.
Yazık olur.
Sesleri çıkmaz.
Çıkamaz.
Çünkü suçlu onlardır.
Aç bir çocuk gibi her şeker paketini açıp, her birinden bir ısırık aldıkları için, hiçbirinin tadını anlayamamışlardır.
Anlayamazlar da zaten.
O tırtıklı, fosforlu, herkesin peşinden koştuğu duygu, yaptığın seçimin peşinden gitmekle bulunur.
Verdiğin karar saygı duymakla sızar içine.
Sonuna kadar gidilir.
Yani, aşk, bazen söylemediklerinde gizlidir, o taaa içinde kalanlarda.
O yüzden en büyük aşkı da içinizde bulmalısınız zaten.
Kendinize karşı.
Ben öyle yaptım.

Şeker paketlerini önüme yığıp hâlâ açgözlülükle ve açlıkla ağlamak istemedim çünkü, bekledim. Siz benim “Obur Üzüm” yazımı okumuş muydunuz? İşte toprağın derinliklerinden getirdiğim efsunlanmış aromamı artık toprak üstüne çıkarma vakti. Persephone’nin zamanı geldi de geçiyor.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Rahmetli 4 ayaklı kızımı tutardım ben, fren yaptığımda sarsılmasın diye. Bilinçli bir şey değildi. O da beni tuttu, kasislerden geçerken, bilinçli bir şey değildi.
Güzelliği de ordaydı zaten.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu.
Endişelenmeyin siz, yüzüme vuran kendi ışığım…
Yüzüme vuran güneş ışığı.

“Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…”

http://ayseselcen.blogspot.com/2008/08/55-yanltc-teklik.html



İzler
1- Cesare Pavese
2- Pearl Buck
3- Henry David Thoreau
4- Sofokles
5- Marcus Aurelius

20 Kasım 2009

Hiç yorum yok: