24 Aralık 2009 Perşembe

72- Misket

Misket

Dakikalar geçmiyor.
Saatler hiç…
Bir fanusa kapatılmış gibi hissediyorsun kendini, nefes alamıyorsun. Göğsünün üzerinde bir taş. Onu altında da, arada kanat çırpan bir küçük kuş…
Sanki sana hala yaşadığımı hatırlatmaya çalışıyor.
“Ne fark eder?” diyorsun, “Yine düştüm.”
“Her tarafım yara bere içinde.”
“Canım yanıyor.”
Her şeyden medet umuyorsun, katrana bulanan zamanların daha yavaş geçtiğini biliyorsun.
Sızladığını her bir yanının. Aşktan, sevgiden, acıdan.
“Daha büyüyecek o, sevgiyi anlamıyor henüz, aşktan iliklerine kadar üşümüyor, kemiklerine kadar ısınmıyor, yoksa bu kadar kolay avuçlarını açıp kayıp gitmesine izin vermezdi hiçbir şeyin” diyorsun.
Özdemir Asaf’a sığınıyorsun, “Bir sevgiyi anlamak, bir ömür harcamaktır. Harcayacaksın!” diyorsun. “Harcasın, geç kalmadan” diyorsun.
Anlarken onun içinde bulunduğu karanlıkları, kendi karanlıkların da seni boğuyor. Elini çekmesin istiyordun ama sen açtın kapıyı, o girdi içeri. Oturdu başköşeye, sonra savaşmayı bıraktı, senin için, sizin için. Sonra kapıyı senin arkandan kapattı. Kendisi de istemiş meğerse o kapıyı açmak. “Tükendim” dedi sana, “birbirimizi kırmaktan yoruldum. Toparlayamıyoruz, gitgide daha kötüye gidiyor. Burada kalmalıyız biz artık” . “En azından bir süre” değil mi?
Kalmalı mısınız burada?
Hikâyenin sonu bu mu?
Tükenmemişken siz, geri kalan her şey bitti mi?
Bitmeyince bitirmek daha zor değil mi?
Bir sürü söze sırtını dayamak istiyorsun…
“Seninse geri gelecektir.”
“Gelmemen önemli değil, gelsen önemli olurdu. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.” (1)
En çok gözlerini özlüyorum, diyorsun, o gülümsemeyle parlayan gözlerini.
Sonra sözlerini… Sessizlikle karışan sözlerini, hiçbir şey vaat etmeyen sözlerini…
Şimdiden bu kadar çok özlenir mi her bir şey?
Bir şeyin en dibindesin.
Kızdın mı, kırıldın mı kendine, anında yok olmak istiyorsun, yatakların içinde, acının uzağında, aşkın sıcağında, umudun kucağında…
Duyguların karışık, yoğun, şiddetli. Kızgınsın, kendine, hayata… Darıldın.
O tatlı gülümsemeli oğlan çocuğuna babası misket oynatmazmış, sen o misketleri alıyorsun, hadi oynayalım diyorsun, bu sefer başımıza bir şey gelmeyecek.
Olmuyor ki, elini uzatamıyor…

“Sen aşkın talibi, o da galibi”… (2)
“Yanmam lazım, daha yol almam lazım, kendimden caymam lazım”… (2)
Her şey olduğu gibi duruyor.
Ama sanki birisi alıp pilinizi çıkartmış sizin ilişkinizin. Kaldırmış dolaba.
Ama sen şöyle düşünmek istiyorsun.
“Pilimizi çıkarttık, şarja koyduk. Düzelecek her şey”.
İnanmak istiyorsun buna. Size. Yaklaşan aydınlığa…
Susuyorsun, sustuklarını yazıyorsun. En çok da o dosta (KLM). Kendine yazar gibi ona yazıyorsun, “ben seni çok özlüyorum, o yüzden seni hep göreceğim” diyen o bencil ve tatlı çocuğa yazar gibi o dosta yazıyorsun, yazarken kalbine, kelimelerine sınır koymadığın, en görülmez taraflarını gösterebildiğin o dosta döküyorsun elektronik mektuplar… Kısa olmayan kısa mesajlar…

Aşk marazlıydı, hep bir yerde öyle oluyordu zaten. Uyuşturuyordu, sarsıyordu, yıkıp geçiyordu.

Sarhoş kavisler çiziyor rüyaların, bir ona, bir sana, bir yalnızlığa çarparak kâbuslarla uyanıyorsun. Japon çizgi filmindeki kızlar gibi, fışkırıyor gözlerinden yaşlar. Uyanınca hep fışkırıyor, aklına ilk gelen hep aynı şeyler oluyor. Hep o oluyor…
Hani birisi elinden gelen her şeyi yapmıştır, geri adım atmıştır, ayrılmak istediği söylemiş ve hemen pişman olmuştur ve toparlamak istemiştir. Koşmuştur, uğraşmıştır, kalbini sonuna kadar açmıştır, tüm zayıflıklarını, tüm yaralanacak yerlerini göstermiştir utanmadan, gitme demiştir, kal, biz bitmedik demiştir. İşe yaramamıştır.
Sevgiye küçük bir yer açmak ne kadar zor, ne kadar yosun tutmuş ki kalplerimiz, üstüne basan kayıp düşüyor.

“Kendini kayırıyor her insan önce / Bu yüzden aşka kıyar” (3)

Böyle değil mi, onun da hikâyesi?
Kendini kayırıyor her şeyden önce. Bu yüzden aşka kıyıyor.
Yolunu kaybetmiş, kendini kaybetmiş, bulması gerekiyor, doğruyu anlaması gerekiyor. Hem sana hiçbir söz vermedi ki, şimdi de vermiyor. O rayına girince, özlemeye dayanamayınca, aşkın her şeyden daha kıymetli olduğunu anlarsa, misketlerini alıp gelecek.

“Giderim alışığım gitmelere / Direndi bu can ne bitmelere” (3)

Şimdi gitmek gerek.
Önce kendi içine doğru, sonra uzaklara.
Hemen Nietzsche’ye sığınıyorsun, yıllar önceki çoook eski bir yazıda yazmıştın: “Beklemek zehirliyor kafayı, sevmek beyhude”…
Beklediğini anlamamak için gitmek gerek, yeni bir sen’i sevene kadar gitmek gerek, o seni tekrar sevene kadar gitmek gerek, umudunu yenileyene kadar gitmek gerek…
Herkes aynı dersi alıyor, “Kötü sandığımız, bittiğimizi sandığımız, bittiğini sandığımız her şey yeni bir başlangıçmış. Yeni bir ışıkmış”.
Her zaman geri dönüşler varmış, her şeyin tekrarı, düzeltmesi olabilirmiş.
Şimdi sürekli kendine tekrarlıyor, hep yorduk birbirimizi diye… Ara vermek gerek diyor.
Biliyorsun her gece özleyecek, her sabah acıyacak canı onun da, yeni bir yere gittiğinde, yalnız veya arkadaşlarıyla maç seyrettiğinde, başka başka insanlarla tanışıp ümide kapılır gibi olduğunda, bir başkasına dokunduğunda, kendini sevmeye çalıştığında, evde sıradan işleri yaparken, dolma yerken, tost yaparken özleyecek. Çok özleyecek.
Eksik kalacak, bundan sonra ömrü boyunca hep bir şeyler batacak kalbine, burada bırakırsa savaşı, hiç tam güvenemeyecek kendine.
“Savaşmaktan korkan kendine yenilir” diyen Yıldırım Bayezid’i hatırlatmalısın ona, yoksa o da eksik kalacak, hayatının fırsatını kaçırdığı için, (“Erken benim için, zamanı gelmedi henüz yerleşmemin, hayatla bağ kurmamın demişti, tam olarak bu kelimelerle olmasa da), hiçbir şey için doğru zaman yok ki, doğru fırsat var, eline geçince, ele geçirmek istiyorsun o fırsatı.
Savaşmaktan korkuyor ya, bıraktı ya çabalamayı, hep batacak içinde bir şeyler, kendini eksik sevmeyi öğrenecek.
Bir gün, çok geç olmadan anlayacak, eksik büyümektense, sevgiyle sarmalanmanın kıymetli olduğunu. Her şeye rağmen.
Onun kıymetli olduğunu, senin kıymetli olduğunu, birlikteyken her şeyin daha kıymetli olduğunu…
Öleceksen bile savaşıp kanının son damlasına kadar, öyle teslim olmanın değerli olduğunu, elinden kayıp gitmesine izin verdiğin şeylerin insanın karakterini zayıflattığını, kalbini yorduğunu anlayacak.
Sen zaten biliyorsun.

“İki Sakin”
18 gündür temizim
Onla başlayan cümlelerden uzak
Dört başı mamur deliyim
Giderim yine ben yoluma giderim
Hep arada kalıyorken aşk çıkamıyorken
Kabuğu kıramıyorken nasıl nefes alalım
Hep seni yaşıyor bir türlü aşamıyorken habire yeniliyorken
Nasıl nasıl…
(…)
İki sakini olmalıydı bu evin
İki de sevdaları
Bir sarıldılar mı bütün eşyalar ayaklanmalı. (4)

Saymıyorum henüz kaç gündür temizim.
Aşktan arınmış mıyım?
Mümkün mü böyle bir şey?
Temiz miyim?
Yoksa bütünüyle kirlendim mi?
Ağladım…
Ağladım…
Ağladım.





PS. Sonra bir gün ışığa uyanacağım. O zaman büsbütün temiz ve aydınlık olacağım. Belki de misketlerini alıp gelecek, gururunu temizlemiş, içini aydınlatmış, kalbini doldurmuş olarak. Varsa misketlerim çıkıp oynacağım. Yoksa... Göreceğiz... :)




İzler
1- Özdemir Asaf
2- Televizyonda duyduğum bir şarkı, Hande Yener “Kibir”.
3- Işın Karaca, “Yetinmeyi Bilir misin?”
4- Ayşe Özyılmazel, “İki Sakin”


16 Kasım 2009

Hiç yorum yok: