24 Aralık 2009 Perşembe

67- Dostum, sevgilim, suçortağım... Öldüm ben.

Şimdi hemen kalksam, hemen çıksam dışarı?
Öyle bir taş koymuşlar ki kalbimin üstüne, Çağrı filminin bir sahnesine hapsedildiğimi düşünüp “Benim tanrım Hubal” diye bağırmak istiyorum.
İşe yarar mı acaba?
Kandırır mı beynimde fink atan cinleri?
İnanıp rahat bırakırlar mı beni, salarlar mı ellerinde tuttukları esiri?
“Görünmeyeni görmenin azabı” (1) durmadan bıçaklarken bizi, gördüklerimle yetindim ben.
Hissettiklerimle, anladıklarımla, vazgeçmediklerimle...
Oysa vazgeçmediklerim de, -sen de- katrana buluyor beni.

Bütün acılarım toplandı, geldi üstüme. Birisi, üstüne git unutursun dedi, gittikçe kendimi unuttum.

Kendimin sonuna geldim.
“Ruh ölür, beden unutur”du hani.
Öldüm de unuttum mu?
Geldim sonuna kendimin, biri aniden mumu üfledi, ıssız bir rüzgâr esti bir yerden, soğuk vurdu içime, karanlığın yanına.
Nefes aldıkça batıyor bir şeyler...
İşte kendimin sonuna geldim.
“Değişik kalibreli intiharlar” (2) denemeye başladım.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler, şu otu şöyle demlerseniz acınızı alır, içinizi susturur, yaranızı sarar diyorlar.
Filanca ot, sıkıca sarılırmış bize, bir başkası öpermiş yanaklarımızdan, bir diğeri kalp ağrısını alırmış, bir başkası kollarında uyuturmuş.
Zihin açtığı söylenen o preparatlar, acımızı da seyreltir mi acaba?
Zihnimizi açarken kalbimizi de ferahlatır mı?

“İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!” demiş bir amca. (3)
Hala içimi döküyorsam, sende miyim yani?
Sen bende yok oluyorsan?
Soluyorsan, ışığa yürüyen ruhlar gibi, cehenneme kavuşuyorsan, cennetimde yer almak istemediğindendir değil mi? Başka neye yorabilirim ki.
Baktı falıma bir teyze, evini temizlerken senin, benim de ruhumu temizlemek istedi.
“Kaderisin, kaderin” dedi.
İçini dışına çıkardı kalbimin.
İnandım ona.
Her şeye layık görmüştüm ya seni, en başta kendime.
Yine sana döndüm yüzümü, “geçir bu acıyı, yıka kalbimi, aç sök beynimin içinden bu görüntüleri, sözleri” dedim.
Dedikçe yalnızlaştım, uzaklaştım kendimden, sen durdukça tiksindim, küçümsedim kendimi.
Ben böyle olacak adam mıydım?
Beklemediğin yerden gelen bıçak böyle kanatırmış işte.
Söylemiştim ya ben sana, şunlar şunlar şunlar yaralarım, gelme yakınına, değme kabuklarına. Ben kuruttum onları, az kaldı yolacağım yakında, yepyeni olacağım.
Demiştim değil mi?

Yazık sana da...
Kendi kendinin kurbanısın sen. Elindeki en değerli şeyleri acımasızca yakıp yıkan, sonra korkudan kelimelerin ardına saklanan. Oysa ben kelimelerin içini görürüm. Bana yutturamazsın gel-gitleri.
Şifresiz dünyaya gücün yetmiyorsa, “hepsini kapatacağım” deyip de kaçıyorsan, en büyülüsünden, en hayırlısından aşka nasıl yüreğin yetecek senin?
Söylesene bana...
Nasıl durulacak içinin çamurları?
Selçuk yollarındaki araba fıskiyelerine mi sokacaksın kendini, sabahlara kadar dua mı edeceksin, adaklar adayıp, tövbeler mi edeceksin? Falakalara yatırıp ruhunu, terbiye mi edeceksin bedenini?
Söylesene ne yapacaksın?
Gücün hangisine yetiyor?
Bilirsin bunun arkasından şunlar gelir: (Sessizce mırıldanır insan) Beni kazanmak için neleri feda edeceksin? Neleri verip, neleri alacaksın? Ne kadar ileri gideceksin? Ne kadar sessizliğe gömüleceksin?
Ne kadar gür çıkacak sesin?
Ne kadar inatçı olacaksın?
Ne kadar sabredeceksin?
Utancın yiyip bitirmeden seni ayağa kalkıp savaşmaya mı başlayacaksın?

“Değişik kalibreli intiharlar” denemeye başladım.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler. Sana da öneririm. Belki değiştiremediğin kendini seversin.
Belki olmadığın biri gibi anlatmazsın kendini.
“Sadığım, asarım, keserim, vururum” kelimeleri çok boştur aslında, içini dolduran insanın kalbidir.
Kalbinin doldurduğu yerde de kelimeye ihtiyaç duymazsın zaten canım benim. (4)
Kendi kendinin kurbanısın sen.
Kendi korkularının.
Kendi hayallerinin.
Hayal ettiğin şeylere kavuşmaktan bile korkarken, nasıl bulaşsın saf mutluluk ellerine?
Merak ediyorum, nasıl nefes alıyorsun sen?
Gün boyu, geceler boyu aklına gelmiyor mu sana söylenenler, yaptıkların, içine yosunlu bir kaya gibi oturması gerekenler, rüyalarına girmiyor mu kırdığın kalp, aldığın hak, üstünü çiziktirdiğin aşk...
Haklıymış karacehennem, “kimin peşinde 2 aydan fazla koştun?” derken.
Bir haftada pes ettin.
Hadi gün sayıyorum saatli maarif takviminin üstünde.
Bak sana kıyak yaptım. Bilirsin her sayfayı yırtıp atarsın saatli maarif takviminde.
Hesabını tutmayacağım artık geçenlerin.
Yeniden başlamak gerek.
Göndermediğim bir sürü şey yazacağım. Seni beklerken...
Parmağıma kırmızı kurdele bağlayacağım, kendi önümü kesmek için.
O da kesmezse, kendi hücrelerimden yapacağım kırmızı kurdele, acıdıkça kanatacağım.
Senden öğrendiğim gibi.
Ben nasıl toplayacağım parçalarımı.
Bütün acılarım toplandı, geldi üstüme. Birisi, üstüne git unutursun dedi, gittikçe kendini unuttum.
Kendimin sonuna geldim.
“Kendinin sonuna geldi mi yeniden görür insan” demiş şair.
Gözlerim açıldı, sağolasın.
Benim sonumu sen getirdin.
Şimdi seveceksen, yeni bir ben’i seveceksin, yeni bir ben’e aşık olacaksın. Tertemiz, apaydınlık başlayacaksın. Hep derinlerinde bir yerinde “lekeni” taşıyarak titreyeceksin gözlerimin üstüne. Ben unutacağım oysa o kötü şeyleri.
Yoksa nefes alamam ben. Hem öldüm ben.

Baktı falıma bir teyze, evini temizlerken senin, benim de ruhumu temizlemek istedi.
“Kaderisin, kaderin” dedi.
İçini dışına çıkardı kalbimin.

Hem öldüm ben, bu ağırlık yüreğimdeki ondan.
“Benim tanrım Hubal” dersem kurtulacağım, Çağrı filminin bir sahnesine sıkışıp kalmaktan.
Richard Bach’ın bir paralel evreninde fink atmaktayım.
Bir yanım bunları yazıyor, bir yanım kendini har vurup harman savuruyor bir üst evrende. Bir diğer yanım hidayete erdi, “Allah sana akıl, fikir ihsan eylesin kardeşim” diyor.
Sonra bir ses mırıldanıyor içimden, “dostum, sevgilim, suçortağım”…

“Değişik kalibreli intiharlar” deniyorum.
Uyumak için yutuyorum renkli dünyaları, sonunda renkli rüyalar da vaat ediyor başka hekimler, şu otu şöyle demlerseniz acınızı da alır diyorlar.
(Beni benden de alır mı sahi?)

Kendimin sonuna geldim.
Yeniden gördüm ben.

Kendi payını sorarsan, yüreğinin yettiğince alırsın emeğini.
Yok, yukardan isterim dersen: çıplak hüküm, acı özgürlük.

Yanlışmış bu kendim. Nasıl güvenirim ki bir daha gördüklerime, duyduklarıma, hissettiklerime.
Kendimi yarı yolda bıraktım ben.

Sana bir şiir düzenledim, hiç yapmadığım şey değil, affetsin şairi beni.
Sen de affet...
Bütün bunları yazdığım için daha da utandım ben.
Neyse ölmüşüm ya, ne utanması.

“Ayrılık nedir biliyor musun?
(…)
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
Duvarlara dalıp dalıp gitmesi.

Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
Hüznün arması ayrılık.
O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

(…)
Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
(…)
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülümsemeyle gülmeyeceğim kimseye...

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken,
Ömrüm azala azala önümde akarken,
Gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken...

Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
(…)

Geleceğe ışık düşüren bir gülümsemeyle gülmeyeceğim kimseye...” (5)



Kendimin sonuna geldim.
“Ruh ölür, beden unutur”du hani.
Öldüm de unuttum mu?
Geldim sonuna kendimin, biri aniden mumu üfledi, ıssız bir rüzgâr esti bir yerden, soğuk vurdu içime, karanlığın yanına.
Hepiniz yaptınız bunu, yakmayın ışıkları, ben anlayınca karanlığımı, kalkarım yattığım yerden.
Kalkmadığım olmamıştır benim. 13 canlıyım ben, bir de yakar topta topladığım canlar. Ayakta tutar beni.
Yolacağım yakında tüm kabuklarımı, tüm dikenli otlarımı.
Belki yeniden tanışırız kim bilir, belki daha çok severim seni, her paralel evrende. Belki sen daha çok beni...
Şimdiden sevinme “kız öldü, ortaklık bozuldu” diye...
Senin yolun şimdi başlıyor:

En büyülüsünden, en hayırlısından aşka nasıl yüreğin yetecek senin?
Söylesene bana...
Nasıl durulacak içinin çamurları?
Selçuk yollarındaki araba fıskiyelerine mi sokacaksın kendini, sabahlara kadar dua mı edeceksin, adaklar adayıp, tövbeler mi edeceksin? Falakalara yatırıp ruhunu, terbiye mi edeceksin bedenini?
Söylesene ne yapacaksın?

Senin yolun şimdi başlıyor:

“Bilirsin sen, çok geçtin buralardan.
Senin zaferin ayrıldıktan sonra başlar.
Aşkta zafer olmadığını anlayana kadar.”





selcencosmoz@gmail.com







İzler
1 ve 2- Murathan Mungan
3- Şair Şükrü Erbaş
4- Karacehennemle yapılan bir yazışmadan alıntı.
5- Şükrü Erbaş




Kayıp Çocuğa Şarkı

Yorgun görünüyorsun, biraz uzan
İstersen
Sever gibi yapma artık
Daha henüz vakit varken
Bir kaç yaralı ruh
Bir kaç bira şişesi
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki
Aşk…

Yalanlarımız güzel, inanması zevkli
Bir şey sevmeye değerse,
Ölmeye de değer mi?

Bir kaç uyku hapı
Bir kaç kıskançlık krizi
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki

Bazı yalanlar güzel
Bazı gerçekler acıymış
Bazı ölümler uzun
Bütün hayatlar kısaymış

Çalışmış, kaybetmiş, koşmuş, yorulmuştuk
Birbirimize içmeden dokunamaz olmuştuk

Bir kaç kalp ağrısı
Bir kaç imdat çağrısı
Elimizde bunlar var
Mutlu olmaya yetmez ki
Aşk...


27 Mart 2009

Hiç yorum yok: