23 Aralık 2009 Çarşamba

61- 10 Kasım’da bildiğimiz Atatürk

Samsun’a niçin çıkmış?
Profesör Afet Hanım, bir gün tarih dersinde bir öğrenciyi derse kaldırıyor. Konu Milli Mücadele Tarihi’dir ve Atatürk’ün kurtuluş hareketine başlamak üzere Samsun’a ayak basışına ilişkin bölümüdür. Çocuğa soruyorlar:
- Atatürk Samsun’a niye çıktı?
Herkes “Vatanı kurtarmak, bizi hürriyete kavuşturmak” gibi bir şeyler beklerken, çocuk ne desin:
- “Menfaat icabı. Eğer Samsun’a çıkmamış olsaydı O’nu öldüreceklerdi.”
Afet İnan’ın tepesinden kaynar sular boşanmış, çocuğu azarlamış ve sıfır vermiş. Fakat çocuk inandığı düşünceden dönecek cinsten değil, özür bile dilememiş.
Afet İnan, o kadar sinirlenmiş ki, tarif edilemez. Salonda ileri geri dolaşıyormuş, Atatürk onu bu halde görünce, Afet İnan tarih dersindeki olayı, hırsından tırnaklarını kopara kopara anlatmış.
Atatürk gülümseyerek bütün söylenenleri dinledikten sonra:
- “Haklı çocuk,” dedi. “Sen ona sıfır değil, tam numara vermeliydin.”
Bu da Atatürk’ün tenkitler karşısında ne kadar hoşgörülü olduğunu göstermektedir.

Kafanı tarihe yorma
Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla Atatürk yakında ilgileniyor, her fırsatta Türk Tarihi’nin en geniş şekilde yazılması için çevresine uyarıda bulunuyordu. Boş zamanlarında Atatürk’ün elinden tarih kitaplarının düşmediğini hatırlarım.
Bir gün, elindeki kalın tarih kitabına öyle dalmıştı ki, etrafını görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, devlet başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
- “Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı çıktın Samsun’a?”
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince, bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım.”

“Çelengi Nereye Koyarsanız Koyun”
18 Mart Çanakkale zaferinin yıldönümü nedeniyle Gelibolu yarımadası’ndaki şehitliklerin bulunduğu yerde düzenlene anma törenini Atatürk de çağrılmıştı. Törene, Çanakkale’de dövüşen ve on binlerce kurban veren devletlerin temsilcileri de gelmişti. Fransız ve İngiliz Meçhul Asker Anıtlarına çelenkler konulmuştu fakat henüz bir Türk anıtı olmadığından Mehmetçik çelenginin konacağı yer konusunda bir duraksama olmuştu. Savaş sırasında düşmana atılan mermilerden oluşturulmuş piramit şeklindeki anıt ise zaman içinde bozulmuştu. Atatürk’ün o zamanlar bu anıta çelenk koyarken çekilmiş bir fotoğrafı da Harbi Umumi Mecmuasının kapağında yayınlanmıştı.
- “Paşam, bizim çelengi nereye koyalım?” diye sordular.
Tarihin en korkunç savunma ve hücumunun geçmiş olduğu alanda, o günleri yaşar gibi dalgın gözlerle ufka bakan Anafartalar Kumandanı, kendisinden cevap bekleyen vali, komutan ve beraberindekilere dönüp:
- “Türk kanıyla sulanmış bu toprakların her köşesi, bir Türk abidesidir. Çelengi nereye isterseniz oraya koyun, fark etmez.” dedi.

1935 yılında Türk Tarih Kurumu üyeleri, Atatürk’ün buyruğuyla tarihi bir geziye çıkartıldılar. Gezinin ilk durağı Anafartalar ve Conk Bayırı oldu. Döndükten sonra kurul üyeleri arasında olan Prof. Afet İnan, Atatürk’e neden bir Mehmetçik anıtı yapılmadığını sordu. Şu karşılığı aldı:
- “Çok doğru söyledin. Biz de Mehmetçiğimizi anmak için çok büyük anıtlar yapmalıyız. Fakat bu, bir zaman ve imkân işidir. Ancak şunu da söyleyeyim ki, bu toprakların sınırları içinde kalmasıyla Mehmetçik en büyük anıtı zaten kendi kurmuştur.”

Daha sonraları İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Çanakkale bölgesine teftişe giderken, Atatürk ona şöyle demişti.
- “Çanakkale’ye gittiğinde aziz şehitlerimizi de ziyaret etmeyi unutma. Bu görevi yapacağına şüphem yok. Yalnız orda nasıl bir nutuk söyleyeceksin?”
Atatürk, Şükrü Kaya’nın düşünmeye başladığını görünce şöyle dedi:
- “ Dur ben söyleyeyim nasıl konuşacağını. Orada diyeceksin ki: ‘Ey burada yatan sevgili şehitlerimiz, sizi saygıyla anıyoruz.’ Sonra Mehmetçik Anıtının başında yapacağın konuşmada: ‘Burada rahat ve huzur içinde yatınız. Siz olmasaydınız, düşman bu kutsal topraklarımıza yayılacaktı.”
Şükrü Kaya, Atatürk’e aynen bu şekilde konuşacağını söyleyince Atatürk itiraz etti:
- “Hayır, böyle konuşmayacaksın. Bundan daha güzel konuşacaksın. Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimizi değil, bu topraklar üzerinde kanlarını döken yabancı muharipleri de saygıyla anacaksın. Diyeceksin ki: ‘Bu ülkenin topraklarında kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatan toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyun. Mehmetçik’le koyun koyunasınız.”
Şükrü Kaya buna karşı çıktı, “Paşam, ben bunu yapamam” deyince, Atatürk kızdı:
- “Söyleyeceksin. Cihana karşı böyle konuşacaksın. Diyeceksin ki: ‘Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içinde rahat uyumaktadır. Onlar bu topraklarda canını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Atatürk’ün bu sözlerini, tüylerimiz diken diken olmuş dinledik. Yarabbi, bu ne büyük insan, yüce düşüncelere sahip bir büyük adamdı. Böyle bir sözü tarihte hangi büyük devlet adamı söylemişti bugüne kadar.
Şükrü Kaya’nın Çanakkale’de Mehmetçik Anıtının başında söylediği, Atatürk’ün yendiği uluslara karşı gösterdiği yüksek insanlık duygularını yansıtan bu nutuk, orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından dünyaya yayılmış. Daha bir hafta geçmeden Şükrü Kaya’ya Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan ve daha birçok yerden telgraflar yağmaya başladı.

Demokrasi ve Komünizm
Bir akşam Çankaya’da Yeni Köşkte yazarlar, ediplerle dolup taşan bir sofra… Hararetli bir tartışmaya girişilmiş. Davetliler arasında Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay başta olarak birçok ünlü kişi bulunuyordu. Konumuz siyasetti, demokrasiyle komünizmin karşılaştırması yapılıyordu.
Herkes konuşuyor, Atatürk her zamanki gibi dinliyordu. Toplantının sonunda kendi sözünü söyleyecekti.
Herkes aklının yettiği, dilinin döndüğü kadar demokrasiyi, komünizmi tarif etmeye çalışıyor, tarihten örneklerle kendi tezini haklı göstermeye çalışıyordu.
Fakat hiçbiri Atatürk’ü hoşnut bırakacak tarifi bir türlü bulamıyordu.
Herkes konuştuktan sonra Atatürk şu olağanüstü karşılaştırmayı yaptı:
- “Demokrasi ile Komünizm arasındaki fark şudur: mermer, temiz bir salon… İçinde çırılçıplak uzanmış kehribar gibi sarışın, güzel bir kadın… Kadının üstüne bir tül örtülmüş. Üstündeki bu tül demokrasidir. Tülü çekip kaldırdığınız zaman altından komünizm çıkar. Aradaki fark budan ibaret…”

Kontesi Şaşkına Çevirdim
Atatürk doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi.
Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenirdi, her fırsatta da bize konuşma özgürlüğü tanırdı.
- “Çelebi, ne dersin bu işe?” diye sık sık benim düşüncemi aldığını hatırlarım. Ben de huyunu bildiğim için, hiç çekinmeden, ucu zülfi yare dokunsa da, cesaretle karşılık vermeye gayret ederdim. Bunun ödülünü de, ölünceye kadar hizmetinde kalmak suretiyle gördüm.
Bir gün yurdumuza Fransa’dan konuk bir madam geldi, adını hatırlayamadığım bu madamı Kontes diye çağırıyorlardı. Yaşlı, düzgün giyimli, asil görünüşlü bir hanımdı. Atatürk, bu madama Dolmabahçe Sarayını kendi gezdiriyordu. Fethi Okyar, Kazım Özalp da yanlarındaydı. Arkalarından üzerimde smokin olduğu halde ben de bir centilmen gibi yürüyordum.
Sarayın kabul salonunda Napoléon’un Damdonörleri, annesi ve kızkardeşlerinin adları yazılıydı. Boş zamanlarımda sarayı gezmeye çıkınca, bu masaların üzerindeki yazıları okumaya dalardım. Farkına varmadan ezberlemişim. Gezi, oraya gelince, bu fırsatı kaçırmadım. Napoléon’un aile kişilerinin adlarını sıralamaya başladım.
Kontes şaşırmıştı. Hem Napoléon’un sülâlesini bir hizmetkârın ezbere bilmesinden, hem de koskoca bir devlet başkanının karşısında hizmetkârının ortaya atılarak serbestçe konuşmasından…
Kontes Atatürk’e dönerek:
- “Sizin için diktatör diyorlar. Oysa bu adamlar sizden hiç çekinmeden, korkmadan konuşabiliyorlar.”
Atatürk şu karşılığı verdi:
- “Benim için diktatör diyorlar. Evet, ben bir diktatörüm ama kalpleri kazanarak diktatör oldum. Bunlar benim verdiğim emirleri yaparlar. Benden ne diye korksunlar?”

Bir toplantıda bir genç, yine bu konuya değinerek Atatürk’e bunu sormuş:
- “Paşam, sana diktatör diyorlar” dedikten sonra şu karşılığı almıştır:
- “Ben diktatör olsaydım, sen şimdi bana bu soruyu soramazdın.”
Bir gün sonra… İzinli olduğum için o gece sofrada hizmet edememiştim. Atatürk, şefimiz İbrahim’e beni sormuş. İzinli olduğumu öğrenince, Fethi Okyar’a dönerek:
- “Napoléon’un annesini, kızkardeşini ne sen bilirsin, ne de ben. Bizim Çelebi zeki çocuktur. Hele bugün çok hoşuma gitti. Türklerin hizmetkârları bile Napoléon’un familyasıyla alakalı. Beni diktatör tanıyan insanlardan bir tanesi bu vaziyeti görmüş oldu. Onun için memnunum,” demiş.
Ertesi gün, bu sözleri İbrahim’in ağzından duyduğum zaman kabıma sığamıyordum.

Atatürk’ün diktatör olduğuna dair yabancı yazarlar pek çok şey yazmışlardır. O’nunla konuşmak ve röportaj yapmak için birçok ünlü yabancı yazar ve gazeteci gelmiştir. 1935 yılında gelen Amerika’nın en tanınmış gazetecilerinden Gladys Baker, yaptığı konuşmada, Atatürk’ü kıskanan ve dargın olanların yaydığı diktatör sözcüğünü sormuş ve o da şu karşılığı almıştır:
- “Diktatör değilim. Kuvvetli olduğumu söylüyorlar, bu doğrudur. Arzu edip de yapamayacağım iş yoktur. Ben zoraki ve insafsızca hareket bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine râmedendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”

Bir başka zaman da yine aynı konu üzerine konuşma açıldığı zaman şunları söylemişti:
- “Ben isteseydim, hemen askeri bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle yönetmeye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve bunu yaptım.”

Bir gün Şükrü Kaya, Atatürk’ün diktatör olup olmadığını soran yabancı bir diplomata şöyle demişti:
-“Son dört yıl içinde dışişleri, adalet ve içişleri bakanlıklarında bulundum. Bütün bu zaman içinde Atatürk, bir kez bile kesin emir vermedi. Sadece bazı tavsiyelerde bulunmuştur ki, bunları da kendisiyle birlikte oturup tartışmışızdır. Fakat hiçbir zaman bana şunu bunu yapma buyruğunu vermemiştir. Bakanlık işime de karışmamıştır. Bakanlar kurulundaki öbür arkadaşlar da aynı şeyleri söylüyorlar. Böyle bir kimse diktatör olabilirse, Atatürk de diktatördür.”

Köylünün Eşeği
Güzel bir sonbahar günü Etimesut Çiftliğine gitmiştik. Atatürk otomobilden inip, biraz yürümek istedi. Biz de yaverleri ve köşk polisleriyle birlikte arkasındaydık. O sırada karşı patikadan eşeğiyle bir köylü belirdi. Ben, Foks’la oynaştığım için biraz gerilerde kalmıştım. Atatürk’ün köpeği Foks, yabancıyı görür görmez, her zaman yaptığı gibi havlayarak üstüne saldırdı. Hayvanı tutmak istedimse de başaramadım.
Bir anda ne olduğunu anlayamadan, köylü elindeki sopayı hızla Foks’a salladı. Bereket sopa hayvana gelmedi. Hemen yanına koştum:
- “Sen çıldırdın mı be adam?” diye çıkıştım. “Şu sopa fırlattığın köpek kimin biliyor musun?”
Köylü dikleşerek sordu: “Ne olmuş sanki?”
- “O köpek Gazi’nin köpeği…”
Bunu duyunca köylünün korkudan sıvışacağını sandım ama istifini bile bozmadı. Sonra şu beklenmedik karşılığı verdi:
- “O Gazi’nin köpeğiyse, bu da benim eşeğim. Gazi bir köpek daha bulur ama, ben bir eşek daha alamam.”

O sırada, geçenlerden habersiz, yürüyüş yapan Atatürk, uzaktan köylüyle tartıştığımızı duymuş:
- “Ne oluyor orda?” diye seslendi.
- “Eşeğin kendisine ait olduğunu söylüyor bu köylü,” dedim.

Yanına gelince de olayı başından sonuna dek anlattım. Atatürk söylediklerimi dikkatle dinledi. Kızacağını sanmıştım. Başını sallayarak:
-“Köylü doğru söylemiş,” dedi. “Gerçekten de öyle. Bir daha nerden eşek bulacak?”


09 Kasim 2008

Hiç yorum yok: