18 Ağustos 2008 Pazartesi

53- Duygusal Kör

“Bazen birilerinin sevgiyle üstünüze düşmesini istemezsiniz. Kaçarsınız.
Yalnızlığı tercih ettiğinizden değil, zorlukla yakaladığınız soğukkanlılığınızı kaybetmekten korktuğunuzdan...” (1)


“Yoksa benim gibi ‘İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar’ mı dersiniz?
Her şeyi, her şeyi… hissederek, hesaba katarak, his yordamıyla, göz yordamıyla, yaşayarak, sorarak mı tanırsınız…

Nerden tanımaya başlarsınız bir insanı?
Nasıl anlarsınız, içinde yatanları nasıl dökersiniz ortaya?

Hangi ucundan tutup ruhunu kendinizinkiyle ölçersiniz boyunu?
Sahi, siz bir insanı nasıl tanırsınız?” (2)

“İç paket dış paketi, dış paket iç paketi açar”…
Paketleri açtıkça, etraf şeker kağıtlarıyla doldu. Eskiden, küçük bir çocukken (şimdi sadece büyük bir çocuğuz) arkalarını tırnağımızla düzleştirdiğimiz eti puf yaldızlarına dönüştü hepsi.
Düzelttik, düzeltik, olmadı.
Yap-boz’daki eksik parçaya uymadılar. Yeniden bozdun, yeniden yaptın.
“Bu odaya girebilirsiniz ama benimle kalamazsınız” dedin, ilk gözleri değdiğinde.
Bir Depeche Mode şarkısına hapsolduğunda, odanın zamanının donduğunu veya senin hükmünde aktığını anlattığında, anlamadılar.
Bütün ruhları eriten dehlizinde, sadece sana yer vardı.
Onlarınkinin seninkinden daha gösterişli olmasının gerektiğini, belki böylece “var” olabileceklerini anlatmayı da denedin.
Acı çekmeye başladılar.
Senli ya da sensiz tam olarak var olmadıklarını hissettiler.
Onlara yaşamadıklarını hissettirdin.
İnsanlar üzerinde böyle bir gücün de var.
Ya seninle birlikte yaşamak istiyorlar, gerçekten “yaşıyormuş” gibi hissetmek için ya da ne kadar ölü olduklarını hissettiklerinden yanında kalmaya dayanamıyorlar.
Odanın dışında kaldıkça, orda bir köşeye ilişmekten başka bir şey ellerinden gelmeyince, ruhları daha fazlasını düşlemek için yetersiz kalınca…
Acıları daha da büyüdü.
Bu yüzden…
Önce seni yanlarına çekmek için, sözcüklerle büyülemeye çalıştılar.
Sürekli duyduğum tüm güzel sözler bağışıklık sistemini yıllar içinde çok güçlendirmişti.
Ve senin “kandığım” minicik hareketlerdi.
Senin almak için ayırttığım bir kitabı, sana vakit kazandırmak için habersizce almak…
Hastalandığında çorba yapıp getirirken, yanına bir limon da eklemeyi unutmamak.
Onlar seni sözcüklerin ötesinde büyülemişti.
İçinde hep taşıyacaksın güzelliklerini.
O insanların…

Ama, “Sen harikasın, süpersin, ilahesin, akıllısın, bilgilisin, eğlencelisin…” sözleri, kandıramazdı ki seni.
“Evet, öyleyim, biliyorum” deyip çıkardın işin içinden.
Duygusuzlukla, ruhsuzlukla suçlanmayı göze alarak.
Bilirken, neden yalan söylemeli?
Sonra “sen eşsizsin” lafları gelirdi.
En çok da buna gülerdin… “Sen de öylesin. Hepimiz öyleyiz” derdin.
İkna olmazlardı.
Kendini sevmeyenler, başkalarını sevemezler.
Kendi eşsizliğine inanmayanlar, başkalarına sadece yarım ağızla söylerler eşsizliklerini.
Bütün sistemlerini dolaşmaz o sözler.
Oysa âşık olduğunda, midendeki kelebekler, kalbine sıçrar, beynine doğru kanat çırpar, sonra dilinin ucuna gelirler…
Kendini sevmediği için yarım akıllı kalan bir âşık olduğunda ise, bu süreç böyle gelişmez, gelişemez, kalbinden doğrudan diline atlar o kelebek olması gereken ama hâlâ tırtıl kalan sürüngenler.

Acı çektiler.
Çektikçe hırçınlaştılar.
Acılarını yüzüne vurdular ya da senden uzağa savurdular kendilerini, acılarıyla birlikte.
Onların acılarını görebiliyordun.
Acılarını anlayabiliyordun.
Ama hissedemiyordun.

Çünkü…
Bir zamanlar…

“Çok acıttı düşündüklerim içimi.
Hissettiklerim, istemeyerek algıladıklarım…

Çok acıttı anladıklarım içimi…
Atıp hislerimi kurtuldum hepsinden.” (3)

Sonra gerçekte varolmayan ama varolsaydı bana benzeyecek birisi, uzundur duymak istediğim şeyleri söyledi.

Bir anda…
Çıplak, savunmasız.

Bir anda…
Işıklar altında.

Bir anda…
Sahnede.

Bir anda…
Tek başına.


“Herkes ne kadar zavallı, acınacak durumda olduğunu saklamak için bir paravan koyar önüne, bir maske takar yüzüne.
Oysa sen, ne kadar acımasız olduğunu saklamak için koyuyorsun paravanını.
Oynadıkça, oyunculuğun güçleniyor.
Güçlendikçe, daha fazla oynuyorsun.
Oysa günün birinde sen de umursamak istiyorsun. Oynamayacak kadar umursamak…
Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak. Derinden bir şeyler hissetmek. Ne olursa…
Çünkü duygusal olarak renk körüsün. Doğru kelimeleri seçiyorsun ve doğru ortamı hazırlıyorsun. Ama hisler hiçbir zaman gerçek olmuyor.
Duyguların sözlük anlamlarını biliyorsun.
Özlem, sevinç, keder.
Ama bu duyguların nasıl hissettirdiği hakkında hiçbir fikrin yok.”
(*)

Hayatta sır yoktur, sadece yüzeyin altında keşfedilmeye hazır duran, saklı gerçekler vardır.

İşte bu da benim sırrım.





PS. Paketi açtınız, yüzeyin altındaki saklı gerçeğe şöyle bir göz attınız, izin verdiğim ölçüde. Haydi ters çevirip, tırnağınızla düzleştirin yaldızımı. Belki sizin boşluğunuza uyar…



selcencosmoz@gmail.com



ORTAYA ORTADAN KARIŞIK

* Kadının yurtdışı seyahati için “AİLE İZNİ” gerekecek.
Sebebi ise, tek başına seyahat eden kadınların, uyuşturucu kaçakçıları tarafından kullanılma ihtimali. Dışişleri Bakanı, “Bunun vatandaşlarımızı ve ülkemizin yurtdışındaki imajını korumak için gerekli olduğunu düşünüyoruz” açıklamasını yaptı. Ayrıca hükümet gündemine gelen bu yasa tasarısının “dinsel” temelli olmadığını da vurguladı. “Tasarının amacı, aile tarafından kadının yurtdışına çıkışının denetlenmesi ve kadının kandırılmasına karşı bir önlem olduğu” görüşünün de altını çizmişler.
“Ülkemiz nereye gidiyor, “Biz bunu neden hâlâ duymadık?” diyebilirsiniz. Duymadınız çünkü henüz Türkiye’de hükümet gündemine gelen bir yasa tasarısı değil. Fakat nüfusunun %60’ının Müslüman olan, anayasasında “Devletin dini İslam’dır” yazan ve hatta “oruç polisi” uygulamasıyla dikkat çeken bir başka ülke Malezya’nın gündeminde… Malezya’da 1999’dan beri yükselişte olan radikal İslam, aynı yıl 2 eyalette yönetimi ele geçirmiş. Radikal dinci PAS partisi, bu eyaletlerde şeriat uyguluyor.
Dışişleri Bakanlığı’nı bu yasa tasarısıyla ilgi gerekçesi de, Malezya vatandaşı kadınları hakkında uyuşturucu ile ilgili açılan 119 dava.
Bakalım bu salgın bize ne zaman sıçrayacak?

(Haber kaynağı: Hürriyet gazetesi, Dış haberler)

* Dexter VS House
Cnbc-e’de Dexter adında bir dizi başladı, Çarşamba günleri saat 21.00da yayınlanıyor. Kan analizi uzmanı olan bir adli bilimcinin, adaleti sağlamak için seri katil olmasının hikâyesi diye size özetleyebilirim. Ben aylar önce 2 sezonu da bitirmiş ve kendisini çok sevmiştim.
Sonra birine âşık oldum: Adı Gregory House. House M.D. adlı dizi, Amerikan Fox kanalında yayınlanıyor, 4. sezonun 16. bölümü oynadı ve tabii hepsini seyrettim. Şu anda sitesinde gördüğümüz sayaç, 17. bölüm için geri sayıyor. 2004 yılının Kasım ayında başlayan dizi, Emmy ve Peabody ödüllerini almış. Amerikan draması olan dizinin başrolünü İngiliz aktör Hugh Laurie oynuyor. 2006 ve 2007’de Altın Küre almış, yine 2007’de televizyon dizilerindeki en iyi aktör ödülünü almış. House MD, American Idol’dan sonra kanalda en çok seyredilen program.
Ve ben House karakterine âşık oldum. Oysa Dexter bana daha çok benziyordu. House ise benim zaman zaman zehirli ve bencil dilimin, kat kat büyük üstadı.
İkisi de yalnız, ikisi de samimi görünüp mesafeli duran insanlardan… İkisi de fazlasıyla zeki, dikkatli. İkisi de karşısındakini delirtecek kadar detaycı, soğuk ve mücadeleci.
Birini sevdim, diğerine âşık oldum.

“Cehennem başkalarıdır” yazısında yazmıştım:
“Size benzeyeni mi seçersiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyeni mi seversiniz, benzemeyeni mi?
Size benzeyenden mi korkarsınız, benzemeyenden mi?”

Demek ki kişi, kendine benzeyene değil, kendinden üstün olduğunu düşündüğüne âşık oluyormuş…
Demek ki…
Benzeyeni seçiyormuşum, benzemeyene âşık oluyormuşum (yani bir hayale :) ) ve hiçbirinden korkmuyormuşum.
Sonunda buldum cevapları…

* Yalnız Yatak
Ertuğrul Özkök, Ayşe Arman’ın Hürriyet’in 60. yıl sayısı için Fransız yazar Frederic Beigbeder’le yaptığı röportaj üzerine düşünüp taşınmış ve “Yalnız Yatak Meditasyonu” adında bir yazı yazmıştı.
İşte Beigbeder ve Özkök’ün karşılıklı âşık hareketi… (Tabii ben o düz yazıyı bu hale çevirdim, siz Sevgili (s büyük :) ) okuyucularım zorluk çekmeyesiniz diye…)

Ö- Biz hayatta neyi istiyoruz?
B- Biz her şeyi istiyoruz, hem mutlu olmak istiyoruz, hem tutku istiyoruz ama huzur da istiyoruz. Ahenk, uyum, sakinlik, heyecan, hepsi, hepsi birden. Ama ne yazık ki, bir kişiyle yaşamak mümkün değil.
Ö- Öyleyse sizin formülünüz ne?
B- İki yüzlülük… Çok ciddiyim. Bir şeyleri gizlice yaşamanın ilişkiyi kurtaran tek şey olduğuna inanıyorum. Bu zaten yüzyıllardır böyleydi. Biz bunu değiştirmeye kalktık, aşkı evliliğin içine taşıdık ama olmadı, olmuyor. İnsanlar sonunda deliriyor.
Ö- Öyleyse evlilik hâlâ nasıl olup da böylesine kuvvetli bir biçimde yürüyor?
B- Biliyorsunuz, kadınlar mutsuzken mutlu görünmeyi iyi becerirler.
Ö- Size ikna edici bir cevap mı? Yükü kadının üzerine yıkıp sonra çekip gitmek erkekliğe sığar mı? Bu tespit, bir hakikatın ifadesiyse, yuh olsun biz erkeklere.
B- Bu kuşağın bütün erkekleri gibi tembelim, korkağım ve kaçıyorum.

Sizce kim daha söylüyor? Benim lise yıllarında ortaya attığım 3 farklı kişiden oluşan mükemmel erkek teoremimi yıllar sonra destekleyip bana omuz veren Beigbeder mi? Yoksa uslanmaz, akıllanmaz, çıkışsız bir romantik havasında eşitlikçi takılan Özkök mü?
Ne diyorsunuz?
:)



İzler
1- Haşmet Babaoğlu
2 ve 3- “Cehennem Başkalarıdır”
http://www.gazeteci.tv/yazarDetay.asp?GuvenlikID=64O68O69O68O
* Karma bir şey, yarısı hazır, yarısı yazılmış. Ama “söylemicem” işte.



TDK Dersleri

* Türkçe Sözlük’ten
Yatakçı (isim, tarih): Sancak beyleri ve beylerbeyi tarafından geceleyin çarşıları beklemekle görevlendirilen halktan kimse.
* Yabancı Kelimelere Karşılıklar
Bolometre: Fransızca bolometre (bolometre) sözü "Bir kaynağın bütün dalga boylarındaki toplam ışınımını ölçen araç." için kullanılmaktadır. Bu söz yerine ışınımölçer karşılığı önerilmektedir.

Hiç yorum yok: