18 Ağustos 2008 Pazartesi

55- Yanıltıcı "Teklik"

- Yine geç kaldın yemeğe. Endişelenme. Önemli değil. Biliyorum meşgulsün. Senin de böyle bir hayatın var. Üstelik sen seçtin, sanırım istediğin de bu. Ah, sen hiç yerinde durmuyorsun. Hiç bana benzemiyorsun, ben artık burada kalacağım. Ne kadar sürecek bilmiyorum. Kim bilir? Belki yıllarca artık böyle devam edeceğim hayata.
Çok iyi bir hayatım oldu, hiçbir şikâyetim yok. Ama bana kimse söylemedi, daha yapmak istediğim çok şey olduğu halde, vücudumun beni yarı yolda bırakacağını. Kader, paketi ters yüz edip teslim ediyor. Şimdi eskisinden daha çok söyleyecek sözüm var, paylaşmak istediğim birçok deneyim. Ama beni yataktan sandalyeye, sandalyeden yatağa taşıyorlar, bu haksızlık. Düz duvara tırmanırdım gençken. Şimdi yürümeye korkuyorum, tekrar düşerim diye. Oysa neden düşeriz? Tekrar kalkmayı öğrenmek için. Ama benim yaşımda değil.
Gitmen gerekmiyor mu senin? Yine geç kalmıyor musun bir yerlere? 5 dakika daha peki, belki, 10. Hem nerdeydin sen, kaç gündür? Bazen o kadar az kalıyorsun ki yanımda, gelmene değmiyor.
Buruşturma yüzünü, şaka yapıyorum evladım, biraz gülesin diye.
Gençken bana kimse zamanın neden ileri doğru aktığını açıklamadı. Ne zaman dünyayla ve onun gizemli sırlarıyla ilgili sorular sorsam, sus dediler, merak etme bunları.
Bir hata düzeltilebilseydi, hayat geriye sarılıp yeniden başlanabilseydi… İkinci defada, yaşama sanatını bilirdik ama sadece bir şansımız var. Öyle kıyafetli prova falan yok. Tek bir şov ve belki de akıp giderken farkında değiliz.
O yüzden üzme canını, hep söylüyorum ama dinlemiyorsun, takma kafana hiçbir şeyi. Babaannen yanında ve onun hayatında senden başka kimse yok.
Yaklaş bakayım, göreyim neler giymişsin…
Yine saçların darmadağın, bir hanımefendi kuaföre gider, bu kadar renkli eteklerle gezmez, çuvaldan yapılmış terliklerle yürümez. Nasıl bir etek bu, hiç ütülenmemiş. Saçlarının güzelim rengini mahvettin, üçüncü defa boyatma, ne güzel güneş parlardı saçlarında…
Ah, güzel torunum benim, saçların beni mutlu etmese de, yüzündeki bu gülümseme… Güneş saçların yerine yüzüne yansımış.
Neler oluyor sana? Yorgunsun hâlâ, belli. Hâlâ koşuşturuyorsun ama başka bir şey var bana söylemediğin. Sonunda yanaklarına renk gelmiş. Seni aylardır böyle görmemiştim. Dur bakayım, nerdeyse 2 yıldır.
Neler oluyor senin hayatında? Söyleme, belli oluyor, âşıksın, değil mi? Kendine değil, değil mi bu kez? “Ben sadece kendime aşığım” deyip çıkıyorsun işin içinden. Bu kez kandıramazsın beni. Bir sakinlik gelmiş üstüne. Hırçınlığın yatışmış sanki. Şu 2 sene önce bıraktığın adam değil, değil mi? Taaa baştan biliyordum, hata olduğunu onun. Sadece insanın kalbi söyler doğruyu. Bütün erkekler aynı değildir, eşit değildir. Bazıları daha iyidir, aşkım. Bu da sadece yukarıdakinin numaralarından biri. Hepsini aynı kılıfla gönderiyor bize. Ama eskiden yaşadığını unuttuğumu veya şimdiki durumunu görmediğimi sanma. Hafızam hâlâ mükemmel. Burada yatıp, sürekli düşünüyorum. Sanırım kafamın içindeki bütün bu bilgilerle gideceğim buradan, ne yazık. Hepsini Küba’da bir gün daha geçirebilmek için takas ederdim. Ağlama, aşkım, kirpiklerin dökülecek…

- Küçük şeyler. Küçücük şeyler, kocaman bir fark yarattılar. Zaten başkalarından tek istediğim küçük şeyler oldu, sadece kendimden büyük taleplerim vardı.
Merak etmeyin siz, ben sadece kendime aşığım çünkü sonsuzca büyüleyiciyim, gecenin sonunda ve sabahın ilk saatlerinde tek görmek istediğim insan benim. Bu ömür boyu sürecek bir ilişki ve asla boşanmayacağım. Kendimi asla yarı yolda bırakmam. Kendi başına olmak kesinlikle bir ayrıcalık, bunu siz çok iyi bilirsiniz.
Ama bazen kendinizle olmak gibidir bir başkasıyla olmak. Benim için en değerli kıstas budur. Aynı olmaktan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın beni. Kendimle geçirdiğim kadar iyi vakit geçirmekten bahsediyorum. Hatta daha da iyisi, sıkıca sarılabildiğin…
“Severim 1’i, bir ben, bir o, bir ay, bir güneş. Oysa “teklik” yanıltıcı bir kelime. 2, paylaşım, kendini bırakıştır, cezbetme ve reddetme, evet ve hayır.”
Evet ve hayır.
Belki hem evet, hem hayır.
Korkmayın bir yere gitmiyorum, bir yere sürüklenmiyorum. Sadece kontrolü elimden bıraktım, altını üstünü yoklamıyorum, dünün ve yarının peşinde değilim. Onlar benim peşimde artık. Ben bugünün bile peşinde değilim. Hiçbir şeyin değilim.
Bir sabah güneş düştü üstüme, yıllardır gitmediğim bir mekânda, uzundur hissetmediğim gibi hissettim. Güneşin yüzüme vurmasından korkmadım, alerjim başlayacak diye endişelenmedim. İçimdeki sesler sustu o sabah. Sonra da hiç konuşmadılar. İyi bir şeymiş. Onun yanındayken sessiz içim, hiçbir şey düşünemiyorum, işlerimi bile. O, sanki ordu arazilerine yerleştirilen frekans bozucu, artık bulunmayan jetonlu ataricilerden…
Neyini mi sevdim?
İnsanlara nazik olmasını sevdim, hayvanlara yumuşak gözlerle bakmasını, her şeyini paylaşmasını, durup dururken yanağımı okşamasını, sakinliğini, yarım gülümsemesini, içinden gelen görgüsünü, hissettirmeden yol vermesini, bir toplu taşıma aracındayken o arkadaşıyla konuştuğu ve ben müzik dinlediğim halde kolunu yanımdaki cama dayamasını sevdim, oraya ait olduğumu hissettirmesini, sofra kurmasını sevdim, bulaşıkları yerleştirmesini, ne istediğimi sormasını, dikkatle cevabı dinlemesini, unutmamasını, hayatımın içinde hem çok yeni, hem çok uzun zaman olmuş gibi durmasını sevdim, hararetle akan bir hayatın içindeki sakinliğini sevdim, çokça susmasını, uzun uzun konuşmasını…
Kızdığı zaman bile kötü sözler kullanmamasını…
Hayır, endişelenmeyin, tabii ki bana değil, bana neden kızsın ki, hem… bana kim kızabilir ki? Kaza yaptığımızda veya maç seyrettiğimizde olanlardan bahsediyorum. Ah, evet, siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ama anlıyorsunuz değil mi?
Hem bana benzemesini, hem de farklı olmasını sevdim.
Başkaları yapsa, çok umursayacağım ufacık şeyleri ben yaptığımda fark etmesini ve umursamasını sevdim.
Evet, haklısınız, ne farkı var diyorsunuz, tabii, hayatım boyunca el üstünde tutuldum, prensesler gibi davrandılar bana, bir sürü incelik gördüm, tonlarca sürprizler yaptılar, ya tavlamak ya elde tutmak için bir sürü şeylerini feda ettiler, onları incittiğimde bile, egolarını tırmakladığımda bile daha da bağlandılar, alay ettiğimde daha fazla ateşe attılar kendilerini, çok gösterişli şeylerle nefesimi benden almaya kalktılar.
Ben de onları listeledim. Hiçbir işe yaramayan listeler halinde, kâğıt üstünde, orda burda bıraktım gündelik hayatımızda parlak olan isimlerini, hiçbir işe yaramadılar, hiç gün ışığı göremediler benden yana.
Oysa şimdi ayaklarım yerden kesilmiyor, sadece…
Sadece dinlendirici bir sessizlik.
Başımı döndüren de bu.
Onun dışındaki tüm sesler susuyor.
Buna anlamlar yüklemenizi istemiyorum.
Sadece olduğu gibi bir durum bu. Samimi bir şey. Hesapsız…
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu. Ahenkli, cazip, serinletici, özlenen…
Tamamen gerçek, çekiciliği de orda zaten.
Siz karşınızdaki kişiye dönük durmazsanız hayatta, anlarlar. Hele ki karşınızdaki bir kadınsa…
Ben anlıyorum “canım” kelimesinin farklı tonlarını, telefon edildiğinde seçilen kelimeleri, minik bakışları, bir kapıdan önce kimin geçtiğini ve beni hayatında nereye koyduğunu karşımdaki insanın.
Bir kadın yerini anladığı ve memnun olmadığı zaman erkeğe nefes alacak alan bırakmaz. İlişkinin serpileceği oksijen bırakmaz. Çünkü adam hayatında o kadını gözü kara bir şekilde istememiştir. Zamanla tanıyıp, sevse, hayatında çokça olmasını istese bile, cesur hamleyi yapmamıştır adam. Karar vermekte hep tereddüt etmiştir mesela. Ve hayat sürüp gitmiştir.
Adam hayatına devam eder.
İş hayatı sıradan iş sorunlarıyla devam eder.
Özel hayatı alışılmış kaprisleri ve oyunlarıyla devam eder.
Sosyal hayatı inişli çıkışlı takvimiyle devam eder.
Adam devam edemez ama.
Kadın da kimseye yakın duramaz. Yine o kırık ses tonlarını fark edeceğinden korkar.
İkisi de kimseyi gerçekten tanıyamazlar.
Gerçekten…
Gerçekten kimseyi tanıyamazlar.
O zaman da ne âşık olur, ne de severler kimseyi.
Ne de hayata bağlı kalırlar.
Bir köşede sorgularlar, “kader, karma, kuantum” gibi süper felsefeleri. Bir taraftan kendilerini dağıtırlar hayır diyemedikleri sıradan sohbetlere.
Kendilerine kendileri bile üzülemezler.
Onlar bile acımazlar kendilerine.
Yazık olur.
Sesleri çıkmaz.
Çıkamaz.
Çünkü suçlu onlardır.
Aç bir çocuk gibi her şeker paketini açıp, her birinden bir ısırık aldıkları için, hiçbirinin tadını anlayamamışlardır.
Anlayamazlar da zaten.
O tırtıklı, fosforlu, herkesin peşinden koştuğu duygu, yaptığın seçimin peşinden gitmekle bulunur.
Verdiğin karar saygı duymakla sızar içine.
Sonuna kadar gidilir.
Yani, aşk, bazen söylemediklerinde gizlidir, o taaa içinde kalanlarda.
O yüzden en büyük aşkı da içinizde bulmalısınız zaten.
Kendinize karşı.
Ben öyle yaptım.

Şeker paketlerini önüme yığıp hâlâ açgözlülükle ve açlıkla ağlamak istemedim çünkü, bekledim. Siz benim “Obur Üzüm” yazımı okumuş muydunuz? İşte toprağın derinliklerinden getirdiğim efsunlanmış aromamı artık toprak üstüne çıkarma vakti. Persephone’nin zamanı geldi de geçiyor.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Rahmetli 4 ayaklı kızımı tutardım ben, fren yaptığımda sarsılmasın diye. Bilinçli bir şey değildi. O da beni tuttu, kasislerden geçerken, bilinçli bir şey değildi.
Güzelliği de ordaydı zaten.
Çünkü çok küçük şeylerdi gördüğüm ve bir o kadar samimi.
Kontrolsüz bir şekilde akan ama kendi yatağından dışarı çıkmayan, etrafı yağmalamayan bir nehir bu.
Endişelenmeyin siz, yüzüme vuran kendi ışığım,
Yüzüme vuran güneş ışığı.

Hiç yorum yok: