31 Ocak 2010 Pazar

“Çok boynuzlu biri olarak söylüyorum”

Kafamın karışık, kalbimin buruk, gözlerimin yaşlı, bedenimin yorgun olduğu bir gecenin sonunda uyumaya çalışırken, Habertürk kanalında Hülya Avşar’ın programının tekrarına denk geldim. Cemil İpekçi’yi görünce bir dinleyeyim dedim.
Yeni koleksiyonunun adının “Monsieur Butterfly” olduğunu söyledi. Ben muzipçe gülümsedim. Aklıma neler geldi neler, Puccini, Jeremy Irons, John Lone…
Hülya Avşar’dan ise tepki yok.
Oysa KLM’e anlattım, daha duyar duymaz “Aaaa, ne hoş” deyiverdi.
Madame Butterfly, Puccini’nin en önemli operalarından biridir. 1904’de sahnelenmiştir ilk olarak.
15 yaşındaki geyşa Butterfly, (Cio-Cio San) Japonya’ya gelen Amerikan subayı Pinterkon ile evlenir ve dinini değiştirir. Bu davranışını kendi kültürlerine bir hakaret olarak gören ailesi Butterfly’ı reddeder. Pinterkon bir süre sonra evi terk eder, hamile kalan Butterfly sabırla eşini bekler. Pinterkon ise Amerika’da evlenmiştir. Üç yaşına gelen oğlunu almak için Butterfly’ın yanına Japonya’ya gelir, eşinin kendine ihanet ettiğini gören Butterfly ise, ailesinden kalma hançerle intihar eder.
Puccini operasını Uzakdoğu ezgileriyle süslemiştir. Amerika’da en çok sergilenen 20 opera arasına giren Madame Butterfly, Türkiye’ye opera kültürünün girip gelişmesinde önemli rol oynamış.
Cemil İpekçi, eşlerine en sadık ve en hizmetkâr olan iki kültürün Türkler ve Japonlar olduğunu düşündüğünü, o yüzden yeni koleksiyonunu böyle isimlendirdiğini anlattı. Ama dikkat ediniz, Madame Butterfly değil, Monsieur Butterfly…
(Madame Fransızca Bayan, Monsieur ise Bay anlamına gelir.)
Tabii ki Hülya Avşar’ın konudan bihaber olduğunu gayet açık anlıyoruz sessizliğinden…

Oysa ben filmi daha da ilginç bulurum her zaman.
Başarılı Amerikan oyun yazarı David Henry Hwang’ın 1988 yılında yazdığı oyun, 1993 yılında David Cronenberg’in yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır.
Aklımdan çıkmayan birçok sahnesiyle M. Butterfly’da Jeremy Irons’ın muhteşem ve Butterfly Song Liling’i oynayan John Lone’ın sıra dışı oyunculuğuna şahit oluruz. (John Lone’u Son İmparator filminden de hatırlayabilirsiniz.)

Üstelik M. Butterfly adındaki tam da İpekçi’nin yeni koleksiyonuna uygun bir şifre…

Çünkü konusu şöyledir M. Butterfly’ın…
René Gallimard (Jeremy Irons) Vietnam savaşı sırasında Çin’deki Fransız Büyükelçiliği’nde çalışan bir diplomattır. Puccini’nin Madame Butterfly operasını dinlemeye gider ve egzotik şarkıcı Song Liling’e (John Lone) aşık olur. İlişkileri başlar ama Song çok utangaçtır ve tamamen çıplak olarak göstermez kendini Gallimard’a…
Song’la bir çocukları olur (masusçuktan  ), Komünist’ler tarafından kaçırılır, Gallimard Fransa’ya döner, Alman karısı onu boşar.
Film çiftin arasındaki “aşkın” cinsel gerilimini ve tutkunun dolambaçlı yollarını çok güzel yansıtır.
Daha sonra anlaşılır ki, meğerse Song Komünist hükümet için çalışmaktadır ve Fransız’lardan bilgi alabilmek için Gallimard’la takılmaktadır.
Ve yine daha sonra anlaşılır ki, (çünkü film sonuna doğru çırılçıplak kalır Song), Pekin tiyatrosunda tüm kadın rollerini erkeklerin oynar.
Gallimard: Pekin Operası’nda neden kadın rollerini erkekler oynar?
Song Liling: Bir erkeğin ne görmek istediğini en iyi bir erkek bildiği için.

Karşısındaki insan değmese bile, Gallimard aşkını safça yaşamıştır…
Ya işte böyle :)

Tabii ki Hülya Avşar’ın konudan bihaber olduğunu gayet açık anlıyoruz filmi aklına getirip de, İpekçi’nin muzipliğine gülümsememesinden…

Cemil İpekçi seminer veriyormuş ayrıca. Kadınlara, kadınlık semineri. Ah, onun yarısı kadar sebatkâr ve laf dinleyen bir dişi olabilmek için çalışıyorum bu aralar :)
“Çocuğum varsa, onu ayrılmış bir anne-babaya mahkûm etmem. 22 defa boynuzlansam da ayrılmam.” dedi İpekçi.
Hülya Avşar da “Ben çok boynuzlu biri olarak söylüyorum, öyle işlemiyor işte işler” dedi.
Nasıl işliyor bilemiyorum.
İnsan başına gelene kadar bir ton şey söylüyor:
“Şüphelendiğim an terk ederim.”
“Yakaladığım an öldürürüm.”
“Ben de onu aldatırım.”
“Çok muhtacım kalırım.”

İşte liste böyle gidiyor. Evlilik, çocuk gibi faktörler işi değiştirebilse de, kararı etkileyebilse de, insanın kendini nasıl hissettiği kadın-erkek fark etmiyor galiba.
Aldatılan zayıf, istenmeyen, umursanmayan, gözden çıkarılmış, çirkin, özgüvensiz… (vb.) hissediyor.
Aldatanı bilemeyeceğim, o tarafla özdeşleşmem çok zor. Aldatmak mı aldatılmak mı diye sorsanız, aldatılmayı tercih edebilecek kadar güçsüz bir hareket olarak görüyorum aldatmayı.
Çünkü aldatılan değil, aldatan daha güçsüz...
Ben de aldatan’la özdeşleşemem bu yüzden :)
Evlilik, çocuk gibi faktörlerin yanı sıra, kararı etkileyen bir başka ve çok daha ağır basan bir şey var: Sevgi / Aşk.
Adamı seviyorsanız, adam olacağını düşünüyorsanız, hatta size bunun için söz veriyor ve gerçekten çaba gösteriyorsa, terk etmezsiniz. Tabii bu sözleri almayıp, bu çabayı görmeden devam ederseniz, aşkınız ağır bastığı için, sonra ilişkinizi gereksiz yere zorlayabilirsiniz.
Çünkü siz affeden taraf, normalden 5 kat daha fazla özen isterken, karşınızdaki utanç ve güçsüzlüğünün altında yıkılıp bu yüzden de hırçınlaşıp daha da özensiz olabilir.
Bu durumda yapılacak tek şey, acil durum camını kırmaktır.
Sonra derin bir nefes alıp, hayatınızı toplarsınız.
Daha sonra ikiniz de adam olursanız, aşkınız yangınlardan geçmiş, küllerinden doğup güçlenmiş olarak, sıfırdan tertemiz bir şekilde başlar ve sürer de sürer…
Haydi hayırlısı… :)


Alternatif son:
Hülya Avşar’a pek tabii ki…

Çalışmak şöyle bir şey: Bir röportaj yapacaksan, bir program yapıyorsan, konuğunla ilgili bulabildiğin her şeyi okumalısın. Bu bilgilerin içinde, anlamadığın ne varsa da, öğrenmeye çalışmalısın.
Kültür şöyle bir şey: Yıllar içinde birikmediyse, sokmaca akıldan akıl olmuyor!





PS1. Süüüüper ÇOK okunmuşuz. Sitenin ilk rekorunu kırdık! Yıllar önce de haftanın en çok okunanı olan bir köşe yazımla yine rekoru kucaklamıştık  Bin ve katlarında okunuyoruz. Binlerce TEŞEKKÜRLER!

PS2. Bir rivayete göre diyeceğim çünkü kontrol etmediğim bir bilgi. M. Butterfly oyunu ve filminde geçen Fransız diplomatın olaylardan sonra uzun yıllar İstanbul’da yaşadığı ve adının Bernard Boursicot olduğu, 20 yıl boyunca kadın olduğuna inandığı ajan Song’un adının da Shi Pei Pu olduğu söyleniyor. Bilen beri gelsin!


ORTAYA ORTADAN KARIŞIK


* Teşekkürler bebeğim, hayallerimi gerçek kılıyorsun…
Oscar’ların habercisi ve öncüsü Golden Globe’lar dağıtıldı.

- Avatar’ın yönetmeni James Cameron, 10 yıllık evli olduğu eşine teşekkür etti. Ah ne kadar güzel bir iltifattı duyanlar için…
“Teşekkürler bebeğim, hayallerimi gerçek kılıyorsun…”

- En iyi aktris olarak ödül alan Sandra Bullock ise gözleri dolarak teşekkürünü şöyle bitirdi: “Eşime teşekkür ediyorum. Seni tanıdıktan sonra, işlerimin çok daha iyiye gitmesi hiç şaşırtıcı değil çünkü daha önce arkamı kollayacak birisi olmamıştı.”

- Neredeyse yurtdışında başladıklarından beri seyrettiğim iki dizi Dexter ve House MD. Yıllardır Amerika’da oynadıkları akşam “indirdiğim”….
Adli bilimler bağı için, ayrık otu olduğu için, buna rağmen normal ve sıradan dünyaya uyum sağlamaya razı olduğu için yani bana benziyor diye daha da sevdiğim Dexter ve benden daha girift diye, daha patavatsız diye, daha müdanasız diye aşık olduğum House.
Sonra beni iyi tanıyan eski bir arkadaşım, “Sen daha çok House’sun, Dexter’ını içine gizliyorsun.” dedi.
Onun gözünden baktım, sanırım haklı.
Golden Globe’a ikisi de adaydı ve Dexter aldı. Doğruyu söylemek gerekirse, biraz üzüldüm, ben (bu durumda House :)) almak istiyordum.

- Meryl Streep ödülünü alırken çoook güzel bir konuşma yaptı. Keşke metin halinde bulsam da yazsam ya da youtube’dan videosunu bulabilirsiniz. Golden Globe’un bütünüyle en güzel konuşmasıydı diyebilirim. “Gerçek hayatta olup bitenleri bilirken, mutlu film yüzümü takınıp da gelmek ne üzücü” dedi.
Gayet iyi bilirim, ben de oyunculuğumu böyle ustalaştırdım. Gerçek hayatta olup bitenleri sindirmek, susturmak, saklamak için mutlu film yüzümü takına takına…

- İkinci güzel konuşma da Martin Scorsese’nin konuşmasıydı. Bilgi yüklü, samimi ve alçakgönüllü…

- Drama film dalında en iyi aktör olarak Golden Globe alan Jeff Bridges uzun uzun ayakta alkışlandı. Ne hoştu! Ne mutlu edici…

* Ağca kafayı yemiş!
Tahliye olurken İngilizce açıklama yaptı. Kendisi “ilahi adaletin bir parçası olarak insanlığın geleceğinin ne olacağına karar” verecekmiş. “Dünyayı yok edeceğiz, göreceksiniz” dedi. Sen zahmet etme Ağca, biz zaten insan olamayarak yeterince iyi beceriyoruz bunu.
Yine de biraz kahkaha için Ağca’nın 23’ündeki basın açıklamasını heyecanla bekliyoruz.

* Ağlayacak derdimiz yok ki mendil alalım…
Geçenlerde Krik-Krak İstanbul’daydı ve çok sevgili dostlarımdan ikisini görmek istedi özellikle. Biri KLM ablaydı, Cuma akşamı gittik evine gördük onu. Cumartesi de, Kahramanlar dizisinin güzel oyuncusu EnoktaG’yi gördük. Aşkın ışığını da eklemiş kendi aydınlığına. Gözümüzü aldı. Krik-Krak'ı çok sevdiğim MiniMüzik’e götürmek istiyordum, anlattım, “SGS, Genç ve BSI gitmiştik geçenlerde yine, Kenan Doğulu, Nev ve Teoman birlikte geldiler, bizim BSI’nin arkadaşıyla da Teoman birbirlerine aşk ilan ettiler”…
“Aaa, hadi Kenan’ı arayalım, o da gelir uygunsa dedi EnoktaG. Baktık saat geç, attık mesaj. Ay ne çabuk cevap geliverdi. Afferim oğlana. “Üç gündür dışarıdaymış, yorgunmuş” ama olsun, bir başka sefere artık…
Neyse bu girizgâh hikâyenin sonuçları şunlar:
1- Gittik MiniMüzik’e yine. BSI’yi alıştırmışız mekâna, rastlaştık orda :) Krik-Krak çok sevdi mekanı. Kimse kimseye bulaşmıyor. Arka tarafa yayılıp etrafı seyredip sohbet etmek bile çok keyifli. Ben de “Ahhh,” dedim, “Bir gün AD’yle burada keyif çatmak çok isterim. Onsuz hep eksik”…
2- Yine bir Pazar sabahı bir magazin programında Kenan Doğulu’yu gördüm, bize söylediği o üç günden birinde yakalanmış kameralara :) Bir çocuk mendil satmak istiyor. Doğulu’nun cevabı: “Ağlayacak derdimiz yok ki mendil alalım!”
Herkese kısmet olsun umarım, böyle söylemek, böyle hissetmek…


selcencosmoz@gmail.com


22 OCAK 2010

Hiç yorum yok: